Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Tecrit, Benlik ve Barış

Tecrit, Benlik ve Barış

Geriye dönüp, bu üç aya yakın zaman diliminde neler yaşandığına bakmak, ülkedeki hukuksuzluk hâkimiyeti yüzünden yakın gelecekte neler olabileceğini öngörmede çok işlevsel olmasa da, bir durum değerlendirmesi yapmayı mümkün kılıyor. Bu yazıyı her şeyden önce metnin imzacılarından biri olarak yazıyorum. İnsanlarla beraber tüm canlıların hayatına, doğaya ve tarihe düşman devlet eylemlerinin son bulması talebinde ve Sur’dan Nusaybin’e devletin işlemeye devam ettiği suçlara ortak olunmayacağı beyanında binlerce meslektaşımla bir arada olmuş olmak, özneler arası bir eylemde buluşmak, benim için çok anlamlıydı.

11 Ocak’ta Ankara ve İstanbul’da eş zamanlı gerçekleştirilen basın açıklamaları ile “Bu suça ortak olmayacağız” metnine imzasını açıklayan 1128 akademisyen, hemen ertesi gün başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere çeşitli kesimlerin hedefi haline geldi. Sadece birkaç gün içinde metne imza atan akademisyenler ev-ofis aramaları, gözaltılar ve işten çıkarmalar ile karşı karşıya kaldı. Yaşadıkları ve çalıştıkları şehri terk etmek zorunda bırakılanlar oldu.

Ne var ki, bastırma çabası ters tepti. İmzacıların sözlerinin arkasında durması, kampanya bitimine kadar imzacı sayısının 2212’ye ulaşması ve farklı mesleksel-toplumsal grupların barış ifadeleri ile aynı çıkışı tekrarlamaları; metnin içeriğinin ve ifade özgürlüğünün kamusal alanda tartışılmasını mümkün kıldı.

Bu sürede akademisyenlere dönük baskılar ise artarak devam etti. İşten çıkarılan akademisyenlerin sayısı kırka dayandı, yüzlercesi hakkında adli ve idari soruşturma başlatıldı. İstanbul’da bileştirilen içeriği belirsiz dava dosyaları ertesinde birçok akademisyen emniyete ifade vermeye çağrıldı. Kendilerine akıllara ziyan sorular soruldu.

10 Mart’ta İstanbul’da geçen 59 günlük sürede yaşanılanları aktaran bir basın açıklamasından birkaç gün sonra, toplantıda metni okuyan Yrd. Doç. Dr. Esra Mungan, Yrd. Doç. Dr. Muzaffer Kaya ve Doç. Dr. Kıvanç Ersoy tutuklandı, yurt dışında bulunan Yrd. Doç. Dr. Meral Camcı hakkında yakalama kararı çıkartıldı. Meral ve Muzaffer çalıştıkları vakıf üniversitelerince imzacı oldukları gerekçesi ile zaten işten çıkarılmıştı.

Tüm eksikliklerine rağmen bir nebze huzur veren barış koşullarından ve potansiyel olarak çoğulcu bir meclis dağılımından; devletin Kürt illerini tanklarla, havan toplarıyla yerle yeksan ettiği, cenazelere işkence yaptığı ve insanlık suçu işlediği, karşı aktörlerin ise metropollerde kitlesel olarak sivilleri hedef alan saldırılar gerçekleştirdiği bir duruma nasıl evrilmiş olduğumuz, siyaset bilimci ve sosyolog akademisyen dostların analizlerinde ele alınacaktır. Akademisyenlerin söylediklerinden ziyade söylemedikleri yüzünden terör propagandası ile suçlanmaları, bu suç atfının tutuklama gerektirip gerektirmeyeceği, Meral Camcı’nın hakkındaki yakalama kararı sebebiyle ülkeye geri dönmesi ve emniyete gitmesine rağmen kaçma şüphesiyle tutuklanması gibi konular ise sanıyorum hukuk derslerinde tartışılabilecek niteliğe sahipler. Ben ise birini yakından, bir diğerini uzaktan tanıma şansım olmuş olan dört akademisyenin tutuklanması ile yeni bir aşamaya gelen sürece ve bundan sonraki mücadeleye dair kendi ilgi ve çalışma alanlarımdan yola çıkarak kafa yormayı, daha doğrusu atıp tutmayı daha uygun buluyorum.

Esra Mungan, Kıvanç Ersoy ve Muzaffer Kaya tutuklandıktan sonraki yaklaşık on gün boyunca fiili bir tecride maruz bırakıldıklarını avukatları aracılığı ile dışarıdakilere bildirdiler. Şu anda Esra Mungan ve Meral Camcı için bu koşullar ortadan kalkmış durumda ve birçok diğer siyasi tutuklu ile aynı koğuşu paylaşıyorlar. Kıvanç Ersoy ve Muzaffer Kaya ise ilk haftalarını geçirdikleri Metris’te de, ardından nakledildikleri Silivri'de de ayrı ayrı tutuldukları koğuşlarda bir kaç gün öncesine kadar yalnızdılar. Tek başlarına kalıyor olmanın zorluğuna göğüs gerdikleri bu dönemde kitaplarına kavuşmuş olmak bir teselli olmuştu. Şimdi iki kişi olarak aynı odada kalıyorlar. Arkadaşlarımızdan gelen ilk haberler ile yakın zamanda tecrit fenomenolojisi (Gallagher, 2014) üzerine yayınlanmış bir makale üzerinden hem cezaevleri önünde tutulmaya başlanan nöbetlerle büyüyen dayanışma, hem de barışa dair bir tartışma yürütmek anlamlı olabilir.

 Bu bağlamda benlik, kendilik, bireylik gibi farklı sözcüklerle ifade edilen kavramın nasıl kurgulandığına dair iki alternatife bakarak başlayabiliriz. Bir tarafta liberal düşünce geleneğine yerleşmiş olan, Gallagher’in ifadesi ile “haysiyet sahibi ve saygı hak eder şekilde kurgulanan benliği, özerk düşünüp taşınabilen ve karar alabilen, bu haliyle de kendi başına var olabilen bir birey” olarak ele alınmasını buluyoruz. Bireyin sınırlarında, hatta birkaç on yıldır sadece insanın beyin işlevlerinden zuhur eden benlik de diyebiliriz buna.

Öte tarafta ise benliğin yapısının temel öğelerinden biri olarak ilişkiselliği, yani toplumsal varoluşu kavrayan fenomenoloji geleneği mevcut. Bu yaklaşımda özneler arası temas, teknik tabir ile öznelerarasılık, insan varoluşuna ya da benliğe eklenen bir özellik değil, birey olmayı en baştan mümkün kılan kurucu bir unsur. Söz konusu başlangıç vurgusunu, gelişim psikolojisi çalışmalarının taklitten etkileşime ve yardımlaşmaya örneklerle gösterdiği, doğumdan itibaren davranışlarımızın diğerlerinin davranışlarıyla ve bir anlamda davranışlarında ortaya çıkışı ile değerlendirebiliriz. Fenomenoloji yazınından transfer edilen böylesi fikirlerle algıdan gerçeklik duygusuna, hareket kabiliyetinden bedensel farkındalığa dek birçok alanda gerçekleştirilen çalışmalarla bireyle sınırlı benlik ve bilinç fikirlerinin yetersiz olduğu, bireyin ve benliğin temelinde ilişkiselliğin, etkileşimin, yani toplumsallığın bulunduğu öne sürülebiliyor.

Tecrit, toplumsal kısıtlama anlamında bireyin izolasyonunu derinleştirdiği ölçüde tutsaklığın ağırlaştırılmış bir hali olarak görülebilir. Ne var ki yukarıda mevzu bahis edildiği gibi başkaları ile ilişkilenmesi benliğin kurucu bir faktörü ise, koğuş koşullarında diğer tutsaklarla etkileşebilmesi ile bireyin mutlak yalnızlığı arasında niteliksel bir fark mevcut. Gallagher’in makalesinde özetlenen tecrit psikolojisi yazını da sadece mutlak ve uzun süreli tecritte algısal kopukluklar, hareket kabiliyetinde bozulmalar, gerçeklik algısının kaybolması ve benlik erozyonu gibi durumların yaşandığını göstermekte. Tabi kısa süreli tecritte dahi dünyayı idrak etmeyi ve ben olabilmeyi mümkün kılan ilişkiselliğin kayboluşu ciddi bir mahrumiyet ve mağduriyet.

Aynı bağlamda Guenther’in şu tespiti oldukça ufuk açıcı: “Eğer [tecrit koşullarında] zaten sadece kendimle sınırlandırılmışsam, kendimi nasıl kaybedebilirim ki? Bunun mümkün olması için benlikte bireyselliği aşan bir taraf olmalı.” İşte bireyselliği aşan ve benliğin kurucu unsuru olarak tanımladığımız ilişkisellik kavramı, tecrit deneyimi ve sonuçları konusunda son derece açıklayıcı bir konumda yer alıyor.

 Beni ben yapanın diğerleriyle – ve bir yandan da fiziksel dünya ile – ilişkilersiz düşünülemez oluşu; “Bu suça ortak olmayacağız” metnine imza vermek, ardından başta tutuklular ve işini kaybedenlerle olmak üzere büyüyen dayanışma ve barış talebinin kitlesel olarak yinelenişi ile de alakalı belki de. Öte yandan belli kişilerin, aynı şeyi yapmış ve aynı duruşu savunmuş diğerlerinden ayrıştırılması, yukarıdaki tartışmanın merkezindeki öznelerarasılığa bir saldırı niteliği taşıyor. Aynı katliamları algılıyor, aynı suça ortak olmayı reddediyor, tüm insanlar için onurlu ve kalıcı bir barış istiyoruz. Çünkü arkadaşlarımızdan koptukça, aynı havayı soluduklarımız öldükçe biz de azalıyoruz, dışarı koşulları da hapsi ve tecridi andırmaya başlıyor. Ve tam da bu yüzden özgürlük nöbetlerinde Esra’nın kumruları, Meral’in sözcükleri, Kıvanç’ın denklemleri ve Muzaffer’in olgularıyız. Onların yaptıkları, ettikleri, düşündükleri, sevdikleri ve başlarına gelenler ile kendimizi özdeşleştiriyoruz.

Liberal düşünce geleneğinin derisiyle ya da kafası ile sınırlı bireyi, kapitalist gündelik yaşantı içerisinde asgari düzeylere çekilmeye çalışılan özneler arası temas ile yeniden üretilirken, Kürtlerin Kürt olarak varoluş mücadelesinden Gezi’ye, onur yürüyüşlerinden kadın isyanına, işçi hareketlerinden barış bildirilerine, ilişkisel benliğimizi yeniden tesis ederek tutsaklıktan kurtulmaya çalışmıyor muyuz? Çünkü tüm bu edimler, bireysel sınırları aştıkça benliğini bulan bir varlık olmanın gereklerine tekabül ediyor. Aksi takdirde, duvarlarla çevrili olsak da olmasak da, kendi tecridimizi ve benliğin sonunu hazırlıyor olacağız. 22 Nisan’da barış isteyen akademisyenlerin ve barış için gazetecilik yapanların davalarında görüşmek dileğiyle.

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış