Konut dokusu
Konutlar da, aynı insanların arkadaşlık gruplarında, komşuluk gruplarında yan yana/ bir araya geldikleri gibi, bir beraberlik oluştururlar. Bir konut alanına gittiğinizde, konutların, temel karakteristikleri bakımından benzeştiğini, tıpa tıp aynı olmasalar da, bir doku bütünlüğü oluşturduklarını fark edersiniz. Gerçi bu, büyük ölçüde imar haklarının/ kısıtlamalarının getirdiği bir sonuçtur, ama ekonomik nedenler, toplumsal ve kültürel nedenler de, bir konut alanındaki/ mahalledeki konutların, oldukça homojen özellikler göstermesine neden olur. Yani konutlar, genellikle tek kalmazlar, o yere özgü bir doku oluştururlar.
Geçtiğimiz yüzyılda, konut dokularının en temel belirleyicileri belki iklim koşulları, coğrafya, konut yapımında kullanılabilecek malzeme ve ustaların konut yapma deneyimlerini kuşaktan kuşağa aktarılmasıydı. Bu nedenle, Ankara Evleri, Kayseri Evleri, Safranbolu Evleri, Diyarbakır Evleri vb gibi yüzlerce kitap var bugün, bu yerel mimarileri tanımlayan. Ancak artık bu kentlerdeki konutlar, yerel özellikleriyle bir doku oluşturamıyorlar. Kullanılan inşaat malzemeleri ve teknolojisi, imar nizamları vb nedeniyle konutlar, Türkiye’nin hatta dünyanın her yerinde, birbirine çok benziyor. Bu nedenle, konut dokuları da birbirine çok benziyor. Teknolojik ve yasal gelişmeler, konut dokularını giderek daha çok bir birine benzeyen bir hale getiriyor.
Yarım yüzyıl önce kentlerin en yoksulları, tek katlı, derme çatma ve genellikle kendi emekleriyle üretilmiş, bahçeli ama altyapısız konutlarda yaşarken, bugün, (Çin’de ya da Singapur’da, Güney Amerika’da veya Dubai’de, Kahire’de, Mexico City’de, dünyanın bütün kentlerinde görülebilen) gelişmiş bir inşaat teknolojisiyle üretilmiş, altyapısı ve belirli bir konfor standardı olançok katlı kulelerde ve beton bahçelerde yaşmak zorunda kalıyorlar.
Tam aynı nedenlerle olmasa da, orta sınıflar da, hatta orta üst sınıflar da, bu defa belki rezidans, belki “lüks konut” adını alan, ama benzer biçimde kuleleşmiş
dev bloklarda yaşama doğru geçiyorlar. Aynı eğilimler Ankara’da da, başka kentlerde de aynı; nerdeyse bütün sınıflar, kendilerini farklı bir kuleye hapsetmek doğrultusunda bir eğilim gösteriyorlar. Kentlerde yaşayan herkes, güvenliği sağlayan bir geçiş kapısıyla girilen ve etrafı dikenli tellerle çevrili, konut sahiplerinin zenginliğiyle ters oranda bahçesi betonlaştırılmış veya parklara- spor alanlarına dönüştürülmüş, yalıtımlı ve ısıtma sistemi olan, asansörlü kulelerde yaşıyor, ya da yaşamak istiyor. Ya da, o kulede yaşamaktan başka çaresi kalmamış durumda...
Yukarıdaki tartışmayı genişletmek mümkün. Ancak, Ankara’daki konut dokularına genel bir bakış için belki bu kadarlık bir giriş yeterli olabilir. Kasım ayı içinde
M. Onur Yılmaz, Vedat Gün, Fahri Aksırt ve Akın Atauz, kent içinde, konut dokularını hep birlikte biraz gözlemleyebilmek için birlikte bir geziye çıktılar. Fotoğraf çektiler ve birbirleriyle konuştular. Buradaki fotoğraflar Fahri Aksırt’ın Vedat Gün’ün çektikleri. Yazılanlar, bu konuşmalardan kağıdın üzerine geçirilebilenler.
Şimdilik sadece konutlara baktık ve onların oluşturduğu farklı özellikleri anlamaya, yitip giden ve yıkılarak yok edilen konut dokularına ve onların yerine gelmekte olanlara dair bir şeyler anlamaya çalıştık. Bu nedenle bu gezi, Ankara’da konutlar üzerine yapılmış bir keşif gezisi gibi, ya da yapılacak keşif gezileri için bir başlangıç arayışı, oldukça sınırlı bir kent bölgesinden “izlenimler” olarak da değerlendirilebilir.
Burası Yenidoğan. Karşı sırttaki konut dokularına bakıyoruz, gideni ve gelmekte olanı görüyoruz. Gerçi gitmekte olan, tam bir harabeye dönüştürülmüş, tarumar edilmiş, ama yine de neler var bu dokuda? Toprağı görüyoruz, bahçe ve ağaçlar var, doğa hala konutlarla, o konutlardaki yaşamla iç içe, var olmaya devam ediyor. Bir ya da iki katlı evler, insan ölçeği, insanın kendi yaşamı ile ilişkisini kaybetmemiş, insanların ihtiyaçlarına yanıt verebilme esnekliğini koruyor ve insanla doğa arasındaki ilişkide, ekolojik dengeler biri ya da diğer adına bozulmamış gibi. Katılaşmamış ve dondurulmamış bir çevre. Belki çocuğunu evlendirirse, bir oda eklemek gerekir, belki iki tavuk alırsa, bir kümes yapılıverir, günlerin getireceğine, kendince bir yanıt verebilecek bir dinamizmi var (varmış) gibi.
Ancak arkasında, bir heyula gibi yükselmekte olanları da görüyoruz. TOKİ evleri, eteklerindeki dokuyu ve doğadan ne kalmışsa, hepsini ezerek beliriyor ve artık orada,
oyunlar oynayacak, ya da belki hiç oynayamayacak, gençler başka alanlarda karşılaşacak ve tanışacak ve spor yapacak. Komşular başka türlü tanış olacaklar birbirleriyle ve başka türlü ikramlarda bulunacaklar. Televizyondan öğrendikleri keklerle ağırlayacaklar, alt katta oturanları...
Yüzümüzü biraz daha güneye doğru çevirince, tepeden, Aydınlıkevler’e doğru baktığımızda, çevremizde gördüğümüz, böyle bir kent dokusuydu. Konutlar, kamusal kullanışlar ve askeri alanlar, kentin yerleşik dokusunun dış çizgilerine doğru, artan kat sayılarıyla oluşmaya başlayan büyük bloklar ve daha yakın mesafelerde, küçük birikimleri olan ailelerin, küçük birikimleri olan müteahhitlere yaptırmış oldukları apartmanlar, eskiden kooperatifleşerek yapılmış konut siteleri vb ve bir ada gibi ortada kalmış bir avuç yeşil yaşamlarından geriye kalmış her şeyi.
Hayat çok derme-çatma, düzensiz ve sefil gibi görünüyor. Bir kısmı yoksulluktan. Bir kısmı da belki, öyle ucunun açık kalmasının, daha doğru olduğu düşünüldüğünden... Yaşamı sürekli olarak, duruma göre, kendi gücüyle ve el emeğiyle yenileyerek götürmek istediğinden belki. ..
Ağaç var. Kadınlar var. Çocuklar var. Evlerin arasında küçücük bir alan var. Alabildiğine güneş ışığı var ve herkesi ısıtıyor, çamaşırı da kurutuyor... Barınacak bir ev de var. Ama kepçe, neden bu evin çatısına inmek üzere? O polisler neden o kepçeyi koruyor? O zırhlı araç neden insanları ve çocukları korkutuyor?
Karar alma konumlarında bulunanların, insanların kendi yaşam alanlarına dair söz söyleme hakkı dahi vermeden ve bu insanların bundan sonra nerede, ne koşullarda, nasıl yaşayacaklarını hesaba katmadan aldıkları kararlar ve sonrasında yıkımlar... Tıpkı bir savaş alanını andırıyordu Yenidoğan mahallesinde gördüğümüz manzara: Kolluk güçleriyle abluka altına alınmış birbeton bloklardan başka bir şeye yer yok. Orada her şey bitmiş ve gördüğümüz haliyle, tam olarak donmuş. Orası son sözünü söylemiş. Hiçbir esnekliğe yer yok artık. Yaşam, bundan beri, aynen bu blokların bize söylediği, dikte ettiği gibi olacak.
Ama bu apartman dairelerinin daha güvenilir resmi belgeleri, tapu kayıtları var. Konut piyasasındaki değeri, eteklerdeki gecekondulardan çok daha yüksek. Kışın çok daha iyi ısınıyorlardır...
Başka bir dünya oluşuyor ve eski konut dokusunu ezip geçerek, bu betonarme kulelerle başka bir konut dokusu oluşturarak, yeni (yeni ama daha mı iyi?) bir yaşam çevresi ve yaşam oluşturuyorlar. Çocuklar artık başka alan: Altınpark.
Her şey yitip giderken bile, evler kolluk kuvvetlerinin ve zırhlı araçların, inşaat makinelerinin desteğiyle yıkılmaktayken bile, yaşam bir yandan akıp gidiyor. Çocuklar sokakta. Sonbaharın son ısıtıcı günlerinde, güneşin altında toplanmışlar. Komşular, birileriyle ayaküstü sohbet ediyorlar, kapı önünde. Çamaşırlar, kilimler güneşte kurutuluyor. O gördüğümüz elektrik direğiyle enerji altyapısı, çatıdaki çanak antenle de, iletişim alt yapısı sağlanmaya çalışılıyor. Bir ağacın gölgesi vuruyor kiremitlere. Belli ki o çatıdaki her kiremite insan eli defalarca değmiş, çatı ha bire aktarılmış. Gerçi artık göçmek üzere, ama önemli değil, çünkü belki yarın kepçe göçertecek başlarına,mahalle, yıkılmış evler, molozlar ve bu mahallede yaşamaya çalışan, evinin yıkılıp yıkılmayacağını yarı Türkçeyle bizden öğrenmeye çalışan insanlar.
Karar alma konumunda bulunanların aldıkları kararlar, o koltuklarında oturma sürelerinden çok daha uzun süre şehri ve insanların yaşamlarını etkileyecek. Dolayısıyla bunun sorumluluğunu her zaman üzerinde taşımayacaklar kendi açılarından. Bu durumda verilen kararların insani ve bilimsel temellere dayandırılması gerekir. Yoksa utanacaklar; çünkü zaman adildir vicdanı olanlara...
Tüm bu olanlara baktığımızda, bizi geçmişimizden eden, ancak üzerine geleceğimizi kuramayacağımız bir manzaraydı gördüklerimiz.
Ellerini kaldırarak poz veren çocuğa dair: “Yüzüne düşen hayatın gölgesi mi çocuk?”
Sakalar’da bir sırtın üst çizgisinin üzerindeyiz. En arkada Hüseyin Gazi. Eteğine yazılanlarla hiçbir ilgisi yok. Şimdilik öyle. Kendi başına ve soylu bir dağ, kayalık ve
zamanlarında kurulmuş eski bir mezarlık. Herkes, mezarının başında bir selvi, bir ağaç bulunsun istemiş, eski geleneklere uyarak. Mezarlık da zaman içinde, kentin en yeşil, ağacı en bol alanlarından birine dönüşmüş.
Eskiden kentin biraz dışında, Cebeci’den ötede iken, giderek konut alanlarının ortasında kalmış. Arkadaki konutların tehdit edici bir duruşu var. Bir-kaç tane parsel bazında müteahhit eliyle üretilmiş blok, diğerlerinin hepsi TOKİ konutları. Çok katlı, yüksek yoğunluklu, heybetli bloklar. Sanki içlerinde betondan yapılmış küçük kutular var ve bu kutuların her birinin içinde bir aile yaşıyor. Her kutunun çekmeceleri, bu tür insanlarla dolu, ama dışarıdan, insanla ilgili hiçbir şey algılamıyoruz. Yine de buradan gördüğümüz kutular şanslı kuleler, çünkü mezarlığa ait olsa da, ağaçlara, yeşil bir alana bakıyorlar.
Bizim tarafımızda ise, eteklerdeki iş makinesinin gösterdiği gibi, gecekonduları temizlenmiş, eğimli arazi bulunuyor. Bütünüyle boşaltılmış ve tam karşıdaki gibi bloklara dönüşmeyi bekliyor.
Önümüzdeki ağaçlık alan “Asri Mezarlık”. Müslüman ve gayrimüslim mezarları var.
Bu konut dokusu manzarası ise, biraz korku filminden çıkmış gibi. Tepenin sırtında tek-tük gecekondu kalmış. Belki orası boş kalacak ve yukarıdaki dorukta kuleleri görülen Drakula Şatosu’nun bahçesi olacak, belki son gecekondular da temizlenince, orada da, ya yandaki daha küçük beyaz bloklardan oluşan konut dokusu gelişecek, ya da, solda görülen farklı kat sayısındaki üç kule gibi, kulelerle donanacak.
En önde yine, Asri Mezarlık, yeşil bir rüya adası gibi duruyor (bakalım daha ne kadar dayanabilecek?) onun arkasında, orta büyüklükte sermayesi olan (bu hem parasal hem de kültürel anlamda bir sermaye olmalı) müteahhitler eliyle, parsel bazında geliştirilmiş konutlar var. Bu fotoğrafta, en azından üç tür konut dokusu görülüyor. Hem de giden ve yerine gelenkonut dokuların nasıl bir anlam/ fiziki çevre değişikliği önerdiği/ gerçekleştirdiği de rahatça okunabiliyor: Eski gecekondulardan arta kalanlar, müteahhit eliyle parsel bazında geliştirilen orta sınıf konutları ve TOKİ’nin düşük gelir gruplarını hedeflediğini söylediği, ama orta alt ve orta sınıflara doğru el değiştiren kuleleri...
Burası Karapürçek. Yakın zamana kadar Ankara’nın köyü konumundayken, şimdi muhafazakar orta sınıflar, hatta orta üst sınıflar için, bir konut bölgesi yaratmak, böylece kentsel rantı yükseltmek arayışında olan bir konut dokusu geliştirilmeye çalışılıyor. Bunun için, Büyükşehir Belediyesi oldukça cömert davrandığını gösteriyor, ama Ankara’nın rant artışı sağlayan bölgeleri sıralamasında, yeri ne kadar önde olabilir ki?
Burası, kentin doğusunda ve adı Zirvekent. Eğer yoksulsanız, ancak çok az kira ödeyebiliyorsanız veya bir evi satın almak, ama parasını kira öder gibi oldukça uzun bir sürede ödemek istiyorsanız, böyle bir seçenek de var. Yalnız bu konutların küçük bir kusuru var: O da kentten biraz uzakta olması. Kentin çevresinde, düzlükteki tarım arazilerini geçeceksiniz ve sırtta, tarım için verimsiz bir toprak olduğu için düşük fiyata satın alınabilen bir arazi üzerine kurulmuş bu siteden bir daire alacaksınız (o da bulabilirseniz).
Ama bu da çok iyi bir şey. Çünkü burada, kentten bu kadar uzakta kalmış olsanız da, beklentiniz var: Beş-on yıl içinde, aradaki tarım toprakları kentsel topraklaradönüşür, kent bize doğru gelir (hatta geçer bile belki?) biz de, kentin içinde bir eve sahibi olacağımız için, yatırımımızın değeri, yakında ikiye-üçe katlanır... Bakın zaten şimdiden, tarlaların birinin ortasında, on katlı bir apartmanı kurmuş bile, düş gücü yüksek bir girişimci. Şimdi öyle, hiçbir yerin ortasında gibi duruyor, ama siz onun uzak görüşlülüğünü birkaç yıl sonra değerlendirin.
(yukarıdaki üç fotoğraf için)
Kent, Macbeth’e karşı ormanın içinden yürüyen ordular gibi gizlenerek değil, düpedüz ve açıkça, istilaya ve ezmeye azmetmiş bir ordu gibi ilerliyor. Ayakları altına alacağı toprağı beton ve asfalta dönüştürme, kuleleriyle tahkim etmeye ve geçici değil kalıcı olarak, o toprakları doğanın ve tarımın elinden koparıp almaya geliyor.
Fotoğraflar kentin nasıl gelmekte olduğunu, olanca açıklığı ile gösteriyor:
Birinci fotoğrafta, öndeki köy ve çiftçilik, konutların üzerine doğru gelerek yarattığı tehdidi, henüz umursamamış gibi duruyor. Ya da tam tersi, bir an
önce tarım arazisi olmaktan çıkmak, kent toprağına dönüşmek ve parsellenmek, arkadaki örnekte görüldüğü gibi, orta yoğunlukta bir kent parçası olmak istiyor ki, arazi sahipleri, şimdiki gelirlerinden çok daha fazlasını kazanabilsinler. Önde, şimdilik sakin gibi görünen dinginlik, belki de sadece, rant artışından alınacak payın iştahlı bir beklentisi.
İkinci fotoğrafta, en öndeki tarla, arkasında ağaçlıklar içindeki küçük köy evleri ve hemen onun arkasında, kentin yakın bir gelecekte bu toprakları nasıl bir konut dokusuna dönüştürmek istediğinin göstergesi sayılabilecek doku; sanki adım adım ilerliyor gibi.
Son fotoğrafta, doğa ile, kentin orta halli müteahhitkuleleri (kulecikler) arasındaki sınır çizgisinde, sessiz muharebeyi kim kazanacak dersiniz? Önde doğa, ağaçlar (belki orman denemez ama ağaçlar) ve arkada, arasından neredeyse hava/ rüzgar geçmeyecek kadar yoğun beton bloklar/ kulecikler...
Bir kent çevresini nasıl teslim alır?
“Bir kent sürekli olarak büyüyorsa, göç alıyor ve nüfusu çoğalıyorsa, ne yapsın?” diyeceksiniz belki de. Evet, ne yapsın?
Ancak bir de şöyle düşünelim: Çok güçlü göç dalgaları başladığında ve on yıllarca sürdüğünde, konut sorunu için yaratılan çözümden öğrenilecek hiçbir şey yok mu? Artan nüfusu yüksek yoğunluklu konut alanlarına depolamak, tek alternatif mi? Bu kulecikler/ kuleler gerçekten artan nüfusun konut gereksinimi için mi dikiliyor, yoksa konut ve kent toprakları üzerinden spekülatif rant elde edebilmek arayışı ve hırsı için mi?
Yanıt, “her ikisi için de” biçiminde olabilir.
Tamam. Öyle olsa bile, kentin gerçek ihtiyacının ötesindeki kısma, yani spekülatif rant arayışıyla gelen istilaya, neden feda edelim ki, doğanın hala nefes alabildiği yeryüzünü?
Neden bu soruyu, konutla ilgili soruları, gerçekten ve güçlü bir nefesle soracak bir gücü yok Ankara’nın?
Ancak bu soruyu sorabilmek de, alınacak yanıtların peşine düşebilmek de, o bir karış doğa parçasını savunmak da, örgütlenmeyi ve ekolojik dengelerin politikaları için bir mücadele vermeyi gerektiriyor.
Kolayca anlayabileceğiniz gibi, Ankara’daki konut dokularını tanıyabilmek, anlayabilmek ve sınıflandırabilmek için, daha epey çaba gerekiyor.
Bu daha küçük bir başlangıç.
Solfasol da başaramayacaksa bu işi, kim başaracak? Bu nedenle, galiba konut dokusuyla uğraşmaya devam etmekten başka bir çaresi yok Solfasol’ün...
Yorumlar (0)