Bu kentlerde 1915 öncesinde olan ve bir daha geri gelmeyecek biçimde yok olanın ne olduğunu tam olarak ortaya koyabilmek için, yapılması gereken binlerce çalışma, henüz yapılmadığından, bu soru bir bakıma, yanıtsız kalıyor.
Ancak bildiklerimiz ve bilinebileceğini düşündüklerimiz var. Bunları bir araya getirdiğimizde, bir türlü yüzleşmeye cesaret edemediğimiz böylesine korkunç bir olay ve toplumsal suç için ne diyeceğiz? Toplumun kendi geçmişiyle hesaplaşamamasının nelere mal olduğunu biliyoruz, zaten. Gündelik yaşamımızda her an karşımıza çıkıyor sonuçları. Bastırılmış Kürt isyanlarının, Alevilere yönelen ayırımcılığın, dini, etnik ve cinsle ilgili bütün ayırımcılıkların, hiçbir zaman hesabı sorulmadığı için, barışın gerçekten gelip gelemeyeceğini bilemiyoruz bir türlü. 12 Mart ve 12 Eylül ile bir türlü hesaplaşamadığımızı için, ancak utangaç bir yargılamayla, yarım yamalak bir suç saptayabiliyoruz, zavallılaşmış generallere karşı.
Ankara’ya bakalım. Gerçekte olan neydi ve nasıl bir şeydi? Ve olanı, olmamış gibi yaparak yolumuza devam edebilir miyiz?
Asıl sorun, toplumun büyük bir bölümünün böyle yüzleşmeleri gerekli bile görmemesinde. Bütün bu korkunç olayları, soykırım, katliam ve pogromları, işkenceleri ve ayırımcılıkları toplumun geniş bir kesiminin sorun etmemesinde... Bunlarla yüzleşmektense, bunlar sanki olmamış gibi hafızasının kirli halılarının altına süpürmeyi yeğlemesinde...
Sadece Ankara’ya bakalım. Gerçekte olan neydi ve nasıl bir şeydi? Ve olanı, olmamış gibi yaparak yolumuza devam edebilir miyiz?
Soykırımı nasıl anlayabileceğimize göz atmak ve sonra bu tanımlara göre Ankara’da gördüklerimizi sıralamak yararlı olabilir. Öncelikle kabul etmemiz gereken gerçekleri hatırlayalım: Ermeniler Osmanlı tebaası, yani yurttaş ve bu ülkenin yerli halkıydı. Devletin, korumakla yükümlü olduğu yurttaşlar. Eğer bir devlet varsa, suçun (ayaklanma, devlete karşı başkaldırı ya da isyan veya çeteleşme vb), ancak bunların sorumlusuna, şahsi olarak bu suçu işlediği kanıtlananlara ait olabileceği, temel bir hukuk anlayışının gereği olmalıydı.
Daha yeni, ama Ruanda ve Bosna nedeniyle yakından tanıdığımız bir kavram olan “etnik temizleme” kavramına bakacak olursak, bu kavramın içinde, kitlesel tehcir (zorla göç ettirme), katliam, mülke el koyma, kültürel değer (mezarlıklar dahil) ve anıtları ortadan kaldırma, vb. türü insan hakkı ihlallerini de düşünmemiz gerekir. Aslında belki iki kavramı daha eklemek, Ankara’daki soykırımı anlamaya yardımcı olabilir: etnik kırım ve kültürel kırım. Birincisi, kısaca, belirli bir topluluğun kimliğini simgeleyenleri, seçkinlerini/ önderlerini öldürmek/ ortadan kaldırmak (24 Nisan 1915’te başlayan tam da buydu aslında) ve ikincisi de, topluluğun kültürel hafızasını ayakta tutan maddi ve manevi bütün nitelikleri yok etmek, ortadan kaldırmak biçiminde anlaşılabilir. 1916 Ankara Yangını da, tam olarak buydu.
Ankara’daki (ve 1915 öncesinde Anadolu’nun Rumeli’nin diğer kentlerindeki/ yerleşmelerindeki) Ermeniler için, bir ayaklanma durumu söz konusu değildir. Ancak yukarıdaki tanımlara uygun biçimde 1915 ve sonrasında, bütün yerleşim yerlerinde
(Ege bölgesinde daha hafif olmak üzere) kitlesel tehcir, katliam, mülke el koyma ve birçok şehirde Ermeni ve Hıristiyan mahallelerindeki yangınlar ve kültürel değerlerin yakılıp-yıkılması ve yok edilmesi uygulanmıştır.
Özür dilemek şöyle dursun, tam bir suçlu telaşı içinde ve resmi bir biçimde, saldırganlık, ötekileştirme ve şeytanlaştırma çabası, utanç verici kibir de devam ediyor...
Ankaralı Ermeniler Hakkında Bildiklerimiz
Ankara’da, ne kadar Ermeni vardı ve kentin, vilayetin nerelerinde bulunuyorlardı? Bu konuyla ilgili elimimizdeki bilgiler neler ve bu bilgilere ne kadar güvenebiliriz? Aşağıdaki tablo, bu konuda bir fikir edinmemizi sağlıyor. Sayımların yapılma biçimleri, yöntem ve güvenilirlikleri vb. hakkında pek çok şey söyleyebiliriz elbette. Ancak bunları bir kenara bıraksak ve tablonun gerçeğe kabaca işaret etiğini kabul etsek bile, apaçık gerçeği algılayabiliyoruz: kırım... Ve bu kırım Ankara için tam bir etnik temizlik olarak gerçekleşmiş ve bütün varlık yağmalanmış,
yıkılmış ve yakılmış. Buna rağmen, unutturma tam olarak başarılamamış. Bu kırılma (türü nasıl olursa olsun, nasıl adlandırırsak adlandıralım) hiçbir zaman gerçekleşmemiş bir yüzleşeme ihtiyacı ve hiçbir zaman yüzleşilmemiş bir acı olarak hala önümüzde duruyor... Özür dilemek şöyle dursun, tam bir suçlu telaşı içinde ve resmi bir biçimde, saldırganlık, ötekileştirme ve şeytanlaştırma çabası, utanç verici kibir de devam ediyor...
Gerçekten biliyor muyuz, nasıl oldu kırım (soykırım, etnik kırım, kültürel kırım) ve insanların başına gelenler nasıl yaşandı? Bunu yaşayan Ermeniler nasıl baş ettiler veya edemediler bu süreçle, sağ kalabilenler ne düşündüler, ne duydular ve nasıl etkilendiler? Bu bir insanlık durumu olarak, diğer Ankaralıları nasıl etkiledi, onlar ne yaptılar? Bunları tam olarak bilmiyoruz ve bilemeyiz de belki. Bazı ip uçları olabilir, bazı tanıklıklar ve bazı belgeler... Ama sonuçlarını tam olarak biliyoruz. Bu sonuçları daha iyi anlayabilmek için, soykırım öncesindeki zamana bakalım önce. Sonra tekrar düşünelim.
Ankara kenti ve vilayetinde 1891-1914 arası yapılmış olan sayımlara göre Ermeni nüfusu
![Soykırım, Ankara ve Geçen 100 Yıl...]()
Kısaltmalar
Merkez: Ankara merkez (kent), Vilayet: Aksi belirtilmedikçe Ankara, Çorum, Kırşehir, Yozgat ve Kayseri’yi kapsıyor, Sancak: Sadece Ankara “ilini” kapsıyor, Kayseri: Kayseri ili, Zir: Ankara’nın kasabası, şimdiki Yenikent civarında
V1.Kayseri, Ankara Vilayeti’nden ayrılıp, ayrı vilayet oldu .
K2. Kayseri Vilayeti, Ankara Vilayetine bağlı iken, ona bağlı olan Develi ve İncesu’ya, Bünyaminhamit “ilçesi” de (toplam 2865 Ermeni yaşıyor) eklendi.
K3. Bu rakamlar, Ermeni Patrikhane’sinin (Şubat 1913-Ağustos 1915 arasındaki nüfus sayımını göstermektedir (dolayısıyla Katolikler ve Protestanlar dahil değildir).
V4. Vilayet nüfusuna Kayseri dahildir.
* 1891-93 sayımında 25 585 olan Ankara kent nüfusunun, 1914 sayımında 84 665 ve Ankara Salnamesinde 75 366 olması konusunun özel olarak araştırılması ve bir açıklama getirilmesi gereklidir. Bu fark, “merkez” tanımından ve merkeze dahil olan çevre yerleşmeden kaynaklanıyor olabilir.
Tabloda Yararlanılan Kaynaklar
- Emiroğlu Kudret et.al.(1995), Ankara Vilayeti Salname-i Resmisi 1325 (1907), Ankara Enstitüsü Vakfı Yayınları, Ankara
- Etöz Zeliha (1998) 19. YY Ankara’da Sosyal ve Kültürel Yaşam, (basılmamış doktora tezi)
- Karpat. Kemal H. (2003), Osmanlı Nüfusu (1830-1914) Demografik ve Sosyal Özellikleri, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul [(1891-97 arası Osmanlı nüfus sayımları ve 1906-7 nüfus sayımı, 1914 nüfus sayımı)]
- Kevorkian ve Paboudjian (2012), 1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler, Aras Yayıncılık, İstanbul
Neler söylüyor bu tablo?
Ankara kentinde 1914’lerin sonuna kadar, 6-11 000 civarında Ermeni yaşıyordu ve bu nüfusun önemli bir bölümünü Katolik Ermeniler oluşturuyordu. Öyle ki, başka hiçbir Osmanlı kentinde olmayan bir Katolik yoğunluğu vardı Ankara’nın. Ermeniler ise (Apostolik), daha çok
diğer kentlerde ve kırda bulunuyorlardı ve Katoliklere kırsal alanda pek rastlanmıyordu. Bu da, Katolik olanların daha kentli ve bir anlamda daha batılı(laşmış) bir grup olduğunu düşündürüyor. Özetle Ankara, bir anlamada, kendini kentli olarak gören Katolik Ermenilerin diğer kentlere göre daha yoğun olduğu bir yerleşimdi.
Ankara kentinde yaşayan Ermenilerin sayısı ilk bakışta az görünebilir. Ancak unutmamalı ki, Ermeni nüfus, Ankara kent nüfusunun yaklaşık 1/4’ünü oluşturuyordu.
Ankara kentinde Katolik olmayan Ermeniler de yaşamaktaydı ama oransal olarak daha azdılar, aynı şey, (Ermeniler arasındaki en küçük grup olan) Protestanlar için de söylenebilir. Ankara’da Katoliklerin dışında kalan Ermeni gruplarının daha kırsal karakterde olduğu düşünülebiliriz.
Ankara kentinde yaşayan Ermenilerin sayısı ilk bakışta az görünebilir. Ancak unutmamalı ki, Ermeni nüfus, Ankara kent nüfusunun yaklaşık 1/4’ünü oluşturuyordu ve Ermenilerin dışında Ankara’da, yine toplam nüfusa oranla önemsenecek sayıda Rum ve daha az oranda Yahudi nüfus da yaşıyordu. 1915 öncesinde Ankara, kendi tarihinde her zaman olduğu gibi, kilise, havra, manastır ve camileriyle, her dinin kendine göre bayramları ve kutsal günlerdeki ritüelleriyle, litürjisiyle, farklı dillerde eğitim veren okulları ve öğrencileriyle, kentteki ve bağlardaki komşuluklarıyla, dükkanlarında üretim ve alışveriş içindeki esnafıyla ve belki siyasi partileriyle (Ankara’da İttihat ve Terakki’den başka eğlence yerleriyle, küçük bir Anadolu kentinin gündelik yaşamını sürdürüp duruyordu
Buna tam olarak“çoğul/çoğulcu”bir kent yaşamı denilebilir miydi, tartışılabilir olsa bile, Ankara kentinin bir çok kültürü, inancı ve (en azından ibadet için) dili barındıran (Ankaralı Ermeni, Rum ve Yahudilerin çoğu, gündelik yaşamda Türkçeyi kullanıyordu) bir çeşitliliğe sahip olduğunu biliyoruz.
Ve Zir Vadisi...
Ankara’ya kente ve kıra birlikte baktığımızda, kırdaki artalanında (hinterlendında), daha küçük yerleşmelerde de, tarımla ve tarımsal ekonomiyle uğraşan Ermeniler bulunuyordu ve Zir de, bunlardan biriydi. Zir’in özelliği, Ankara’ya oldukça yakın ve sof üretiminde en önemli kırsal merkezlerden biri olmasıydı. Kilise kayıtlarına
göre 4 000, yukarıdaki istatistiklere göre 2 300 civarında Ermeni’nin yaşadığı, yoğun bir kırsal merkezdi Zir, 19.YY’ın sonunda.
Kırsal alanda Zir, Ankara kenti Ermeni nüfusunun nerdeyse yarısına yakın miktarda Ermeni nüfusun bulunduğu bir yerleşmeydi. Burası tarım ve hayvancılık yapılan bir merkezdi, ancak ekonomik olarak güçlüydü
ve sof dokumacılığının ticaretinin önemli olduğu yılların sonuna kadar, Ankara ekonomisine önemli bir katkıda bulunuyordu. Çok övündüğümüz Ankara keçisinin o dönem en önemli yetiştiricileri Zirli (İstanoslu) Ermenilerdi.
Ankara vilayetinde ise, (vilayet tanımı zaman zaman değişime uğramış olsa da) 1914 yılına kadar, yaklaşık
75 000-100 000 Ermeni yaşıyordu (Kayseri Vilayeti’nin Ankara’dan ayrılmasıyla, bu miktar 54 000’e kadar düştü).
Ankara nüfusu, toplam olarak da, Ermeni nüfusu bakımından da, az da olsa, araştırma yılları arasında bir artış göstermekteydi. Bu da, Osmanlı tebaası olan bütün nüfusların, bulundukları yerde kendileri için bir gelecek görmekte olduklarına işaret ediyor olabilir.
Soykırım Olmasaydı...
Ankara nüfusun bir çeyreğinin Ermeni olmasını ya da yaklaşık üçte birinin Müslüman ve Türk olmayan yurttaşlarımızdan oluşmasının ne anlama geldiğini daha iyi kavrayabilmek için şöyle düşünebiliriz:
Bugün (4,5 milyon civarında olduğu söylenen)
Ankara nüfusunun üçte birini Ermeniler, Rumlar, Yahudiler oluştursaydı. Müslümanlar yani Türkler ve Kürtler yanısıra Aleviler ve belki diğer kültürlerden gelen ve kendi dillerini konuşan ve inançlarını kendi mekanlarında sürdürmekte olan diğer insanlar beraber gezseydi Ankara’nın sokaklarında... Ankara’nın çeşitli yerlerinde camiler, kiliseler, manastırlar, sinagoglar ve tekkeler, cem evleri, farklı kültür kurumları, tiyatrolar ve operalar, müzeler, kütüphaneler olsaydı.... Birçok farklı dilde eğitim yapan okula, Kürtçe ve Arapça, Süryanice ve belki Çerkezce vb dillerde eğitim yapan okullar da eklenmiş olsaydı.... Belki hepimiz, eskiden olduğu gibi, gündelik yaşamda Türkçe anlaşmaya devam edecektik. Ama gazeteci kulübelerinde farklı alfabelerde birçok gazete, kitapçı vitrinlerinde bu dillerin kitaplarını ve daha birçok kültürü görebiliyor olsaydık... Kamusal alanda bu kültürlerin şarkıları çalıyor olsaydı... Hep dedikleri gibi, çan sesleri, ezan seslerine katılsaydı ve başka sesler de olsaydı... Yortular, kandiller ve hamursuz bayramları ve daha niceleri birbirine karışsaydı. Bütün bu kültürlerden gelen Ankara işçileri de, işverenleri de, kendi politik örgütlenmelerinde, yoksullukla, ekolojik felaketlerle, Ortadoğu’daki şiddet sorunuyla nasıl baş edileceğini konuşuyor olsaydı, anayasayı birlikte tartışsaydık... Ankara’nın nasıl bir iklimi olurdu, acaba? Mesela Melih Gökçek, bu kadar çok seçim kazanabilir miydi?
Ancak, 100 yıl sonra kentte ve kırda gördüğümüz, sadece büyük bir boşluk. Kırım ‘başarıyla’ tamamlanmış. Bunu nerdeyse, mekansal olarak da görüyoruz. Kalenin eteğindeki zamanında Ankara’nın en yoğun ve en prestijli mahallesi, simsiyah bir yangın yeri iken, şimdi artık yeşillendirilmiş ama pek kullanılmayan bir parkadönüşmüş durumda. Zir vadisindeki yerleşim ise, artık geçmişini hiçbir biçimde düşündürmeyecek, burada bir yerleşim olduğuna ve insanların yaşamış olduğuna dair en küçük bir ipucu bile vermeyecek biçimde bir boşluğa dönüştürülmüş durumda. Her şey yıkılmış ve dümdüz edilmiş. Yerine başka bir şey yapmak için bile değil. Sadece orada olanı yok etmek, o varlığı unutmak, var olduğunu bile inkar edebilmek için boşluğa dönüştürülmüş. Karşı yamaçta, varlığını ancak yazılı kaynaklardan bildiğimiz kiliseyi (Surp Pırgiç Kilisesi) çok ararsanız, kilisenin bulunduğunu tahmin ettiğiniz yerde, ancak bir sütun parçası bulabiliyorsunuz.
Belgelere baktığımızda, önce Ermenilere yönelik kırımın (tehcir ve imha, “gavur mahallelerindeki” yangınlar ve kırda ve kentte kalan mülke/ toprağa el koymalar), sonra Rumlara yönelik mübadelenin (Mübadeleye kadar Ankara’da yaşayan Rum da kalmamıştı) ve zaten sayıları çok az olan Yahudilere yönelik sindirmelerin, Ankara’ya yavaş yavaş verilen bir zehir gibi öldürücü bir etki yaptığını ve kenti homojenleştirerek öldürdüğünü görebiliyoruz. Ve en kötüsü de yerli Müslüman Ankaralılardan suçu paylaşarak zenginleşenlerin, suçun üstünü, susma ve unutmayla örttüğünü de görüyoruz.
Cumhuriyet döneminin başlangıcından itibaren, Ankara, bütün diğer kentler gibi, tehcirin ve soykırımın ve Müslüman olmayan herkesin zorla göç ettirilmesinin, öldürülmesinin, mübadele edilmesinin, mülklerine ve bütün varlıklarına el konulmasının, zorla Müslümanlaştırılmasının ve kimliklerinin-kültürlerinin bütün izlerinin silinip dümdüz edilmesinin ve bütün bunların üzerinin örtülmesiyle ve unutulmasıyla başlayan “temiz sayfaya” hazırdır artık.
Ankara için, diğer kentlerden biraz daha farklı bir durum olduğu düşünülebilir: Ankara o kadar çok göç almıştı
ve Ankara’da artık o kadar çok Ankaralı olmayan nüfus yaşıyordu ki, onların zaten kentin eski kültürel-toplumsal yapısını bilmeleri beklenemezdi. Ayrıca Cumhuriyet rejimi, gözlerini öylesine büyük bir iştahla eskiyi/ geçmişten kalan her şeyi unutarak, tam bir kopmayla yeni ve modern olanı kurmaya dikmişti ki, eskiden olanları düşünmek bile gerekmiyordu. Artık önemli olan yeni ve temiz sayfaydı... Bu, Ankara için diğer bütün kentlerden daha fazla gerçekti. Yeni Ankara, zaten eski Ankara’yı ve onun geçmişine ait olan her şeyi geride bırakmış, güneye doğru modern bir kent kurmaya çalışıyordu.
Bir toplumun, böylesine büyük travma/ kırım olmamış gibi yaparak yoluna devam etmesi mümkün olabilir mi?
Ancak ne yeni daha önce görülmemiş, ne sayfa temiz ve ne de kurulan modern gerçekten moderndi. Müslüman (pek ön plana çıkartmadan) ve Türk olmak, modern Ankara’nın kuruluşuna tanıklık etmek, hatta bu yeniden kuruluşun coşkusuna kapılmak için yeterliydi. Belki Türkiye, Cumhuriyetle birlikte, geçmişten bütünüyle kopmak için öylesine büyük bir çaba ve heves içindeydi ki, geçmişinin içinde yüzleşmesi gereken bir parça olduğunu bile unuttu. Ama bir toplumun, böylesine büyük travmayı/ kırımı olmamış gibi yaparak yoluna devam etmesi mümkün olabilir mi?
Aradan 100 yıl geçti ve artık, oturup düşünebilecek, tarihteki kopmayı yeniden normalleştirebilecek
ve gerçeklerin kendi farklı varolma güçleriyle yüzleşebilecek bir durumdayız. Bunu nasıl yapağımızı bulmak, toplumun bilinçaltına süpürülmüş olan bu büyük felaketi anlamak ve onun acısını duymak zorundayız. Bunu yapamadığımızda, toplum, ortak edildiği bu suçu yeniden üretmeye devam edecek ve barışı, iç barışı bir türlü bulamayacak...
Bunu anlamak için, her şeyin unutturulmasına yönelik yapılanları Zir fotoğraflarında görmek ve buna rağmen o mermer sütün parçasını bulmak için gösterilen çabayı düşünmek, bir başlangıç olabilir.
Yorumlar (0)