Ulucanlar’ı ilk duyduğumda 12 yaşımdaydım. Televizyonlarda “jandarma’ya ateş açan yasadışı örgüt üyeleri etkisiz hale getirildi.” şeklinde son dakika haberleri geçiyordu. Spikerlere bakarsam devlet her zamanki gibi doğru yapmıştı. Tabii, o zamanlar aklım ermiyor. Bize ezberletilenler üzerinden, “Oh olmuş teröristlere. Devlete karşı çıkmak mı olurmuş!” demiştim içimden. Babamsa gözlerini ayırmadan izliyordu televizyonda hareket eden görüntüleri… Aradan birkaç yıl geçti. Babamın, “evde bulunsun!” diyerek aldığı “12 Eylül Belgeseli”ni izlemeye başladım. Halen, birçok kavram yabancı geliyordu. Darbe, komünizm, kapitalizm, emperyalizm gibi… Ama, orada da duydum Ulucanlar’ı… Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan orada asılmış. “Deniz Gezmiş tamam, biliyorum. Ama; diğerleri kim ki? Bülent Ecevit de mi orada yatmış. Şu an başbakan olan bir insan neden hapse girmiş ki? Hapse giren biri nasıl başbakan olur ki?”…
Üniversiteyi kazanıp Ankara’ya geldiğimde aklım ermeye başlamıştı. Sol, darbe, oligarşi, lacivert ordu… Biliyordum artık. 2000 yılında, Ulucanlar’da da gerçekleştirilen operasyon “Hayata Dönüş Operasyonu” değil, “Hayata Elveda Operasyonu”ymuş meğer. Teröristlerin, askerlerin üzerine atmak için kaynattıkları yağ aslında askerin kullandığı lav silahıymış… 6 Mayıs 1972 sabahı yangından mal kaçırır gibi, Ulucanlar’da idam edilen Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan terörist değil, ülke için güzel şeyler yapmaya çalışan insanlarmış… Küçüklüğümüzden beri bize öğretilen ‘baba’ devlet, aslında ‘devlet baba’ değilmiş… Arkadaşımın telefonda “Ulucanlar’a gidip fotoğraf çekelim!” demesiyle de kapanıp, müze olduğunu öğrendim Ulucanlar’ın. Ne bileyim, içimde oraya gitmeye dair en ufak istek bile olmadı o an. Gidip neyin fotoğrafını çekecektim ki? Deniz’in giysisini, Ecevit’in kasketini, Yusuf’un el defterini mi? Canlı canlı yanan mahkumların manşet olduğu gazete sayfalarını mı?
Peki; o cansız ama çaresiz ‘anılar’ın fotoğraflarını nasıl çekecektim? Ama sonunda gittim Ulucanlar’a. Elimde makina da vardı üstelik… Kafamdaysa gözümün önünde canlandırdığım bir cezaevi vardı, onu görmeyi umuyordum. Ama umduğumu değil, Kredi Yurtlar Kurumu standartlarında restore edilmiş koğuşları, yepisyeni pencereleri gördüm. Devlet “Burada o kadar iş çevirdik. Olduğu gibi mi gösterecektik bir de buraları size.” diyerek müzeye basbayağı cezaevi süsü vermiş. (Haklarını yemeyeyim. Balmumu adamlar oldukça inandırıcı olmuş. Koğuş girişindeki gardiyana selam veriyordum az kalsın.) Tamam, cezaevini epey süslemişler; fakat müzenin misyonu gereği sağa sola, az da olsa, gerçekten utanç duyulacak bilgi, anı ve eşya da bırakmışlardı: çocuk sayılabilecek bir insanın 16 yaşında idam edildiğini söyleyen biyografi, mahkumlara vurulan pranga, idam karar belgesi gibi… Ve tabii ki en büyük utanç kaynağı, darağacı. Sanki kaçacakmış da, kaçamasın diye hapsettikleri demir parmaklıkların arkasında duruyordu…
Prangaları, mahkumların eşyalarını görünce iştahtan kesilmiş gibi, fotoğraf çekemedim. Çektiysem de insanın yüzünde az da olsa bir tebessüm bırakabilecek, sıradan kareler bulmaya çalıştım. Cezaevinde belki tek yumuşak, şevkatli eşya olan traş fırçası… Yılmaz Güney’i unutmayan insanlar ama onsuz da boğazdan geçmeyen yemekler… Uzun lafın kısası; devlet ettiği ayıplardan bir şekilde utanç duymuş. Bazıları bunu samimi de buluyor, inanıyor. Ama ben inanmadım. Hele bu utancı, çok matah birşeymiş gibi, biz halkına “öğrenci 2, tam 5 tl”den sattığını görünce, hiç inanmıyorum… Dipnot: Daniel Monzón’un başka bir 19 Aralık’ı anlatan çok güzel bir filmi var: Celda 211. Ulucanlar’da, başka cezaevlerinde neler yaşandığını güzelce aktarıyor bizlere. İzlemenizi tavsiye ederim.
Yorumlar (0)