Yıllar yıllar evveli, işçiye amele denirdi. Ankara’nın da amele pazarları vardı. Ulus’taki Hergelen Meydanı en kalabalığı idi. Kalabalığı sadece emeğini pazara çıkaranlar değil, insan gücüne ihtiyaç duyan ve yaptıracağı işe yatkın yapıda boşta adam arayanlar da oluştururdu. Amele uzaktan, ısmarlama tedarik edilmez, yakın mesafeden birebir görülerek seçilirdi. Amelenin iş mahalline taşınması ‘işveren’e aitti. İş bitimi amele, evinin yolunu kendi bulurdu. Amele pazarlarında gün doğumundan batımına kadar devinim eksik olmazdı.
Hergelen Meydanındaki gölgelik alanlar, boştaki amelelerin sığışmasına yetmezdi. Çoğu, güneşin altında kavrulurdu. Sırtlarında büyük bir semaver benzeri bakırdan ibrik taşıyan sakalar, gölgesi yerlerde sürünen amelelerin çevresinde dolaşır dururdu. Sakalar, kendilerine has giysiler kuşanırdı; bir tür koyu gri şalvar, üçetek bezinden dik yaka gömlek ve yellendirmeli kısa cepken vazgeçilmezleriydi. Şalvarlarının göbek çevresini kuşatan kaytandan kalın kemerlerinde boş bardaklar asılı bulunurdu. Her içimden sonra saka, kullanılan bardağı yanında taşıdığı daha küçük bir ibrikteki suyla gösterişli bir biçimde çalkalar, işlevini tamamlamış atık suyu ya bir kestane ağacının dibine döker, ya da henüz asfaltlanmamış meydanın toprak zeminine savururdu. Kavruk ve un-ufak olmuş toprağa suyu serpmesi, “yar gelende toz olmasın” amacını taşımazdı.
Yârin, Hergelen Meydanı’nda işi ne?
Kolej durağına yüz adım mesafede, İmrahor ve Ahmetler Caddelerinin asimetrik bir biçimde kesiştiği ve altından İncesu Deresinin aktığı genişçe alanda da ölçek sorunu yaşayan bir amele pazarı daha vardı. Burada işgücünü pazarlayanlar daha bir yoksuldu, açtı. Hergelendekilerde bir düzen, bir sıra, bir hiyerarşi varken, Kolejdekinde her zaman kargaşa yaşanırdı. Kavşaktan geçen birinde amele arayan bir izlenim edinildiğinde, tüm ameleler potansiyel işverenin çevresini kuşatır ve yüksek sesli bir açık-eksiltme başlatırlardı. Emeğini en ucuza pey süren işsiz, genellikle günübirlik işi kapardı…
İlkokul üçüncü sınıftayım, ikinci yarıyılın ortalarında bir öğle arası. Kolej Büvet’ten gazlı limonatamı içtikten sonra zil sesine kadar oyalanmak ve “çevremizi tanıyalım” dersine ön hazırlık kapsamında yüz metrelik yarıçaplı çember dairesi içinde etrafa bir göz atmak istedim. Ahmet Andiçen Kanser Hastanesi önündeki kaldırımdan bir dolu caddenin kesiştiği noktaya vardım. Karşımda, kavşağın güney köşesinde iki katlı, badanası solmuş geçkin patlıcan renginde bir dökük bina. Altında ekmek fırını…
Rüzgar Keşişleme’den; havada Lodos sesi var! Buram buram taze ekmek kokusu cepheden estiriyor, dayanılmaz cazibesi var… Haftalık harçlığım ceketimin iç cebinde. Yürürken derinlerden madeni paralar birbirlerine tokuşuyor kalbimin üstünde. Yeter mi acaba bozukluklarım? Mahalle bakkalından parmak çikolata almışlığım var tek başıma. Üzerinde Arap Bacı’nın ‘camdan bakan’ vesikalık fotoğrafı ile kaplamalı Mabel sakızı satın almışlığım da. Bozukluklarımın bunlara yetip de arttığını denemişliğim var. Ama en temel gıdamız ekmeğin fiyatını bilmiyorum ki…
O zamanlar trafikte 60 model ve öncesi otomobiller. Yollar araçlara bol geliyor. Çaprazlamasına karşıya geçiyorum. Fırının kapalı kapısının yanında açık, yere yakın küçük penceresinden içeriye doğru sarkıyorum. Önünde aslen beyaz muşambadan olma önlük, omuz hizasındaki iki ucunu birbirine bağlayan iple fırıncının boynuna asılı. Elleri beyaz, bıyıkları beyaz, kirpikleri kaşları un içinde… Cebimdeki bütün paralar avucumda, uzatıyorum. Fırıncı, “seni hiç ekmek almaya göndermedi mi anan baban” diye soruyor. Soruya anlam veremiyorum. Yanıt değil aslında kekelediğim; “Bir ekmek alabilir miyim?” Avucumdaki bozukluklardan sadece bir tanesini seçiyor fırıncı, ellerimi yakan ekmeği tutuştururken.
Ahmetler yönünde ilerlerken buharı tüten ekmeği bir o elime, bir bu elime aktararak bir an önce ılınmasını sağlamaya çabalıyorum. Ekmeğin dirseğini, ucunu hele taze iken yemesini kim sevmez. İncesu Deresi’nin yolun altında menfeze alındığı noktada, kaldırım kıyısındaki korkuluğa bedenimi dayayıp bir ısırık alıyorum. Odaklandığım ekmekten gözlerimi ayırınca, etrafımda bir dolu insanın olduğunu fark ediyorum. Nereden çıkageldiler, ne zaman bitiverdiler, nasıl çevremi sardılar şaşırıyorum. Aç gözlerle bana değil, ekmeğe bakıyorlar. Üzerimde ceketim, dış cebi üstünde okul armam, gömleğimin iki yakasını bir araya getiren lacivert kravatım, ütülü pantolonumda kemer, tabanı ve ökçesi daha dün yenilenmiş su sızdırmaz ayakkabılarım. Ceketsiz, pantolonları yamalı, kemersiz, pabuçları delik insanlar çevremde…
Bir ucu ısırık ekmeğimi içlerinden en öndekine sunmaya hazırlanırken, az öteden “Ağabeci, emele lazım mı” yakarışını duyan etrafımdaki cümle insan, bir anda sesin geldiği yöne doğru koşturuyor… Yalnızım, bir başımayım. İşsizliğin ne demek olduğunu bilmiyorum!
Ameleler ekmek parası değil, ekmek; sadaka değil, iş istiyor;
dilenmiyor, talep ediyor…
Uzaktan aralıklarla uzun uzun çalan zil sesini duyuyorum. Ders zamanı. İlkokul kapısına hızla yönelirken arkama bakıyorum. Pazarlık bitmiş, en düşük ücreti kabul edip işi almışın dışındaki ameleler kavşağın orasına burasına dağılmış, kasketlerinin altında esrik bir umutla beklemelerine devam ediyorlar…
Yorumlar (0)