Daha işlerin gizemine varmadan içinde olduğumuz karanlığın köşesinde bir kıpırdanma seziyoruz. Üstüne yapışan, baştan aşağı siyah kostümüyle gözsüz ve sessiz bir varlık karşımızdaki ama hareketli. Ağzında taşıdığı siyah kağıt parçalarını ve ellerindeki çiçekleri uzanıp, almamız için bekliyor sanki. Ancak kimse alamıyor o etrafa saçana kadar. Herkes ağız dolusu çığlığını, düşüncesini bastırmış yaşıyor bu ülkede. Yine de etraf çığlık dolu ve duyabilen herkes, gözleri dolu dolu geziyor. Performansı gerçekleştiren Eftal Dirlik’i tanımama rağmen yarattığı bu gölge karakter öyle bildik bir yabancı ki tüylerimi ürpertiyor.
Şimdi tekrar kutu galeride, 30x30 kutulara bakmaya başladık. Mekânın içindeki doğal nesnelere karışmış gibi duruyor bazıları... Onlar tecrit kutuları ya da çığlık atan pencereler... Bir bir bakıyoruz içlerine, bazıları gösterişli bir netlikle gösteriyor içindeki acıyı, kimi anlam katmanları içinde aklımızı alıkoyuyor.
Hemen girişte neon, mor bir ışık göz alıyor. Ev sahibi Börtüböcek Galeri’yi var eden İdil Börtücene’nin iki parçalı enstalasyonunun birisi burada, diğeri karşı çaprazda. Börtücene geceyi, gündüzü, gün ışığını yok eden bir tecrit betimliyor “Ce(nnet)hennem”de. Tüm iç organlarını gördüğümüz baskın figürün içine şaşkınlıkla bakıyoruz; bu vahşet insan denen varlığın neresinde saklanıyor? Hangi molekül yapısı, hangi DNA taşıyor şiddetin sarmalını?
Hülya Demirdirek “İçerde/ Dışarda” işinde zulmün aklımıza çığlık gibi saplandığı yeri serivermiş: Penceremizin önünde ölmüş bir annenin bedenini bekledik geçtiğimiz yıl. Anne orada yattı, çocukları 150 metre ilerisinde öldü; biz de berisinde öldük öldük... Ölemedik.
Erhan Muratoğlu “devşef ile letkat”ın koca yumruklarının arasına sığdırdı bizi. Sade tasarımın gölge yumrukları gerçekten ağır. Kimsenin yüzü yok
bu kavgada. Canlı, cansız ne varsa kırıp geçiriliyor... Kurbanların yüzü var ancak... O kol- bacak kalabalığına baktıkça zihnime çocukluğumdan bebek yüzleri, Anadolu’nun saf gençleri, cumartesilerin anneleri, martı kaşlı çocuklar, hatta karların içine kapanmış eşek gözleri doluveriyor. Bunca imajı çağırabilen siyah beyaz kompozisyona hayretle bakıyorum.
Ama tüm bunları yadsımak mümkün...(mü?) Sadece size sunulan kutuya bakıverin:
Özlem Mengilibörü yaratıcılığı kuş tüyleri arasına sarıp sarmalamış. Son teknolojilerin sağladığı olanakları, hayatımızı donatan konforu ters köşeden sorgulama denemesi bu. “Lüküs Hayat” kaç ruhu satın aldı bugüne kadar? Hem ayrıca bizim pazarlık payımız ne acaba? “Gezi kış soğuğunda olsa böyle olur muydu acaba?” diye sormuştu birisi... İşte bu yüzden, Alper Fidaner’in tecritteki kadını camın ardına bakmıyor yalnızca. Kendi yansımasıyla birleşen görüntüye bakıyor bana göre... Pencerenin ardındaki bütün bu şehir... Biz varsak var, yoksak nerede? Olanları sadece ötekiyle açıklamak mümkün değil. Elif Koca’nın işindeki gibi güvercini taşınmaya zorlayan komşu biziz zira.
Sistemdeki tecrit alanları öyle güzel paketlenmiş ki görünmez oluyor. Bu şehrin mezbahaları nerede bilen var mı? Emre İnanç’ın “Canı Git” işindeki mukavva kutuda “open gently/yavaş aç” yazıyor. Hayvanlar üzerindeki testlerine devam eden bir kozmetik markası, müşterilerinin yanlışlıkla zarar görmesinden büyük endişe duyan hassas bir kurumsal kimliğe sahiptir çünkü. Tazmanya Tazısı gibi soyu tükenen varlıklara iyi bakamamış olsak da çaldığımız kürklere nasıl bakılacağını etiketlemeyi asla unutmuyoruz. Bunun için ifadesinde uzlaştığımız uluslararası sembollerimiz bile var.
Hep aynı hikâye değil mi? İsterseniz size sunulan kutuya bir kere daha bakın. Tam da etliye sütlüye bulaşmayan bir iş gücü için yaratılmış bu kutu. Ama olur da es kaza o delikten bakarsanız Schrödinger’in Kedisine yapılanları unutabilecek misiniz? “Olasılıksızlık” Orhun Bora Çetin’in son zamanlarda hatta aslında yıllarda yaşadığımız şizofreniye olan yorumu. Yaşıyor muyuz? Vicdanlarımızı hırpalayan bunca olayın ardından gerçekten konuşup gülebiliyor muyuz?
İşte belki tam o yüzden Can Mengilibörü “Solidum” yerleştirmesinde disko topunu betona hapsetmiş. Gülmek, dans etmek, vecd etmek artık bir de hedef olmak demek... Disko topu dönmüyor o yüzden. Disko topu tüm dünyanın tersine, yoz bir eğlencenin sembolüydü garip bir şekilde, bu toprakların bazı arabesk filmlerinde. Yine de o zamanlar masum zamanlardı sanki... Belki... Öyle mi?
Fahri Aksırt oto-tecrit alanına girivermiş “Hayat Kutuda” işinde. Sokaklarda dahi yüzlerimiz ekranlardan yansıyan ışıkla aydınlanıyor. Çoğu
hatada kendi rolümüze bakmasak da sürekli izlediğimiz bir “ben” var. Küçük karelerden, dikdörtgenlerden bir mesajlarımızı, bir de çevrimiçi yüzümüzü kontrol ediyoruz.
Evren hem sonsuz, hem bir, hem de çoğul... “Derviş asılı kaldığı zamandan seslenendi” demiş Emek Can Ecevit. Bana bir ortaçağ dervişini, Giardono Bruno’yu* anımsatıyor. Fikir bir kere çıktı, gözler parladı, zihinler duydu. Bizi koca ülkede tecrit etseler ne olur? Gittikçe ortaklaştıran bir deneyim bu.
Vedat Gün’ün tecridi gibi bir tuhaf habitat...“Sızma” tavandan inen ahşap bir kafes, dışarıdan şırıngalı bir düzenekle bir çift yürek yetiştiriliyor içinde: “Kalp Kalbe Karşı” çiçeği...
Pandora’nın kutusunda en son kalan “umut” gibi... Serginin girişinde bizi karşılayan gösterişli bir işi sona bıraktım:
Tecritin anlamını tersine işleten bir şeffaf kutu var. Özgür Ceren Can “Küçük sır”rı vermiş... İçerisi mi mahrum, dışarısı mı? Özgürlüğü kim bulmuş da kaybetmiş? Bu aksi masal çoktan söylenmiş... Asi olan kutudan kaçmış. Hala sırça, hala kırılgan... İnatlaşmaya devam etmiş... Ama bir o kadar oyunbaz, gidemediği yerlere gölgesiyle erişen bir uslanmazmış. Şu “Küçük Prens”in kutusundan beklenen değil; Keçi çıkmış!
* Giardono Bruno İtalyan filozof, rahip, gökbilimci
ve okültist. Evrenin sonsuz ve eşdağılımlı olduğunu ve evrende, dünyadan başka birçok gezegenin bulunduğunu söylemiş. Aykırı görüşler beslediği
için yıllarca hapsedilmiş, 1600 yılında Engizisyon tarafından Roma'da diri diri yakılarak idam edilmiştir.
Yorumlar (0)