Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Yazmak Üzerine

Yazar, bazen yazmak istemediğini de yazmak zorunda kalır ve bu yazı onun hayatındaki en popüler ve en uzun yazı olabilir.

Yazmak Üzerine

Derenden Tepeden...

Medeniyet -dün de dahil bildiğimiz insanlık tarihi- coğrafî, iktisadî ve kültürel üç temel faktör tarafından şekilleniyor. Birbirleriyle ilişki ve çelişki içerisindeki bu üç unsur, kabaca, tarihsel (historic) ile tarih öncesi (prehistoric) arasına da bir duvar örüyor.

Medeniyetin Mekânı: Coğrafya

Şu, kaderdir dedikleri coğrafya ile başlayalım. Tabii, mekân-mukadderât ilişkisi üzerine düşünmeye, yakışıklı Christopher McCandless’in Alaska sergüzeştini izlerken başladıysanız işimiz zor.[1] İnsanın coğrafya ile didişmesi öyle yolları yurt bellemiş, güzellik aşığı Christopher’ın masaya çakısıyla yazı yazarken kendi kendine mırıldandığı türden telefonsuz, evcil hayvansız, sigarasız bir hayat, bir nihai özgürlük yolu, bir ruhsal devrim mekânı, bir “Salalım kendimizi vahşi doğaya da özgürleşelim.” durumu değil. Tabiri caizse, coğrafya (sosyolojik) olay yeridir; locus regit actumdur. Sadece hukukta değil, siyasette, ekonomide -genel anlamda sosyal olan ne varsa- yer/coğrafya hukuka (sosyal analize de) hükmeder. Hoş, hukukun burjuvazinin seks emekçisi olduğunu haykıran Bakunin ve parlamentonun burjuvazinin ahırı olduğunu hatırlatan Lenin akla geldiklerinde işler karışmaz değil. Olsun, o kadar kusur kadı kızında da var. Konuyu bulandırmadan McCandless’e dönelim.

Christopher McCandless; tüm hayali Ege’de bir kıyı kasabasında organik tarıma başlamak olan büyükşehirli, beyaz yakalı, orta yaşlı, orta sınıf Anadolu cengâverlerinin yani vallahi bizzat benim ve hatta belki de sizin hayalini kurduğumuz bir hayatın riskini alıyor ama coğrafya kaderdiri -yine de- “Balkonda mangal yakmak yasak, şimdi Urla’da olsaydık ne güzel yakardık!” serzenişine indirgememek lazım. Ne diyor Ahmet Hamdi Tanpınar; “Coğrafya bir kaderdir. Bu demektir ki bunun gereklerini kabul etmek, ona ayak uydurmak şartıyla onunla iyi kötü uzlaşılabilir.”[2]

Cemil Meriç’in bir otoritesi vardır gönlümde, o söylüyorsa “Doğrudur!” der geçerim. İbn-i Haldun, “Ortaçağın karanlık gecesinde” “...ne öncüsü̈… ne devamcısı” olan “…muhteşem ve münzevî bir yıldız[dır.]” Coğrafya ve insan ilişkisinin sosyolojik bağlamda ele alındığı -ki gerçekten de o, ilk siyaset bilimci unvanını hâlihazırda elinde tutmakta olan Machiavelli’yi bile derinden etkilemiştir- ilk akademik çalışma olan Mukaddime de “…bulutları dağıtan bir rüzgâr. ‘Scienza Nuova’ teolojinin sisleri arkasında çakan bir şimşek”[3], “…fecir, girdapları, mağaraları [ve] zirveleriyle.” “…çağları aydınlatan”[4] bir eserdir.

Vakti zamanında -genç bir doktora öğrencisi iken- okudum demeyeyim ama okumaya zorlandığım, okutulduğum, okurken ömrümü tüketen bu eser, yine gökyüzündeki Meriç’e selam göndererek söyleyeyim “Ibn-i Haldun, külliyatını tetebbu etmeyenlere [peşinden gitmeyenlere] sırlarını ifşâ etmez.”[5] Sözün özü, Mukaddime çetin cevizdir; kabuğunu kırmak, yenmesinden uzun sürer.

“Ben, Mukaddime’nin kabuğunu kırdım, İbn-Haldun külliyatını tetebbu ettim!” diyemem ama İbn-i Haldun’un coğrafi faktörlerin tamamının insan tabiatından, sosyal -ve elbette siyasal- yapıya kadar tüm üstyapıyı derinden etkilediğini söylediğini aktarabilirim size. Özellikle Mukaddime’nin ilk bölümünde İbn- Haldun, iklimlerin yeryüzündeki uygarlıklar üzerindeki etkilerine, havanın insanların yaşam biçimlerine etkisine, yetersiz ya da aşırı beslenmenin insanların beden ve huyları üzerindeki etkilerine değinir.[6]

Onun zamanında jeoloji bilimi bu kadar ilerlemiş olsaydı İbn-Haldun da Pleistosen (pleistocene) Dönem’in sona ererek Holosen (holocene) Dönem’in başlamasının insan tabiatı, sosyolojisi, üretim ilişkileri ve siyasal kurumları üzerindeki muazzam etkilerinden bahseder miydi? Bence muhtemelen ederdi. Bu kalibredeki bir sosyoloğun, insanlığın tarihi ile tarih öncesini birbirinden ayıran üç önemli faktörden biri olan böylesine devrimci bir dönüşümden bîhaber olacağını düşünmek bile abuk.[7]

Gerçekten de iki buçuk milyon yıl süren Buz Devri’nin yaklaşık 10-14 bin yıl öncesinde sona ermesi, insan denilen primatın kaderini de derinden etkileyecektir: Bugün aya gidebilen, cep telefonları ile konuşabilen, uçaklarla uçabilen, her işini ekranlara dokunarak halledebilen bir insan-evlâdı varsa, bugünün Homo sapiensinin kaderi aslında tam da o gün değişecektir: Coğrafya kaderdir diyorlar ya tam da o, bu işte. İnsanın/insanlığın tarihi- Holosen Dönem’le başlar; öncesi fî tarihidir, prehistoriadır.

Uluslararası Jeoloji Birliği, 2009’daki toplantısında halen devam etmekte olan Kuvartener (Quaternary) Evre’nin 2,58 milyon yıl önce başladığını tespit etmiş. Bu evrenin çok ama çok büyük bir dönemi bir buzul dönemi, Pleistosen Dönem. Yukarıda da belirttiğim gibi, bu dönemin sadece son 10-14 bin yılı, insanlığın kaderini de yoğuracak olan Holosen Dönem.

Üç aşağı beş yukarı, Dünya Kuvartener Evreye girdiğinde, ileride Homo sapiens’e dönüşecek olan dıdımızın dıdısı becerikli akrabamız Homo habilis de (2,3 milyon yıl önce) doğu ve Güney Afrika’da arzı endam etmeye başlar. Aziz Nesin Türkiye’nin %60’ına şerh koysa da günümüzün akıllı insanı (Homo sapiens) ise dünkü çocuk (384-200 bin yıl önce).

Buzul Çağı’nın sona erdiği dönem, tamı tamına, sevgili Fred (Frederic Joseph, Fred), karısı Wilma (Wilma Anna), kızları Çakıl (Pebbles Wilma) ve minik dinazorları Dino’dan mürekkep Flintstone Ailesi’nin (Çakmaktaşlar) Barni-Beti Moloztaşlara (Bernard Matthew- Elizabeth Jean (Betty ) Rubble) komşu yaşadıkları Taş Devri’dir. Jeologlar bu Taş Devri’ni de kendi içinde birçok alt evreye ayırıyorlar ama o kadarı da Ziya Paşa hesabı oluyor: Fen bilimcilerin “İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez.” Zira bu sosyal bilimci kafası da- bu sıkleti, bu yükü çekmez.

 Daha net söylersek, Holosen jeolojik çağ başladığında Üst Paleolotik Dönem sona ermiş, insanlık Epipaleolitik Dönem’e doğru koşar adım gitmektedir. Cilalı Taş Devri’ni (neolithic) geçecek olan akıllı insanımız (Homo sapiens) yokuş aşağı tarım toplumuna doğru koşmaktadır. Nitekim, dil/konuşma da son 50 bin yılda etkili bir iletişim aracı olmaya başlayacak; ilerleyen sayfalarda bu mevzuya geleceğiz.

Yazarın Doğuşu: Tarım Toplumu

Tarihsel (historic) olanla tarih öncesini (prehistoric) ayıran ve medeniyetin temeline yerleşen coğrafî, iktisadî ve kültürel faktörlerin birbirleriyle yakın râbıtaları olduğunu belirtmiştim; tıpkı Buzul Çağ’ının sona ermesi ile tarım toplumuna geçilmesi gibi.

Çok yanlış olarak tarım toplumu, tarımın icat/keşfedildiği, tarımın bulunduğu bir evre olarak tasavvur edilegelir. Lâkin unutmamamız gerekiyor ki tarım toplumuna rengini veren şey, Homo sapiensin elmayı toprağa gömünce müteakip yıllarda elma ağacının büyüdüğünü keşfetmesi değildir. Ona rengini veren, bizim, geçen yüzbinlerce yılda beyin hacmi 1400cc’ye çıkan, iki ayağı üzerine yürüyebildiği (bipedalism) için iki elini rahat rahat kullanabilen, konuşma yetisi gelişmiş akıllı primatımızın (Homo sapiens) elmayı, tüketiminin çok ötesinde üretebileceği/biriktirebileceği/satabileceği, yaygın işbölümüne dayalı bir toplumsal yapıyı keşfetmesi daha da doğrusu böyle bir yapının dominant hale gelmesidir.

Tarım toplumu ile birlikte bizzat elmanın bulunduğu ağaca gidip ihtiyacı kadar elmayı toplayan, yabanî koyuncağızı sotede sıkıştırıp avlayan avcı-toplayıcı kabile üyesi; bahçesinde/tarlasında kendi ihtiyacının çok çok ötesinde elma üreten, ağılda yiyebileceğinin çok ama çok ötesinde koyun besleyen çiftçiye dönüşüverir. Homo sapiensimizin gıda kaynakları üzerindeki denetimi evvelinde görülmedik ölçüde artar, tüm insanlık -peyderpey- bu yeni üretme biçimine göre organize olmaya başlar.

“Başlar da ne olur?” demeyin. İnsanlığın - en çok da elma ağaçlarının, ağaçların ekildiği tarlanın ve elmaların sahiplerinin- karınları doyar. Elmaları üretenlerle elma, ağaç, toprak ve elma üretmek için gerekli alet edevata sahip olanlar farklılaşır; elma yetiştirme işine bilfiil ve bizâtihi katılmasalar -tarımın bir ajanı olmasalar, tarımsal faaliyete aktif olarak katılmasalar- da oradan elde edilen artık ürüne el koyarak hayatlarını sürdürebilen bir nüfus ortaya çıkar. Bunlar; tarımın gerçekleştirildiği alanlarda değil, aksine, şehirlerde oturmaya başlarlar. Ortalama olarak günde 2000 kalori besine ihtiyaç duyan ve avlanıp toplayarak km2’de hadi hadi 200 kalori bulabilen yani aç karnını doyurabilmek için günde ortalama 10 km2 alanda yakalayıp, kesip yiyebileceği yabanî koyun, dalından meyvesini toplayacağı elma arayıp duran gariban kabile üyesi buharlaşır; yerine tarımsal faaliyetleri ile km2’de günde 2000 kalorilik besin yetiştirebilen, kontrollü gıda üretebilen, tarımsal faaliyeti ve hayvancılığı etkin şekilde kontrol edebilen çiftçi geliverir. Bizim Homo sapiens -Aristotales’in tabiriyle- her gün biraz daha bir zoon politikonlaşır. Avcılık ve toplayıcılık yapan erkekler ve nesli devam ettirip, kabileyi çekip çeviren kadınlar olarak farklılaşan basit avcı toplayıcı kabile yapısı tarım toplumuyla birlikte iyiden iyiye karmaşıklaşmaya; toplumsal işbölümü, üretim kapasitesi, nüfus artışı-yoğunluğu ve iletişim ihtiyacı giderek artmaya başlar.

Sadece bugün bizim değil dün dedelerimizin de yazmak için koyunu kesme, elmayı toplama gibi meşgalelerin haricindeki faaliyetlere harcayabilecekleri bir zamana -boş zamana- ihtiyaçları vardı ve hâlâ da var. Ne ilginç, yazar -hadi dürüst olalım yazı yazan primat değil, tarım toplumunun içinde ama bizzat tarımsal üretim yaparak karnını doyurmak zorunda olmayan akıllı insan- yazı yazmak işinden önce ortaya çıktı. Daha doğrusu yazar, tarımsal üretime bilfiil katılmayan bu artizanlar (Lat.: artitianus) arasından türedi. 10-14 bin yıl önce, tarım toplumuna geçişle birlikte nevzuhûr olmaya başlayan artizanlarımızın, yazar olabilmeleri, yazı yazabilmeleri için Sümerli komşularımızı (M.Ö. 4-3 bin) beklemeleri gerekecek.

Homurdanmaktan Konuşmaya

Yazmak işinin de evrimle alâkalı olduğunu unutmamamız gerekiyor: Hele bir yol boş verin, bipedalizmi ve ön ayaklarımızın ellerimiz haline gelebilmesi için geçirmesi gereken evrimi; yazmak için yazıya, yazı için konuşmaya/iletişime, gramere dayalı sistematik konuşma/iletişim için seslenmeyi (vocalisation) öğrenebilmeye ihtiyacımız vardı. Elbette konuşmaya göre çok daha basit ve yüzeysel ama vokalizasyon deyip geçmeyin, her nesneye bir anlam yüklemeden içerisinde bulunan duruma göre anlamlı sesler çıkarabilmek her işin başı, bunun için de hem beynin broco ve wernicke alanlarının hem de gırtlak yapısının konuşmaya uygun birer evrim geçirmeleri gerekiyordu.[8] Zaten bilim adamları konuşmayı da vokalizasyonun özel bir türü olarak tanımlıyorlar. Sistematik, kurallı vokalizasyon deyiverelim konuşmaya. Unutmadan, yaklaşık 3 milyon yıl önce, homurdana homurdana sesler çıkararak iletişim kuran ilk büyük dedemiz de Australopithecus aferensisgillerden bastıbacak Lucy’dir; Fran Dorey[9] öyle diyor.

Laringeal iniş teorisi, anatomik açıdan konuşma becerisinin -ve elbette dolayısıyla dilin- modern Homo sapiens'e (200-300 bin yıl öncesine) kadar evrimleşmemiş olduğunu söylüyor.[10] Bu teorinin ağababalarından Philip Lieberman’a göre, çoğu hayvandan farklı olarak insanda -tam da bu zamanlarda- gırtlak aşağı iner. Böylece gırtlağımız, burun boşluğumuzu boğazımızdan ayıran yumuşak damaktan oldukça uzakta kalır. Bu bize konuşma ve dil için gerekli sesleri üretme konusunda eşsiz bir yetenek kazandırır. Lieberman, bu anatomik yapının Neandertallerde ve diğer ilk insanlarda bulunmadığını, fosil kayıtlarında ancak 50.000 yıl önce ortaya çıktığını belirtir.[11]

Homo Sapiens’ten Kültür Taşıyan İnsan’a

Günümüz insanı, akıllı insan (sapiens). Britannica Ansiklopedisi onu, humanbeing maddesinde kültürlü primat, kültür taşıyıcısı bir primat [12] olarak tanımlıyor. Kültür taşıyıcısı (culture-bearing) tam olarak yazmak faaliyetini konumlandırabileceğimiz bir yer. Mademki biz primat türüne akıllı, kültür taşıyıcısı insan deniyor; o zaman izninizle yazmak işini insan olmanın (be human being) sosyolojik DNA’sına kaydediyorum. Yazmak insan olmak insan olmayı pratik etmektir. Derek Bickerton[13] da aynı görüşte olmalı ki “İnsanı insan yapan... yegâne şey[in] lisan” olduğunun altını çiziyor:

Lisan olmasaydı, üzerine hiç kafa yormadan her gün yaptığınız şeyleri nasıl yapardınız bir düşünün. Mektup yazmak (e-posta ya da bildiğimiz mektup), telefona cevap vermek, sevdiklerinizle konuşmak, yeni satın aldığınız zamazingonun montaj talimatlarını uygulamak. yol tabelalarını okumak (kabul, bunlardan bazıları resimli simgeler, fakat bu gibi simgelerin anlamı şeffaf değildir; üzerine çapraz çizgi çekilmiş bir şeyin resminin, yapmamanız gereken bir şeyi simgelediğini lisan aracılığıyla öğrenmeniz gerekir), her türlü̈ oyunu oynamak (yazılı ya da sözlü̈ kuralları lisan aracılığıyla öğrenirsiniz) alışveriş yapmak (lisan olmaksızın konserve kutularının üzerindeki etiketleri okuyamazdınız; aslında alışveriş yapacak dükkânlar olsa bile, okunacak etiketler olmazdı), işe geç kaldığınız için patrona anlatacağınız bahanenin provasını yapmak… Bu liste böyle uzar gider. Sonuna geldiğinizde bulacağınız şey şu: Sizi insan yapan her şey, öteki türlerin elinden gelmeyip de sizin yapabildiğiniz sayısız şey, esasen lisana dayanır.

Yazmak, eni sonu, bir iletişim biçimi iletişim biçimi olmasına da peki, hayvanlar da iletişmiyorlar mı? O zaman neden sadece ama sadece Britinnica’nın humanbeing’i kültür taşıyıcısı diye tanımlansın ki? Zaten öyle değil. En azından, iletişimin sinir sistemi (neurobiological) [14], anne karnındaki dönem (ontogenetic) [15] ve çevre-uyumsal (adaptive) dizaynlarını inceleyen ve bu iletişim dizaynlarının her birini çiftleşme sinyallleri (mating signals), yaşamı sürdürmeye yönelik sinyaller[16] (survival signals) ve toplumsal sinyaller (social signals) bağlamında ele alan Mare D. Hauser da öyle diyor, onu iddia ediyor. Ancak, hayvanların, geleceği planlamak ya da geçmişi anımsamak şöyle dursun, hava durumu, manzara ya da komşunun yaptıkları hakkında konuşmak için kullanılabilecek tek bir sinyali yok. Nitekim, Bickerton’a[17] göre, “…herhangi bir hayvan geçmişi anımsayabilse, yaptığı tüm hataları bir kenara kaydedebilse, gelecekle ilgili plan yaparken bu hataları bertaraf edebilseydi, elbette, bunun muazzam faydasını görürdü. Hiç kuşkusuz böyle bir yeti, hayvanın evrimsel zindeliğini (fitness) de azamiye çıkarırdı -ki, bu da biyoloji dilinde hayvanın daha uzun yaşaması, daha fazla üremesi ve genlerini daha fazla yayması anlamına gelir[di.]” Laf aramızda, dil/lisan ve yazmanın, yazabilmenin önemi burada, yine, çok belirgin: Avcı toplayıcının köşede kıstırıp tepesine çöktüğü, çiftçinin ağılda beslediği koyunun beceremediği ama akıllı insanımızın becerebildiği şeylerden bir diğeri de iletişim yoluyla, iletiştiği anda orada bulunmayan, duyularla algılanabilecek menzilde olmayan varlıklara da hitap edebilmesidir[18]; hayvanlarsa sinyallerini simgesel değil ancak göstergesel olarak gönderebilirler. Ancak işte bu simgesel işarettir ki imlediği şey binlerce kilometre uzakta ya da binlerce yıl geçmişte kalmış olsa bile, onun -yani bizzat iletişmenin kendisinin- yerini alabilir; yazı, yazmak insana tam da bunu verir.

İletişimden Anlamaya

Yazmak, bana sorarsanız, iletişmekten de ötesi. İnsan neden günlük tutar, kimsenin ilgilenmeyeceği, kimsenin okumayacağı, hatta zaten okumasın diye köşe bucak sakladığı hayat detaylarını ne akla hizmet itinayla yazar ki? Biraz da hayatı anlamlandırmak için değil mi?

Romancılar, insan evladının görüp görebileceği en büyük yalancılardır. Yaşar Kemal, misal, bu kuyruklu yalancıların bayrak taşıyanlarından. Yok, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Değirmenoluk diye bir köy, Abdi diye bir ağa, bir de onun topraklarını süren Memed diye çelimsiz bir genç varmış da; yok, canına tak eden Memed, Kemse’ye gidip Süleyman’a yüz sürmüş ama olan bitenden bir şekilde haberdâr olan Abdi Ağa, Memed’i alıp gerisingeri Değirmenoluk’a götürmüş de; yok, Memed’in gönlü, Abdi Ağa’nın yeğeni Hatce’ye düşmüş, Ağa da bunu öğrenince dellenip köpürmüş, aşıkların peşine düşmüş de; yok, çarşı pazar karışınca çıkan arbedede Abdi Ağa’nın yeğeni ölmüş, Hatçe yakalanmış, çatışmada yaralanan Memed de Deli Durdu denen bir eşkıyanın çetesine sığınmış da. Külliyen yalan!

Tamam, kabul, İnce Memed Anadolu halkının geri kalmışlığını, cahil bırakılmışlığını, köy hayatının sefâletini, ağalık düzeninin adaletsizliğini anlatıyor ama bu fikri, düşünceyi, mesajı, sinyali… bize ilet(iş)mek için bu kadar yalana, dolana ne gerek var? Hadi adam profesyonel yalancı -ki, bırakın anlattığı hikâyeyi, gerçek adını bile saklıyor bizden yazar; Yaşar Kemal olarak tanıtıyor kendini Kemal Sadık Gökçeli Efendi- biz neden okuyoruz onun yalanlarını ya da Nazım Hikmet’in karısına yazdığı mektubunu veyahut da Cemal Süreya’nın kahvaltı ile ilgili iki satırlık görüşlerini? İletişim?

Dedim ya, bence, ilet-iş-mekten çok ötesi! -ki, sanırım, Nobel Edebiyat (2024) ödülünü kazanan Han Kang da benimle aynı fikirde olmalı. Şöyle diyor Kang; “Kitap okumak ve özellikle edebiyat okumak, başka bir insanın derinliğine girmenizi sağlar, diğerinin kalbine veya ruhuna girmenin çok doğrudan bir yoludur, bu yüzden çok şey ifade eder ve bu girme ve çıkma ile tekrar tekrar kendinize geri dönersiniz ve bu süreçle kendinizin sınırı esnekleşir diyebilirim; daha açık ve olgun olabilirsiniz”[19]

“Yazar mısınız” yoksa “Yazar” mısınız? Gerek ve Yeter Şartlar

Elbette günümüzde yolu bir ulus devletin örgün eğitim kurumlarından birine düşmüş herkes yazabilir. Kelimenin bu -geniş, literal- anlamıyla hiç kuşkusuz herkes yazar, herkes yazardır. Ancak yazarlık; bu türden bir beceriye, okuma-yazma beceresine sahip olmanın çok ötesindeki bir meziyettir. Yazmak, kişinin anlam dünyasıyla; yazar olmaksa kişinin etrafıyla kuruduğu sosyo-ekonomik ilişkilerle bağıntılıdır

Üzüldüğünüzde eliniz fırçanıza gidiyorsa ressamsınızdır. resimlerinizin Vincent Van Gogh’ununkilerden fazla para edip etmemesinin ne önemi var? Sevindiğinizde eliniz kemanınıza gidiyorsa müzisyensinizdir. Op.61 Re Majör Keman Konçertosu’nu detone çaldınız, entonasyonu bozdunuz diye Ludwig Van Beethoven size bozulmayacaktır – ki, Ludwing’in eserini çaldığınızı duymayacağına yemin bile edebilirim. Sinirlendiğinizde havuza girip yüzüyorsanız yüzücüsünüzdür, Yalyzaveta Mareshko arkanızdan koşmayacaktır ya da koşamayacaktır. Stresli olduğunuzda koştuğunuz için muhtemelen Usain Bolt da size haset etmeyecektir, siz de -siz bile- bir koşucusunuzdur. Ve, ve üzüldüğünüzde, sevindiğinizde, sinirlendiğinizde, stresli, mutlu, ağlamaklı ya da âşık olduğunuzda, terkedildiğinizde, umudunuzu yitirdiğinizde, heyecanlandığınızda, ağladığınızda, güldüğünüzde, güneşli bir pazar sabahına uyanıp yüreğinize yaşama sevinci dolduğunda, hayatın üzerinize geldiğini hissedip de derdkeş olduğunuzda, sadece yazmanın hâl-i pür-melâlinize dermân olacağını düşünüyorsanız ya da ne bileyim -tıpkı benim gibi- annenizi, babanızı toprağa verdikten sonra bile parmaklarınız kalemi kavramak, eliniz kağıdın üzerindeki yerini almak istiyorsa -tamam, peki, ya da parmaklarınız klavyenin tuşlarında dolanmak istiyorsa- kendinizi ancak böyle anlamlandırabiliyor, yazarak kendinizi ifade edebileceğinizi, yazmaktan başka bir seçeneğinizin olmadığını düşünüyorsanız, kendinizi yazmaya mecbur hissediyorsanız, yazmanın dünyaya meydan okumanın sizin kullanabildiğiniz tek aracı olduğuna eminseniz, ancak yazmanın derdinize derman olacağına kâniyseniz, yazmak sizin için dünyayla, çevrenizle kurduğunuz daha da beteri kurabildiğiniz- tek ilişki biçimiyse… korkarım ki, siz de bir yazarsınızdır; bunu yazarlığın gerek şartı olarak kaydedelim bir yerlere.

Yazar olmak için bunlar gereklidir ama yeterli değildir. Yazarlığın yeter şartı okunmaktır. Yazarın yazar olduğunu hissedebilmesi, test edebilmesi, pratik edebilmesi için okunmaya ihtiyacı vardır. Nitekim iletişim işteş bir fiildi değil mi? Okunmak, yazmanın imâsıdır. Duşta şarkı söylemek eğlenceli olabilir ama şarkıcının bundan fazlasına ihtiyacı vardır; ilerleyen sayfalarda bu mevzuya tekrar döneceğiz.

Lasciate Ogni Speranza

Bir meslek -ne yazık ki, hâlihazırda, kapitalizme mâruz yaşadığımıza göre- bir geçinme aracı olarak yazmak yukarıdakilerden bir katre farklı olsa gerek. Max Weber, bir meslek olarak bilimi yazarken “…doçentliğini almak konusunda [kendisinden] öğüt isteyen genci -1920’de, 50’lerinin ortasında âlem-i berzaha intikal eden Weber için genç, olsa olsa, 1. Dünya Savaşı zamanının bir ergeni - F. Scott Fitzgerald’ın adlandırmasıyla- bir Kayıp Kuşak (1883-1900) ferd-i kohortu olsa gerektir- “…teşvik etme sorumluluğunu pek de kolay üstleneme[yeceğini]… Hele söz konusu genç Yahudi’yse, elden lasciate ogni speranza demekten başka bir şey gelm[eyeceğini]”[20] itiraf eder: Ey, akademiye giren genç, bütün umutlarını kapının dışında bırak! Unutmadan, F. Scott Fitzgerald’ın adını not alın bir yol; ilerleyen sayfalarda lazım olacaktır.

Weber’in 1900’lerin ilk çeyreğinin Alman akademisi için söyledikleri, sadece 2025 Türkiye akademisi için değil, yazmayı profesyonelleştiren herkes için kulağa küpe bir itiraf: “Elini vicdanına koyup söyle, yıllar boyu ortalama insanların senin önüne geçmelerine öfkelenmeden ve üzülmeden dayanabilecek misin? Tabii insan hep aynı cevabı alır: Elbette, çünkü ben ‘mesleğim’ için yaşıyorum. Oysa bu duruma üzülmeden katlanan çok az insana rastlamışımdır.”[21] Ben de Max!

Weber’in bilim üzerine anlattıklarını, yazmak üzerinden bir daha okumayı denedim. Weber’in yazısındaki bilim kelimelerini çıkarttım, yazmakla becâyiş ettim; hiçbir şey değişmiyor, üstelik çok da eğlenceli. İşte bir tane: “Bayanlar ve baylar, yazmak [Weber, bilim diyor] alanında yalnızca kendini ‘tümüyle’ elindeki işe adamış olanlar ‘kişilik’ sahibidirler. Bu yalnız [yazmak] için geçerli değildir; kendini yalnızca ve yalnızca sanatına adamamış hiçbir büyük sanatçı bilmiyoruz.”[22] “Son olarak, şu soruyu soracaksınız-. «Öyleyse [yazmak]… pratik ve kişisel yaşama elle tutulur gözle görülür ne katkıda bulunur?”[23]

Cevabı ben de bilmiyorum, ama Schopenhauer’a müracaat edersek, eminim, o bize “Nesne[nin] genelde yalnızca özne için, öznenin tasarımı olarak var ol[duğunu]”[24] “Çünkü var olan ne varsa, özne için var [olacağını]… Bilginin nesnesi olmadığı sürece, bildiği sürece herkes kendini bu özne olarak bul[acağını]”[25] “…bu bilincin dışında doğrudan kesinlik olama[yacağını][26]” “Tasarladığımız şey[lerin] nesnel dünyayı algılayan bilen öznenin anlama yetisindeki bir süreçten başka bir şey [olmadıklarını]... Dolayısıyla o tam da dışlamak istediğimiz şey [olduklarını]... Çünkü, bu algılanabilir gerçek dünya[nın] besbelli ki beynin bir görüngüsü [olduğunu] Bu yüzden, dünyanın bir görüngü olma niteliği ile bütün bireylerin beyinlerinden bağımsız olarak da var olması gerektiği varsayımında bir çelişki [olduğunu]”[27], “Dolayısıyla şeylerin gerçek doğasına dışarıdan hiçbir zaman ulaşamadığımızı gör[eceğimizi]… Ne ölçüde ararsak arayalım, imgelerden adlardan başka şeye ulaşa[mayacağımızı]”[28], “Bu dünyanın [bir] tasarım olmanın yanı sıra, [bir] isteme olduğu”[29] söyleyecektir.

Mevzu sanata geldi mi Schopenhauer’ın meşhur kukumavları da dağılıverir; pesimistliğinden eser kalmaz: “…bütün ilişkilerin dışında olanla, dünyada gerçekten özlü̈ olan tek şeyle, dünyanın görüngülerinin gerçek içeriği ile ne tür bir bilgi ilgilenmektedir?” diye sorar kendi kendine. Cevabı da punch lineda yapıştırır: “Zamanın akışına bağlı olmayan, dolayısıyla her zaman aynı doğrulukta bilinenle -tek sözcükle, idealarla, kendinde şeyin, istemenin doğrudan, upuygun nesneleşmesiyle- ne tür bilgi ilgilenmektedir? Bu, sanattır; dehânın işidir.”[30]

Sanat, “…üretildiği gerece göre yontu, resim, şiir ya da müzik olur.” der Schopenhauer. Bir amaca hizmet eden, bir amacın aracı olan (bir dava, bir ihale dosyası yazmak, bir bilimsel makale yazmak, veresiye defterine borç yazmak… gibi) yazmanın haricindeki yazmayı da -o, şiiri de münhasıran zikrettiğine göre- bu bâba dahil edebilir miyiz? Hazrete haksızlık olmasın ama eğer bir sanat -ve meziyet- olarak yazı/yazmak, eğer, “…şeyleri yeter sebep ilkesinden bağımsız görme yolu” ise neden olmasın -ki, sanatın, ona göre, “…tek kaynağı, ideaların bilgisidir; tek amacı bu bilginin iletilmesidir. Çünkü o, seyre dalışının nesnesini dünyanın gidişindeki akıştan koparıp alır, bu nesneyi önünde yalıtılmış olarak tutar. Bu akıntıda küçücük bir şey olan bu bir tek şey, sanat için bütünün temsilcisine dönüşür, uzamla zamandaki sonsuz çokluğa eşdeğer olur. Böylece sanat bu özel şeyin üzerinde durur, zamanın çarkını durdurur. Sanat için, ilişkiler ortadan kalkar; onun nesnesi yalnızca özsel olandır, ideadır.”[31]

“Yazar olmak için” diyordum, ne ne yazdığının ne ne kadar okunduğunun ne de yazarak kaç kayme kazandığının bir önemi var. Yazarlığın gerek şartı, yazmak ve varoluşun arasında -ve bu varoluşun tezahürü duyguların arasında- kurduğun, kurmaya çalıştığın konstrüktif râbıtadır. Gıllıgışlı iştir yazmak; okunmayı da içerir. Yazmak varoluşsal bir dışavurumsa, yazar olmak, yazmayı meslek edinmek, yazdıklarını okutmak sosyolojik -unutmadan ekonomiği de ekleyelim- bir kertedir.

Dava dosyasını yazan hâkim için, anamnez alan doktor, ihale dosyası hazırlayan iş insanı için yazmak değildir önemli olan. Yazar içinse yazmanın kendisidir amaç -ve elbette yazdıklarının okunması; gerek ve yeter şartların bir araya gelmesidir. Nasıl kafası buşone olmasın, mantarlanmasın ki okunmayan, yazarlığının gerek ve yeter şartlarının vuslatına şehâdet etmeyen bir yazarın? “Her yöne sınırsızca uzanan, öfkeli, uluyan, dağ gibi yükselip kabaran bir denizdeki kayıkçı, kayıkçığına oturur, kırılgan teknesine güvenir. İnsan bireyi de işkence dünyasının ortasında o balıkçı gibi, sakince oturur.”[32] der Schopenhauer. Principium individuationis (bireysellik ilkesi) insanı taşır -ki, uzam, zaman ortamı aracılığı ile farklı olarak ortaya çıkar; birlikte var olan ardışık görüngüler çokluğu olarak görünür. Sonuçta uzam ile zaman [da başlı başına] principium individuationistir.[33] “Birey de ona güvenir. Hem sonsuz geçmişte hem de sonsuz gelecekte acıyla dolu olan dünya bireye yabancıdır. Dünya onun için düşlemsel bir masaldır gerçekte.”[34] Principium individuationis deyip geçmeyin, “Bizim dünyamız, ideaların principium individuationis'e (birey olarak birey için olanaklı bilgi kalıbına) girerek ortaya çıkmasından başka bir şey değildir.”[35]

Jack Torrance’i saymıyorum; o -bizler gibi- yazdığı için, tam da bu yüzden değil, işi yazmak olan bir manyak; kibar olayım, villain diyeyim. Yazmanın, birey olarak, birey için olanaklı bilgi kalıbına girmekten mütevellit karın ağrılarından sapıtmaz Overlook Otel’de. O, zaten su katıksız bir sayko, bir Coşkun Göğen, bir Erol Taş’dır. Patlamaya hazır latent saykoluğu Overlook’a gidince anadan üryan nevzuhûr eder, hepsi bu. “All work and no play makes Jack a dull boy!” yazar durur kağıtlara. Oysa, kendini körleştiren, cansızlaştıran, duygusuzlaştıran şeyler (dull) ne hep çalışması, hayattan kâm alamaması (play) ne de çalışamaması, yazamamasıdır;[36] işin özü Torrence, yazamadığı için tırlatmaz, aksine -belki de- tırlattığı için yazamaz.

Zaman ve mekân, Principium individuationis’in mütemmim cüzüyse ve dünyamız, ideaların principium individuationis'e girerek ortaya çıkmasından başka bir şey değilse eğer, yayımcı John Bosload’ın güney Fransa’daki villasının, Sarah Morton için, Jack Torrance’in otelinden (Overlook) kat be kat farklı olduğunu da kabul etmek gerekir.[37] Sarah orada sadece yeni romanı için bir konu ve karakterler bulup felekten birkaç gün çalmaz; Julia’daki kendini, cinselliğini de keşfeder. Boz yağmurluğuyla, sıkıcı, ukalâ, geezer-bird Sarah gider, allı güllü entarisi, mütebessim yüzü, şûh gülüşüyle Julia’ya el sallayarak yeni kitabının keyfini çatan dishy Sarah gelir. Julia, Sarah’ı dönüştürür; Sarah, Julia’yı romanlaştırır.

“Yazmak” diyor Özdemir Asaf, “Özel yaşamına yazarın başka insanları ortak etmesi, Nesnel yaşamına başka insanları tanık etmesi. Kişisel yaşamından yazmak adına dışarı çıkması. Başkalarının yaşamını açığa yayması[dır.]”[38] “Kâğıdın kalemin duvarı olduğunu”[39], “Saat[in] yaz[dığını], dakika[nın] oku[duğunu], saniye[nin ise] sil[diğini]”[40] söyler; “Bir şey olmasaydı yazmak olmayacaktı. Başka bir şey olmasaydı, silmek [de] olmayacaktı.”[41] ona göre.

İki yazar -ve onların- iki kitabı: Sarah Morton’un Swimming Pool’u ve Harry Levine’in Chinese Coffee’si.[42] Sarah için yüzme havuzlu villası romanının mekânıydı. Bir milyon yaşındaki paltosuyla bir berduş gibi yaşasa, girdiği işten kovulsa, beş parasız eski dostu ve yayıncısı Jake Manhaim’in kafasını ütülemek için gecenin kör karanlığında Jake’i darlayacak kadar fakr u zaruret içinde olsa da Harry için, silex cam kaplarda taze demlenen ve gerçek krema ile ikram edilen -parası olsa yanında gai-mai-bau ya da har gau, belki de shuma atıştırabileceği- Çin kahvesi, Çin mahallesindeki bu kahvehanelerden birine gittiğinde hissettiği zevkin, konforun ve güvenin metaforu. İki yazar, iki kitap: Bir yanda, yazarlığın gerek ve yeter şartlarını kolayca buluşturabilse de ufak tefek yol kazaları (yazar tıkanması) yaşayıveren Sarah Morton, öte yanda yazarlığın yeter şartlarından yoksun zavallı Harry Levine!

Hayattaki tek derdi, içinden geldiği gibi yazmak olan, kalp cerrahı kardeşi başına kakıp durmasa evinde doğru düzgün mobilya bile olmadığını fark etmeyen, umursamayan Harry’nin ihtiyacı olan tek şey de -nitekim- (öz)güvendir. Özgüvensizdir, çünkü yazarlık için gerekli her şeye sahip Harry’nin yazarlığa yeterli becerisi yoktur: Sık sık, Sheridan Meydan Parkı’nda oturup ağlar. Sevgilisi Joanna, “F. Scott Fitzgerald öldüğünde son romanından [Tender is The Night] topu topu kırk nüsha satılmıştı.” diyerek onu teselli etmeye çalışır ama bu da kâfi gelmez. Aksine, Harry’yi deliye döndürür. E, haksız da değil hani! Harry de iyi biliyordu ki çatlak karısı Zelda ile inişli çıkışlı aşkları, alkolden süngere dönmüş beyniyle Scott Fitzgerald da ömrünün sonlarında -öldüğünde 44 yaşındaydı- yazarlığın gerek ve yeter şartlarını bir araya getirmekte zorlanıyordu ve muhtemeldir ki Edmund Wilson yardıma koşmasaydı şu fânî dünyada adını hatırlayacak, onu okuyacak kimse olmayacaktı.

“Bugün Canım Yazı Yazmak İstemiyor”

27 Mayıs Darbesi’ne, tamı tamına bir ay vardır. Nisan’ın 27’sinde TBMM’de Tahkikat Komisyonu Kanunu[43] kabul edilince siyaset kazanı kaynar. Düşman sarmıştı[r] sağı solu/ Düşman çok, cephane yoktu[r.]/ Yetişmemişti[r] daha Cemal Paşa kolu”

 Tamam, Enver Gökçe şair, coşmak da şairliğin mütemmim cüzü. Sosyal bilimci serinliği beklemeyin Gökçe’den. Baelki onun dediği gibi değil ama -Allah var- ertesi gün, 28’inde, İstanbul’da yer yerinden oynar. İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz öldürülür. Cengiz Ballıkaya, Mevlüt Kurtoğlu ve Kenan Özten ağır yaralanırlar. Mermi Hüseyin Onur’un sol diz kapağına saplanır, bacağını kesecekler Hüseyin’in. En bahtsızları da Enver Gökçe’nin “…Beyazıt derler bir büyük alan” da “Ham meyveyi kopardılar dalından” dediği Turan Emeksizdir. Ertesi gün apar topar, gizli saklı, ailesine bile haber verilmeden Merkezefendi-Mevlanakapı Mezarlığı’na defnedilen Emeksiz; 27 Mayıs Darbesi’nden sonra “devrim şehidi” kontenjanından -Ersan Özey, Ali İhsan Kalmaz, Nedim Özpulat ve Sökmen Gültekin ile birlikte- Anıtkabir’e -evet yanlış okumadınız, bildiğiniz Anıtkabir’e- defnedileceklerdir. Gel zaman git zaman, tarihler 24 Ağustos 1988’i gösterdiğinde -ANAP iktidarı zamanı- geçen yirmi yılda nüfusu 10 kişiye çıkan Anıtkabir’deki Hürriyet Şehitleri Mezarlığı topyekûn boşaltılır. Baştan savma bir törenle metfunlar nakledilirler; 27 Mayıs’ın Hürriyet Şehitleri’nin modası çoktan geçmiştir. Yine lafı dağıttım; dönelim 1960’a. 28 Nisan’daki olaylardan sonra Ankara da karışacaktır.

Çetin Altan’ın 29 Nisan’da Milliyet gazetesindeki köşesinde (Taş) beş kelimelik çok ama çok uzun bir yazı yayınlanır: “Bugün Canım Yazı Yazmak İstemiyor” Yazarlık, varoluşsal bir problemdir. Yazar, bazen yazmak istemediğini de yazmak zorunda kalır ve bu yazı onun hayatındaki en popüler ve en uzun yazı olabilir.

 

[1] Into the Wild, ABD, 2007, Yön.: Sean Penn.

[2] “Savaş ve Barış Hakkında Düşünceler” Yaşadığım Gibi, Haz.: Birol Emil, 3. Baskı, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2000.

[3] Cemil, MERİÇ. “Münzevi Yıldızlar””, Bu Ülke, 26. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2005, s.216.

[4] Cemil, MERİÇ. “Kaledeki Adam”, Ümrandan Uygarlığa, 7. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s.140.

[5] Cemil, MERİÇ. “Yeni Bir Tercüme”, Ümrandan Uygarlığa, 7. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s.144.

[6] İbn- Haldun. Mukaddime, I, II,

[7] Jeolojik evrelerle ile ilgili tüm malûmat Khan Academy ve Evrim Ağacı internet sitelerinden alınmıştır.

[8] Çağrı Mert BAKIRCI. “İnsanlarda Konuşmanın Evrimi Üzerine...” 4.10.2012, Evrim Ağacı, https://evrimagaci.org/insanlarda-konusmanin-evrimi-uzerine-337.

[9] Fran DOREY. “İlk İnsan Türlerinin Konuşup Konuşamadıklarını Nasıl Bilebiliriz?”, Evrim Ağacı, 31.08.2024. https://evrimagaci.org/ilk-insan-turlerinin-konusup-konusamadiklarini-nasil-bilebiliriz-17989 .

[10] Ecem KAYA. “Lisan nasıl başladı, nasıl evrimleşti?” Evrim Ağacı, 24. 06.2020, https://evrimagaci.org/soru/lisan-nasil-basladi-nasil-evrimlesti-7150?srsltid=AfmBOopAkKRPjy1ekz_MmI44CoMtRdUe2IAi8IpP5PFtFsQci2_AVK-6 .

[11] Demet İNCE. Konuşmanın gizemi: İnsanlar ne zaman konuşmaya başladı?” Diriliş Postası, 24.11.2023, https://www.dirilispostasi.com/konusmanin-gizemi-insanlar-ne-zaman-konusmaya-basladi .

[12] Britannica Ansiklopedisindeki tanım tam olarak şu şekilde: Homo cinsi içinde sınıflandırılan kültür taşıyan bir primat, özellikle H. sapiens türü. The Encyclopædia Britannica, “Humanbeing” https://www.britannica.com/topic/human-being .

[13] Derek BICKERTON. Ademin Dili İnsan Lisanı Nasıl Yaratı, Lisan İnsanı Nasıl Yaratı, (Çev.: Mehmet Doğan), Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2020, s.8.

[14] Mare D. HAUSER. The Evaluation of Communication, A Bradford Book Inc., MIT Press, Cambridge, London, 1997, pp.: 111-266

[15]. HAUSER, a.g.e., pp. 267-362.

[16] HAUSER, a.g.e., pp. 363-460.

[17] BICKERTON, a.g.e., p. 21.

[18] BICKERTON, a.g.e., pp.53-54.

[19] Han Kang’ın konuşması için Bkz.: https://youtu.be/GU-ml3hkfuk?si=5u3c4EKn21Y9v0a_

[20] Max WEBER. Sosyoloji Yazıları, (Çev.: Taha Parla), 6. Baskı, İletişim, 2004, s.206.

[21] WEBER, a.g.e., s.206.

[22] WEBER, a.g.e. s.210.

[23] WEBER, a.g.e. s.228.

[24] Arthur SCHOPENHAUER, İsteme ve Tasarım Olarak Dünya, (Çev.: Levent Özşar), Biblos Yayınları, 2. Basım, İstanbul, 2009, s 5.

[25] SCHOPENHAUER, a.g.e. s.2-3.

[26] SCHOPENHAUER, a.g.e. s.9.

[27] SCHOPENHAUER, a.g.e. s.9.

[28] SCHOPENHAUER, a.g.e. s.22.

[29] SCHOPENHAUER, a.g.e. s.77.

[30] SCHOPENHAUER, a.g.e. s.86.

[31] SCHOPENHAUER, a.g.e. s.86.

[32] SCHOPENHAUER, a.g.e. s.178

[33] SCHOPENHAUER, a.g.e. s.34.

[34] SCHOPENHAUER, a.g.e. s.178.

[35] SCHOPENHAUER, a.g.e. s.133.

[36] The Shining (1980), Dir.: Stanley Kubrick.

[37] Swimming Pool (2003), Dir.: François Ozon.

[38] Özdemir ASAF. Kırılmadık Bir Şey Kalmadı, YKY Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2011, s.108.

[39] Özdemir ASAF, a.g.e. s.115.

[40] Özdemir ASAF, a.g.e. s.110.

[41] Özdemir ASAF, a.g.e. s.115.

[42] Chinese Coffee (2000), Dir.: Al Pacino.

[43] 27.04.1960 Tarih, 7468 Sayılı Türkiye Büyük Millet Meclisi Tahkikat Encümenlerinin Vazife ve Salahiyetleri Hakkında Kanun (Resmî Gazete,28.04.1960, Sayı: 10491).

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış