Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Adalet, Yargı ve Sürgün

Türkiye yargısı ile toplumsal alanda iyice belirginleşen adalet talepleri arasındaki uzlaşmaz ilişkinin yaşadığı güncel kriz, temel olarak bu ilişkiye kaynaklık eden
en temel varsayımın, adaletin bir kurum olarak hukuk vasıtasıyla gerçekleşeceği varsayımının tüm ideolojik içeriğinin su yüzüne çıkmasıyla ilgilidir. Karl Marx’ın Grundrisse’de çok da ciddiye alınamayacağını yazdığı ünlü liberal politik-ekonomist Frederik Bastiat, The Law (1850) başlıklı kitapçığının başında şöyle yazar: “Hukuk yoldan çıktı![...] Onu denetleyeceği yerde, her türlü aç gözlülüğün aracı haline geldi”.

Adalet, Yargı ve Sürgün

Oysa Bastiat’a göre hukuk, tam da insanı insan yapan üç şeyin –kişilik, özgürlük ve mülkiyet- meşru/yasal korunma hakkının (right to lawful defense) kolektif örgütlenişinden

başka bir şey değildi. Öyleyse Bastiat için adaletin sağlanması hukukun ancak belli bir yolu ya da rotayı izlemesi anlamında bir programa bağlı olacaktır. Devlet, hukuku(n gücünü) adaletsizliğin hüküm sürmesine engel olmak için kullanmalıdır. Nitekim hukukun görevi toplum içindeki adaletsizliğin kökünü kazımaktır. Fakat Bastiat, bunun tersinin gerçekleştiğini belirtir.

Böylesi bir yaklaşımın tersi ise güçlü bir biçimde Marx’ta ve Marksist hukuk/devlet teorisinde bulunur. Marx hukuka kendinde olumlu bir anlam yüklemeksizin, onun bir eşitsizlikler hukuku olduğunu söylemiştir.1 “Hukuk önünde eşitlik” mottosunun ifade ettiği şey, burjuva devletinin yönetici sınıf ile yönetilen sınıf arasındaki ilişkiyi dolayımlayışının daima hukukun kavram setiyle gerçekleşmesine dairdir.2 Dolayısıyla hukuk bir devlet programının kodları ve akışı olduğu sürece toplum içindeki adaletsizliğin (eşitsizliğin) üzerini örtmekten başka bir işlev görmeyecektir.

Öyleyse adaleti, onun o daima bir devlet programı olarak hukuka atıf yapan kullanımını bir kenara bırakarak tekrar düşünmek gerekir. Bunun örneklerinden birini Fransız düşünür Alain Badiou’da bulmak mümkün. Adalet, Badiou’ya göre her şeyden önce felsefi bir sözcüktür. Bir başka deyişle, Badiou’ya göre adaletin
o kurumsal-yasal anlamını (juridical signification)
bir kenara bırakmak gerekir: “Bu felsefi sözcük” der Badiou, “koşulludur (conditioned); politika tarafından koşullanır”. 3 Bu kabaca, bir hakikat olarak adalet ile onungerçekleşmesi/ortaya çıkması denilebilecek şeyin tekil ve öznel formülasyonunu ifade eder. Diğer bir deyişle Badiou’ya göre adalet hukuka değil de politik olanın indirgenemezliğine koşulludur. Badiou’ya göre politik olan, ancak adil olanı düşünme kapasitesinin eşitliğinin tanınması durumunda hakikate temas edebilir: “siyasi bir düsturdur”; istenilen, programlanan veya planlanan bir şey olmaktan öte eylem halinde ortaya konulan bir beyandır.4 “İşte bu yüzden” der Badiou, adaletin herhangi bir programa (ki bence bu en genel anlamıyla hukuktur) ya da devlete dayalı olarak tanımlanması onu tam tersine çevirir: “adalet bir eşitlik aksiyomunun teorik adı olmaktan zorunlu olarak çıkarak çıkarların etkileşiminin uyumlu hale getirilmesi olur çıkar.”

Dolayısıyla adaletin sadece bir hukuk ve devlet programatiği olarak görülmesi, doğal olarak adalet talebinin hukuki bir talep olduğu düşüncesini doğurur. Son dönemin adalet taleplerinin (özellikle de Nuriye ve Semih’in eşitlik/adalet mücadelesi ve adalet yürüyüşünün) politik bir mücadele olarak vücut bulması, adalet mücadelesinin bir hukuk programatiğine sıkışamayacağının güçlü ifadeleridir. Sözgelimi adalet, Nuriye ve Semih’in ekmek kavgası olarak adlandırdıkları mücadelenin tavizsiz bir biçimde sürdürüleceğinin cesurca ilan edilişinden koparılarak düşünülemez. İşte Türkiye’deki yargı enkazının içinde, her ne kadar çok önemsenmese de adaletin bir devlet eylemi değil de tahakküme karşı mücadeleyle ilgisi olduğunu bilen, yargı örgütlerinde hukuki ve politik mücadelelerini yürüten yargı mensupları da vardır. Geçtiğimiz ayın sonunda Yargıçlar Sendikası Başkanı Mustafa Karadağ’ın kendisine sorulmadan ve sendika yöneticisi olduğu halde Şanlıurfa’ya sürgün edilmesinin sebebi, kuşkusuz diğer bağımsız ve tarafsız yargı mensuplarının baskı görmelerinde ve sürgün edilmelerinde olduğu gibi, adaletin bir devlet eylemi/programı değil de toplumsal bir eylem olarak politik olandan bağımsız olmadığının farkında olmasıdır:

“[...] ve en son bizler, sivil toplum örgütü temsilcileri, eşitlik ve özgürlük, demokrasi mücadelecileri eylemsizliğin, suskunluğun yok oluşun başlangıcı olduğunu bilir ve her an Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın şahsında tüm hukuksuzluk mağdurlarının arkalarında değil yanlarında dururduk.”5

1 Karl Marx & Friedrich Engels, Devlet ve Hukuk, çev. Rona Serozan, İstanbul: Ayrıntı, 2016, s. 164.

2 Göran Therborn, What Does The Ruling Class Do When It Rules, London: New Left Books, s. 170.

3 Alain Badiou, Metapolitics, London: Verso, 2012, s. 96.

4 Badiou, Sonsuz Düşünce, çev. Işık Ergüden, Tuncay Birkan,

İstanbul: Metis, 2006, s. 39.

5 Mustafa Karadağ, Sadece Adalet İsteyen İnsanlar, BirGün Pazar, 14.05.2017. (Web erişim: http://www.birgun.net/haber- detay/sadece-adalet-isteyen-insanlar-159466.html. 23.06.2017

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış