Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Ankara Atmıyor İnsanı,
ya da Ankara’dan İhraç Olunamıyor...

Otuz yıl uzun zaman. Bir mekânı böylesine severek geçmiş otuz yıl. Çok mutlu oldum. Atıldığımın haberini, o köşede, Kuğulu Park’a bakarken aldığım için.

Ankara Atmıyor İnsanı,
ya da Ankara’dan İhraç Olunamıyor...

Malum, 686’lık olduk. Eylül’den bugüne yayımlanan KHK’lerin her birinde meslektaşlarımız, sevdiğimiz insanlar vardı. 7 Şubat, bizlerin kısmetiymiş! Yüzlerce insanın öyküsü hem birbirinden farklı hem de biraz benzer sanırım. Ben benimkini, benim akşamımı anlatayım, Ankara ile birlikte.

Bir yazı üzerine çalışıyordum bir süredir. Epey yorucu ve son derece zevkliydi. 7 Şubat akşamı saat 21.00 gibi bitirdim. Noktayı koyup arkama yaslandım. Yarın kontrol eder, bir iki güne gönderirim diye düşünüp kapadım bilgisayarımı. Okuldan ev yaklaşık dokuz kilometre. En sevdiğim şeylerden biri, haftanın bir günü eve yürümek. Tabii Dikmen sırtlarına tırmanmak öyle kolay iş değil. Yürüyüşü zevkli hale getirmek gerek. Önce odası bizim İLEF’in üst katında olan Aydın’a uğradım. Çay içip biraz sohbet ettik. Vedalaşıp indim ve Cebeci’den Kızılay’a yola koyuldum. Akşam hava da biraz güzelse güzel oluyor o yol. Kenarda bolca kahve açıldı, cıvıl cıvıl. Kurtuluş Parkı yanı biraz karanlık da olsa, sakin. Sorun, Kolej kavşağında başlıyor.

Aslında son derece sempatik bir şey olan küçük kokoreç arabasını dahi sevimsiz hale getirmeyi başarmış bir hoyratlık karşılıyor sizi Kolej köşede. Önce ezilmeden karşıya geçmeyi başaracaksınız, sonra devasa duman kütlesi içinde boğulmamayı. Muhtemelen duman kütlesi kadar maddi bedel ödeyen, devasa seyyar mafyası. Tabii yiyeceğiniz varsa da yemeyeceğiniz kokorecin kokusu. Yürümeye devam. Beş dakika içinde bir başka kokoreç köfte mafyası, hemen Mithatpaşa’nın köşesinde. Yanıbaşında Ankara’nın en kılıksız ve bıçkın taksi durağı. Muhtemelen birlikte iş görüyorlar, Ankara’nın Mithatpaşa köşesinde. Tabii, Meşrutiyet’ten bugüne hayli zaman geçti!

Kızılay’a yaklaştıkça ışık ve gürültü artıyor. Tüm gürültüler, birbirine karışıyor. 1980’lerde İstanbul’dan gelip ‘ne güzel şehir bu’ dediğim sokak ve caddeler, seyyarın artık. Yürümesi dahi güç. Olsun, yine de yol aynı yol, üzerindekiler çığırtkanlaşmış olsa da. Hemen bizim Mülkiyeliler Birliği’nin sokağına saptım. Oradan Olgunlar’a. Mülkiyeli Yalçın’ın mekânının yanından geçerken cam kenarında Zeliha Hoca’nın oturduğunu gördüm. Boş geçmemeli, girip bir şeyler de onunla içtim. Başka arkadaşlar da vardı. Zaten Yalçın’ın yeri bize biraz ev gibi oldu sanırım, ya da SBF ‘arka bahçe’nin Kızılay şubesi. Eski Yeni gibi biraz ama oradan biraz daha arka bahçe!

Devam ettim. Tunus’tan, sonu Şinasi’de biten o yol. Hep güzel geldi nedense. Sanırım Bulvar otobana dönüşünce daha da cazip oldu benim için. Kebap 49’dan yukarı kıvrılıp Tunalı Hilmi. Tam o esnada bir telefon geldi. Emekli bir hocam, anayasa değişikliği ile bir şeyler sordu, konuştuk. Tunalı, hem Ankara’da ilk göz ağrım hem de adını çok seviyorum. Tunalı Hilmi Bey nedeniyle. Çok özel biri ‘Kuruluş’ aşamasında. Parkın ucundaki heykelini her gördüğümde bir daha mutlu oluyorum. Ankara’ya ilk geldiğimde yürüyüş caddesi sordum okuldakilere. Onlar da ‘İstanbul’un İstiklal’i Ankara’nın Tunalısı’dır dedi.’ Yürüyerek gittim Cebeci’den ve Tunalı’nın ortasında Tunalı’yı sordum. İstiklal’e benzer bir yer arıyorum hâlâ. ‘Burası’ dediklerinde de şaşırdım tabii. Fakat yıllar içinde o caddenin her metresini sevdim. Sonra ayrı bir yazı gerekir Tunalı için. Benim için dört boğum o cadde ve her boğumda başka bir şey var. Hatta boğumlar arasında belli belirsiz sınıfsal ayrımlar. Ne güzel,
iki sinema vardı o zamanlar. Talip ve Kavaklıdere. İçine ettiler şehrin, en güzel caddesinde sinema bırakmadılar. Kavaklıdere’yi, izleyici de desteklemedi ama son yıllarında. AVM kafalılar! Öylece boş duruyor, gelip geçene söver gibi güzelim Kavaklıdere.

Yürüyorum. Şinasi’ye inen yokuşu geçtim. İşbankası’nın önünde telefon. Bizim Dinçer, ‘Hepimiz atıldık’ deyiverdi. Çayını içtiğim Aydın. Yalçın’ın yerinde sohbet ettiğim Zeliha Hoca. Telefon eden Dinçer. Zaten beş dakika önce arayan emekli hocamız da, 1402’likti. Bir iki cümle daha ettik. Kapattık telefonu.

Şöyle bir baktım Tunalı’ya. Kuğulu Parka. O minicik görkeme, hatıraya, karşısındaki kitabevine, köşedeki büfeye, başını gövdesine gömmüş kuğulara, bir iki aşığa, bir sarhoşa, yerleri süpürenlere, zamanında ‘heyecanla’ beklediğin köşeye, taksiciye, ağaçlara asılmış fenerlere... Otuz yıl uzun zaman. Bir mekânı böylesine severek geçmiş otuz yıl. Çok mutlu oldum. Atıldığımın haberini, o köşede, Kuğulu Park’a bakarken aldığım için.

Ankara burası. Atmaz hiç kimseyi, atamaz, beceremez. Hele ihraç, hiç edemez. Ahlaklı bir şehirdir. Kent değil, şehir...

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış