Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Yalnız Anne – Küçük Adam – Ankara …

Bu kelimeler ekseninde dönen bir yazı yazmak için bilgisayarın başına ilk oturduğumda (ki birkaç hafta önceye tekabül ediyor), ortaya oğlum –yoldaşım, küçük adamım ve benim hakkımda o kadar kişisel bir öykü çıktı ki, bir gayri-resmi kent gazetesinin “kadın” dosyasında yer alamayacağını düşündüm (aslında hâlâ da öyle düşündüğüm için ikinci bir yazı yazmaya koyuldum).

Yalnız Anne – Küçük Adam – Ankara …

“Yalnız anne” olmak (işin “kadın” tarafından bakacak olursak) ya da çocuk olmak ile kent (Ankara) arasında bir bağlantı noktası bulamıyorum aslında. ‘Kadın’lığımızı, ‘çocukluğumuzu’ kent ile bağdaştıran, kent üzerinden yaşananlarla biçimlendiren bir şey var mı ki gerçekten? Olabilirdi diye düşünüyorum; belki başka bir kentte olurdu… Ama Ankara’ya dair düşününce, bu kentin, bu ilişkiler bütününün (öncelikle kendimizle kurduğumuz, ardından yakın ve uzak çevremizle kurduğumuz ilişkiler) yalnızca ‘alan’larının hatta ‘alan’larının bile değil, yalnızca ‘mekân’larının sınırını çizen, kısıtlayıcı, kurtulmaya, kırmaya çalıştığımız bir baskı unsurundan başka bir şey olmadığını düşünüyorum…. Kendi çocukluğumdan, ergenliğimden, yetişkinlik yıllarımdan oğluma aktarabileceğim ne kaldı bu kentte diye düşündüm.

Bu satırları yazmaya çalışırken, çocukluğumdan beri pek de uzun olmayan kesintilerle oturageldiğim Kavaklıdere Mahallesi’nin nadide sokaklarından birinde, yoldaşımla paylaştığım evimin salonundayım. Yılların oluşturmuş olduğu bir “mahallelilik” var elbet. Peki ya bu mahallenin geçmişi? Yok olan, yok olmaya devam eden bir geçmiş… Belki de geçmişin yok olması daha hayırlıdır? Oğlumla Kavaklıdere Sineması’nda film izleyememek, Su Deposu’nun bahçesinde hazine avı sürememek, Kuğulu Park’ın bile geçici bile olsa kapalı olması… Aa, bir de değişmeyenler var tabii, örneğin Kuğulu Park’taki heykel sayısı (tabii, heykel niyetine parkın girişine oturttukları Tunalı Hilmi heykelini saymazsak!)… Çocuklara kendi özgürlük alanlarını kurmalarını sağlayacak, hayal dünyalarını şehrin içinde bulmalarını sağlayacak alanlar yok ne yazık ki bu kentte. Yine de benim küçüğün kendi ritüellerini, oyunlarını yarattığını izlemek mutlu ediyor beni: Seğmenler’de set havuzların deliklerinden sonbahar yapraklarını, kestaneleri atıp, aşağıdaki havuza düşüşlerini seyretmek, Kuğulu’da dairesel döşenmiş parke taşlarının etrafında (tabii onlar da kalırsa) üçer tur dönerek kovalamaca oynamak, Şili Meydanı’ndan aşağı inerken Yunanistan Büyükelçiliği’nin boş arazisinden taşan alıçları toplayıp yokuştan aşağı yuvarlamak, Kıtır-Dost Kitabevi arasındaki geçişte saklambaç oynamak, Fransa Büyükelçiliği’nin önünden inen merdivenli yaya yolunda üstünde Çankaya Belediyesi logosu olmayan taşlara basarak yürümeye çalışmak….

Ama bütün bunlar, tıpkı bizler gibi, bir çocuğun kentin sunduğu yokluğun içinde kendi dünyasını yaratma çabasından ibaret oyunlar… Bu kentte, kendi kentlerimizi, dünyamızı kendimiz kurmak zorunda değil miyiz hepimiz? İster anne-kadın, ister çocuk olarak? Kent bizi değil, biz kenti yaratıyoruz sonuçta ve belki de bizler çocukluğumuzun kentini korumak, zenginleştirmek için pek de çaba sarf etmedik. Bakalım küçük adam, büyük adam olduğunda ne diyecek?

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış