Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Türkiye Demokrasisinin AKP Spazmı

Güzellik Sokaktadır, ’68’in en meşhur sloganlarından. Sokak haktır; sokak demokrasidir. Batı’nın tersine Türkiye sokağa hep endişe ile baktı. Türkiye siyasetinde “Sokağın sesini dinlemek.” olsa olsa reâyânın makama sunduğu bir arîza (aman dikkat arıza/bozukluk değil) bir arzuhâl gibi telakkî edildi. 70’lerin kötü hatıralarının bunda önemli bir rolü var ama kesinlikle bundan fazlası: Yerli ve milli sans culottes güruhunun – Fransız Devrimi’nin baldırı çıplaklarının, ayağında donu olmayan sıradan halkın- bizzat ve bilfiil hakkını aradığı yer olarak sokak, Osmanlı’dan günümüze siyasetçilerin korkulu rüyâsı oldu. Oysa düşünüldüğünün aksine Cumhuriyet de Meclis-i Mebusan’da, Dersaâdet’in karanlık koridorlarında değil, sokakta, Anadolu’nun her köşe başında kurulan -Tarık Zafer Tunaya’nın çoban ateşlerine benzettiği- müdâfaa-i hukuk ve reddi ilhak cemiyetleri ile kurulmuştu.

Türkiye Demokrasisinin AKP Spazmı

 Tramvaydan İnerken

“Genç bir adam Tayyip Erdoğan, 42 yaşında, Türkiye’nin Netanyahu’su olmaya namzet. Zeki, kurnaz ve becerikli. Sert ve hırslı. Amerikalılar’ın ‘winner’ dediği cinsten. Hani o yalnız kazanmak için ateş edenlerden.” Diye tanımlamıştı onu Nilgün Cerrahoğlu, 14 Temmuz 1996’da Erdoğan’la yaptığı ünlü röportajında. 2025’in Türkiye’sinden dönüp baktığımızda Nilgün Cerrahoğlu’nun tespitlerinin çoğunun hâlâ geçerliliğini koruduğunu görüyoruz. Söz dönüp dolanıyor röportajda ve Erdoğan, Cerrahoğlu’nun sorusuna “Şu ana kadar demokrasiyi bizim [Refah Partisi] gibi anlayan, bizim gibi yaşayan ve yaşatmaya gayret eden bir parti gelmedi. Ama demokrasi amaç mı, araç mı? Ha burada bizim bir ayrılığımız var. Biz diyoruz ki, demokrasi bir araçtır. Demokrasi amaç değildir..." diyor. (Milliyet, 14.08.1996, s.22)

Evrensel kavramlar üzerinde hoyratça tepinmek, esnete, sündüre içlerini boşaltmak, onları birçok anlama gelecek şekilde, muğlak biçimde kullanmak; sadece Erdoğan’ın değil, oldum olası, Türkiye sağındaki celebrity hatiplerin hepsinin mâhirâne kullanageldikleri politik silahlarıdır: Kavramların üzerinde horon tepmek bir politik manevra alanı açar bu aktörlere. Nitekim, elhak doğru, demokrasi hiç tartışmasız kendi başına bir amaç olamaz; sadece araçtır. Hoş, bu röportajda Erdoğan’ın derdi de demokrasi üzerine teorik bir amaç/araç analizi yapmak değildi. 2025 Türkiye’sinden dönüp geriye baktığımızda rahatlıkla söyleyebiliyoruz ki Erdoğan o günlerde de demokrasiyi kendini Necip Fazıl’ın Başyücelik’ine taşıyacak bir fırsat alanı olarak değerlendiriyordu. Ruşen (Çakır) Hoca’nın onu demokrasi tramvayındaki ihtiraslı yolcu olarak tanımlaması boşa değil. (Vatan, 06.11.2012)

Nilgün Cerrahoğlu, bu röportajdan yaklaşık 20 yıl sonra, Cumhuriyet (03.04.2016, s.1,12) gazetesindeki köşe yazısında “Onca lider, siyasetçi, devlet adamı tanıdım. Ama Tayyip Erdoğan kadar sert, tavizsiz, iddialı, toleranssız ve kendisiyle dolu, hırslı birine rastlamadım… Bu sade ‘araç’tan ibaret olan demokraside, seçmenleri salt ‘partisinden olanlar’ ve ‘partisinden olmaya aday olanlar’ olarak ikiye ayırıyor: ‘Türkiye’de iki tip insan vardır’ diyor: ‘Refah’lı olanlar ve Refah’a aday olanlar.’ ‘Çok sesliliğin’ RTE’nin zihnindeki karşılığı bu.” diyecektir.

Hâkezâ, yaşadığımız süreç de üç aşağı beş yukarı bu değil mi? EkolTV'de Zeliha Saraç'ın sunduğu programda, oyuncu Aybüke Pusat'ın dizi kadrosundan çıkarılması nedeniyle TRT’ye yönelik  tepkilere ilişkin açıklamalar yapan Cem Küçük’ün, TRT’ye tepki gösterenleri kastederek “Onlar vatandaş değil, Türkiye'de bir azınlık. Onların bir önemi yok Türkiye'de” demesini bir de bu gözle okur musunuz: Türkiye’de iki tip insan vardır: Cumhur’lu olanlar ve Cumhur’a aday olmadıkları için işlerinden atılanlar, Silivri’ye gönderilenler, hedef gösterilenler, itibar suikastına uğrayanlar, sivil ölüme mahkûm edilenler…

Boşa “Erdoğan'ın tavrı Türkiye'yi yıkıma sürükleyecektir.” demiyordu, rahmetli Tarhan Erdem. Erdem’e göre “Başbakan Tayyip Erdoğan'ın, otoriter devlet başkanı olma hevesi Türkiye'yi çözümü zor bir yıkıma doğru sürükleyecektir…son bir yıldır, başbakanlığının ilk sekiz yılından daha farklı tavır içine girdiğini söylemek herhalde yanlış olmaz. Davranışı çelişkiler içinde; konuşmaları, eskisinden daha haşin ve hırçın! Demokrasiyi ve laikliği hayallerine engel görüyor; ilkellikten destek arıyor!” (Radikal, 23.08.2012). Türkiye siyasetinin, tanışma fırsatına erdiğim en agâh, en zeyrek sîmâlarından Erdem, sanki zaman makinasına binmiş, 2025’e gelip olan biteni görmüş de 2012’ye yüzgörü etmiş de yazmış gibi.

CHP’nin Dördüncü Adamı Kim?

Genel Başkanlığı’nın 7. Yılında, Enis Berberoğlu’nun tutuklanmasının hemen ardından 15 Haziran 2017’de Ankara’dan İstanbul’a yürüyen Kemal Kılıçdaroğlu, siyasî hafızamıza kazınacak bir sivil itaatsizlik eylemi gerçekleştirmişti. O dönemde çalıştığım Nokta’da “Dördüncü Adam”ın “Sokak”ta Doğuşu  (09.07.2017) başlığı ile bu yürüyüşün “Kılıçdaroğu’nu, CHP Genel Başkanlığı’ndan Dördüncü Adam’lığa terfi” ettirdiğini yazmıştım. Kılıçdaroğlu’nun elinde o gün sıradan bir genel başkanlıktan CHP’nin Dördüncü Adam’lığına geçiş için tüm şartlar vardı; heyhât, kullanamadı. “Felek Mustafa’ya yâr olmadı” derler ya, bırakın Dördüncü Adam’lığı  2023’ün 14 Mayıs’ından önceki  Piro Kemal’liğini bile mumla aratır hâle geldi; Piro Kemal, Şizo Kemal’e tahvil oldu.

Şevket Süreyya Aydemir’in artık klasikler arasında sayılan o ünlü iki biyografisinden Mustafa Kemal’e ait olanının adı Tek Adam idi. Onu, CHP’nin ikinci Genel Başkanı, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün biyografisi izledi. Aydemir bu biyografiye İkinci Adam adını vermişti.

Şevket Süreyya Aydemir, 1972 yılında Ecevit genel başkan olduğunda 75 yaşındaydı. Ecevit için de bir biyografi yazmayı düşünür müydü, bilinmez. Ama 1974 yılında Semih Altan CIA’nın Namlusunda Üçüncü Adam Bülent Ecevit biyografisini çıkardığında, Aydemir’in CHP Genel Başkanları için başlattığı bu gelenek de devam etmiş oldu. Ecevit, Karaoğlan olmadan önce Üçüncü Adam olmuştu bile.

CHP’nin daha sonraları da Genel Başkanları oldu. Ama onlar için bir Dördüncü Adam’ı yazmayı kimse düşünmedi. Kimse de Ecevit’ten sonraki genel başkanlar için bu tabiri kullanmadı. Haziran ortasında başlayıp 9 Temmuz 2017’de İstanbul Maltepe’de sona eren yürüyüşüyle Kılıçdaroğlu, CHP’nin Dördüncü Adam’ı olayazıyordu; dedim ya olmadı işte, ceremesini sadece o değil hepimiz çektik, çekiyoruz.

Enis Berberoğlu’nun tutuklanmasından sonra sokağa çıkarak Ankara’dan Maltepe’ye revân olan Piro Kemal tarihin ve tâlihin kendisine sunduğu bu fırsatları kullanamadı; ne Piro’luk kaldı ne Dördüncü Adam’lık. Oysa, Mütareke’den kısa süre sonra İstanbul’dan Samsun’a, sokağa, Anadolu’ya çıkan ilk genel başkan Tanrı’nın kendisine açtığı tâlih ortasıliderlik golüne çevirmeyi bihakkın becermiş; Gazi ve Tek Adam olabilmişti. Benzer şekilde Millî Şef’te İkinci Adam. Üçüncü Adam’da sokak’ta Karaoğlan, sokakta Üçüncü Adam olmuştu.  Şartlar mı -Tanrı’nın açtığı ortalar ya da tarihin ve tâlihin lidere sunduğu fırsatlar diye de okunabilir- liderleri doğurur; liderler mi şartları şekillendirir sorusu “Yumurta mı tavuk mu?” sorusu kadar zor bir soru. Enis Berberoğlu’nun tutuklanmasından sonra Maltepe’ye giderek Dördüncü Adam’lığının yolunu açan Kılıçdaroğlu’nun heder ettiği tarihsel fırsatı, Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasından sora Maltepe’ye giden Özgür Özel kullanabilecek mi? Bekleyip göreceğiz.

La Beauté est Dans la Rue

Güzellik Sokaktadır, ’68’in en meşhur sloganlarından. Sokak haktır; sokak demokrasidir. Batı’nın tersine Türkiye sokağa hep endişe ile baktı. Türkiye siyasetinde “Sokağın sesini dinlemek.” olsa olsa reâyânın makama sunduğu bir arîza (aman dikkat arıza/bozukluk değil) bir arzuhâl gibi telakkî edildi.  70’lerin kötü hatıralarının bunda önemli bir rolü var ama kesinlikle bundan fazlası: Yerli ve milli sans culottes güruhunun – Fransız Devrimi’nin baldırı çıplaklarının, ayağında donu olmayan sıradan halkın- bizzat ve bilfiil hakkını aradığı yer olarak sokak, Osmanlı’dan günümüze siyasetçilerin korkulu rüyâsı oldu. Oysa düşünüldüğünün aksine Cumhuriyet de Meclis-i Mebusan’da, Dersaâdet’in karanlık koridorlarında değil, sokakta, Anadolu’nun her köşe başında  kurulan -Tarık Zafer Tunaya’nın çoban ateşlerine benzettiği- müdâfaa-i hukuk ve reddi ilhak cemiyetleri ile kurulmuştu. 

Bugünün gençleri de sokaktalar; bizzat ve bilfiil meydanlarda, kampüslerde haklarını, hukuku aramaktalar; müdâfaa-i hukuk etmekteler

Külliye’nin muhterem governing elite’ine ve onların medyadaki kalemşörlerine “Önemli olan gençlerin sokakta olması değil, hak arayışlarının demokratik ve barışçıl olması, lütfen -bu defa olsun- seslerini dinleyin; bu kez olsun hoyrat olmayın, letâfetle muamele edin!” falan diyesiydim ama “Benim oğlum binâ okur, döner döner yine okur.” Daha bir oturdu sanki.

Keyifli günler...

Yorumlar (1)

nevzat ülker

5 saat önce / 07.04.2025

Rotası B..O..P olana Türk Milleti Cevap verecektir.

  |   Beğenmedim 0   |   Cevapla