Türkiye’deki iller, bir şekilde, üzerindeki bitki örtüsüne göre pastaya çevrilse, Ankara pastası çok değişik lezzetlere sahip, kendine has bir pasta olurdu. 5 milyon insanın yaşadığı ve belli yöneticilerin elinde, ucubeye benzeyen tarafları artan bu şehrin içindeyken, bu renklerin farkında olmak oldukça zor. Şehirden kafamızı çıkarıp bakabildiğimiz zaman, uzaktaki hafif engebeli dağlar da, Ankara ilinin doğası hakkında fikir vermekten oldukça uzak. Türkiye’nin tamamı Palearktik iklim kuşağına sokulmakla beraber, diğer Palearktik ülkelerden farklı olarak Türkiye’deki bitki örtüsü, çoğunlukla daha fazla çeşitlilik gösteriyor. Türkiye, Ortadoğu ve İran yaylalarına geçiş noktası olduğu için, orman, bozkır, Akdeniz bitki örtüsü ve yüksekte yer alan alpin bitkileri gibi, birbirinden oldukça farklı bitki örtüsünü bir arada barındırıyor. Sayı vermek gerekirse Avrupa’da 11 bin bitki…
O açıdan Ankara’yı üç renkli bir pastaya benzetmek çok da zor olmaz. En üst katta, orman kuşağını temsil eden ve yeşil renkte bir fıstık tabakası var. Pastanın ortasında ise hamur tabakası olarak görebileceğimiz bozkır kuşağı var. Malzemenin ana maddesi olan buğdayın yaşam alanının bozkır olması da, bu benzetmeyi doğruluyor. Ekosistem ve bitki örtüsü dağılım haritalarında, tuz gölleri habitatı ayrıca gösterilmez. Araştırmacıların birçokları, dünyada çok da yaygın olarak bulunmayan tuz gölü ekosistemini bozkır kuşağı altında; bazı bilim adamları ise ayrı bir başlık altında inceler. Tuz Gölü bitki örtüsü, etrafındaki toprakların barındırdığı yüksek tuz ve mineral oranı yüzünden, benzer görünüme sahip bozkırlardan çok farklıdır. Bu farktan dolayı da, Tuz Gölü’nü beyaz renkte bir krema olarak görebiliriz.
Ankara’nın kuzeyinde yer alan ormanlarda en çok karaçam, ardıç ve meşe türleri yer alır. Ama doğa sürprizlerle doludur. Nallıhan’ın düşük yükseltiye sahip vadilerinde, Akdeniz bölgesinde gördüğümüz kızılçam kümelerini görebilirsiniz. En kuzeyde ise, sarıçam ve köknar ağaçları karşımıza çıkıyor. Türkiye’nin en geniş orman kütlelerinden olan Batı Karadeniz orman kütlesinin devamı olan bu orman bölgesinde yaşayan yaban hayvanları da doğal olarak, bozkır bölgesinde yaşayanlardan çok farklı türler. Ankara’nın kuzeyindeki bu orman bölgesinde yaban domuzu, vaşak, kızıl geyik, sansar, porsuk, kurt, sincap, gelincik gibi türler yaşıyor.
Pastanın ortasında ise, kuru bozkırlar egemendir. Bu bölgedeki akarsu ve çay kıyılarında iğde, söğüt, kavak ve ılgın ağaçları bulunur. Düşünülenin aksine, son yıllarda Anadolu’da doğa tahribinden payını belki de en çok bozkırlar aldı. Son yıllarda ormanların aleyhine değiştirilen kanunlara kadar, ormanlar devlet tarafından bir şekilde korunabildi. Özellikle de, tarımın olanaksız olduğu dağlık ve yamaçlık bölgelerde ormanlar, son yıllarda artan tahribe rağmen, bugünlere kadar gelebildiler. Ama bozkırlar bu kadar bile şanslı değildi. Tarım alanları geçen yüzyılın ilk yarısında ivmelenerek genişledi, bu durum düz ve kuru tarıma uygun olan bozkırların yayılışını Anadolu’nun bazı köşelerine sıkıştırdı. Geriye kalan bozkırlarda ise geven, yavşan, sorguç otu, hatmi, sığırkuyruğu kekik gibi tek ve çok yıllık otsu bitkiler egemen. Bu arada, kapalı bir havza olarak Orta Anadolu ve yakın bölgeleri kapsayan İç Anadolu bozkırlarında Ankara çiğdemi, tükürük çiçeği ve birçoklarımızın gördüğü ama adını bilmediği peygamber çiçeği gibi 268 kadar endemik tür yetişmektedir. Ankara’daki endemik türlerin çoğu bozkırlarda yetişen bitkilerden oluşmaktadır. Aslında bunun nedenini haritaya bakınca görebiliriz.
Orta Anadolu ve İç Ege bölgesini içine alan; İç Anadolu’da bozkır bölgesi, güneydeki Toroslar, kuzeydeki Karadeniz ormanları ve Doğu Anadolu’daki yükseltiler tarafından çevrelenmiş kapalı bir havza. Kapalı havza olduğu için de, zaman içinde çeşitli genetik farklılaşmaları kendinde tutabildi. Bu ekosistemde tilki, tavşan, çil keklik, kınalı keklik, ebrulu gelincik, gelincik, çeşitli yırtıcılar en yaygın yaban hayvanları. İlkçağlara kadar, Anadolu faunası bugünkünden çok daha zengindi. Ama Roma devrinden beri artarak süregelen orman yıkımı ve avcılık, birçok hayvan türünün sonunu getirdi. Bunlardan bir tanesi de Anadolu aslanı idi. Ortaçağ zamanında tamamen tükendiği tahmin edilen ve çoğunlukla İç Anadolu’da yaşamış olan Anadolu aslanı, dünyadaki en küçük aslan alttürü idi.
Dünya’nın belli başlı bazı noktalarında bulunan Tuz Gölü ekosistemi, görünüş açısından bozkırı oldukça andırır. Ağaç örtüsü, bozkırda olduğundan da zayıftır ve toprağındaki yüksek tuz ve mineral oranı yüzünden, sadece bu yüksek orana uyumlu bitki türleri bulunur. 1915 yılından beri %85 küçülmüş olan Tuz Gölü havzasının güney bölgesinde geniş tuzcul stepler var. Gölü çevreleyen diğer bölgelerin çoğunda ise, çoğunluğunu kuru tarım alanlarının oluşturduğu tarım arazileri vardır. Bunun temel nedeni de, Tuz gölündeki zaten hassas ve zayıf olan su ve akarsu rejiminin hoyratça tahrip edilmesi olmuştur. Halen Tuz Gölü ekosistemi olarak adlandırabileceğimiz bölgede, bölgeye özel 38 endemik türü kapsayan bir bitki örtüsü bulunuyor. Tuz Gölü havzasının çekici bir başka noktası da, o bölgede üreyen ve konaklayan Flamingolar. Oradaki temel besini de, yaklaşık yüz milyon yıldır evrim geçirmeden bugünlere gelmiş olan Artemia Salina adındaki eklem bacaklı türü. Diğer yandan, Tuz Gölünün kurumaya devam etmesi ve mevsimlerin kurak geçmesi, son birkaç yıl içinde flamingo sayısının 20 binlerden, birkaç bine kadar düşmesine neden olmuştur. Konu ister bitki örtüsü, ister hayvan varlığı (Fauna) olsun, söz dönüp dolaşıp yine doğa tahribine geliyor.
Ankara’nın en çok bitki türü içeren il olduğunu söyleyemeyiz. Akarsu rejimi de, topraklarının çoğu bozkır olduğu için, oldukça zayıf, hassas ve yıllık yağışlara göre ciddi değişimler gösteriyor. Diğer yandan, kuzeydeki Çamlıdere ile güneydeki Şereflikoçhisar arasındaki bitki örtüsü değişkenliğini, normalde bir ülkenin bütününde bile göremeyebiliriz. Uzun sözün kısası, Game of Thrones dizisi Ankara ilinde çekiliyor olsaydı, soğuk ve ormanlık Winterfell bölgesi Çamlıdere’nin yukarılarında, çöl ve kurak olan Dorne bölgesi de Şereflikoçhisar’da çekilebilirdi.
Yorumlar (0)