Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Ahi Ankara’nın Kayıp Sofu

Ankara armudu, balı tavşanı, kedisi, çiğdemi için de. İsterseniz buna “kent müzesi” diyelim. Sizce ihtiyaç var mı? Arka sıradan bir ses geldi ama tam duyamadım. Tarihte değil, tarihle kalın dostlar.

Ahi Ankara’nın Kayıp Sofu

Tanrılar tanrısı Zeus’un oğlu olan Hermes (Roma dönemindeki adıyla Merkür) Antik Yunanistan’da Spartalıların en fazla saygı duydukları tanrılardan biriydi. Başlığı, sihirli değneği ve kanatlı ayakkabıları ile onun esas görevi tanrılar, tanrıçalar arasında veya tanrılarla ölümlüler arasında habercilik görevini sürdürmekti. Kurnazlığı ile de hem hırsızlarla kumarbazların hem de tüccarların, kafilelerle yük taşıyan yolcuların da tanrısıydı. Hem hırsızın hem de tüccarın tanrısı nasıl oluyor diye de sormayın artık. Sporun tanrısı bu tanrı olmasaydı hem günlerce süren spor (ülkemizde karşılığı sadece futbol olan hani) geyiklerini yapamaz hem de alışverişlerde ölçü birimlerini kullanamaz olur kalırdık. Hermes’in görevlerinin çoğunun İslamiyet’te İdris’e naklolduğunu söyleyenler de var. Hani terzi ve yazıcı maharetleri olan İdris peygamber.

Ankara, Ankara güzel Ankara. Lafın dönüp dolaşıp geldiği alış-veriş işine bir de Ankara’dan bakalım. Ankara’nın dünya tarihinde benzeri olmayan bir konumu var. Ankara uzunca bir dönem tüccarların sözünün geçtiği bir şehirdi. Nedeni de keçi yünü. Bu tüccarlar zaman içinde neden bu coğrafyada ve bu kadar uzun süre egemen oldular araştırma konusu ama biz bu geleneği tümden unuttuk (Ankara’nın son sahipleri olarak aynı mekânlarda soluk alıp veriyoruz ya hani, ya da hiç olmazsa suyundan toprağından genlerimize geçti ya, bilsek ne güzel olur ya ondan hani). Bu grup kendine “Ahi”, sattığı tiftik keçisinin yününe de “Sof” diyordu. Keçi derisi ile yünü sofu da, 15. yüzyıldan itibaren şehri donattığı hanlarda (Sulu Han, Kurşunlu Han, Çengel Han, Pirinç Han, Çukur Han, Safran Han) ve kervansaraylarda (Mahmut Paşa Bedesteni) alıp satıyordu (zamanın AVM’si ve oteller zinciri). O devirde Osmanlı sarayında el işleri ve mücevheratla süslenmiş softan kaftanı da ya vezir ya da padişah giyerdi, hatırlı dostlarına hediye ederlerdi. Ortaçağ Ankara’sında sofçuluk, debbağcılık (dericilik), boyacılık, saraçlık (eğer, semer, koşum takımı üretimi, süslemesi ve satışı), çilingirlik (kilit kilit, bizim sofrayla alakası yok) önemli zanaat dalları haline gelmişti.

Ahiler o kadar kendine özgü (nevi şahsına münhasır demek de hoş) bir kültür ve öğretiye sahipti ki, “sadelikteki güzellik” ile ifade edilebilecek bu hoşluk, onların derinlikli ruhunu anlatmaya yetmez(di). Ahilik için “Ankara’nın Orta Anadolu’daki konumu (stratejik demedim artık), nedeniyle Anadolu’da güçlü bir siyasal yapının bulunmadığı devirlerde, küçük egemenlik merkezlerince bir türlü tam olarak denetlenemeyen ve bu yüzden Ankara ve çevresinde özerk ve özyönetimsel bir örgütlenmenin oluşması ve bunun da Ahilik adıyla örgütlenmiş olması” bu durumu en iyi açıklayan cevapların ilki, diğeri de “Ankara’nın ticari ve üretimsel önemidir” diyorlar (S. Aydın, K. Emiroğlu, Ö. Türkoğlu, E.D. Özsoy, 2005, “Küçük Asya’nın Bin Yüzü Ankara”, s.143). 13. yüzyılda merkezini Kırşehir’in oluşturduğu zaman içinde Konya ve Ankara’ya yayıldığı Ahilik örgütlenmesinde Ankara, diğer merkezlerden farklı olarak özerk yapısını hep korumuş. Padişaha methiye ile başlayan zamanın el yazmalarındaki gelenek de buradaki belgelerde oldukça ilginç bir şekilde görülmemekte. Bireysellik barındıran, ölçülü, bütünlükçü saygın bir tavır: hem örgütlü, hem kapitalist, hem de özerk/anarşizan ilginç bir duruş. Gelenekleri, el almaları, ustalık, kalfalık çıraklık törenleri ohoo… Ahi Elvanı, ahi kalkışmasını, ahi anıtlarını da başka yazıya saklayalım artık.

Hani mitolojiden başladık ya, Ahi geleneğinde de peygamber ve meleklerin piri oldukları türlü türlü zanaat kolları vardı. Adem peygamber rençberlik ve çiftçiliğin, Musa peygamber çobanlığın, İsa peygamber seyyahlığın, Davud peygamber zırhçılığın, Nuh peygamber tacirliğin, Muhammed peygamber de bahçıvanlık ve tacirliğin piri olarak kabul edilirdi. Hatta melek Cebrail de berberliğin piriydi (Mesnevi Şarihi Sarı Abdullah Efendi).

Günümüz Ankara’sında hayatında hiç sof kumaşı görmüş kişi, sof ürünlerinin satıldığı mağaza, sofun nasıl üretildiğini gösteren kitap, çizim, animasyon, belgesel (gezelim görelim belgesellerini saymıyorum), sof üretimini anlatan işlik, biraz da fantezi yaparak sof müzesi gören var mı bilemem. Ankara armudu, balı tavşanı, kedisi, çiğdemi için de. İsterseniz buna “kent müzesi” diyelim. Sizce ihtiyaç var mı? Arka sıradan bir ses geldi ama tam duyamadım. Tarihte değil, tarihle kalın dostlar.

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış