Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

ankara dibin kara

Sabah aslında bir hayli erken kalktım kendi çapımda. Üst üste birkaç kahve... Mesajlar geliyor: Buluşamadık, pankart gelmedi, hastalandım… Dedim az geç çıkabilirim. Şu meşhur duşu da alayım artık, yeni evdeki ikinci ya da üçüncü. Taksiye bindim. Malum küçük burjuva. Tam Tandoğan meydanından geçerken mesajlar; bomba patlamış. Hem de iki tane. Sibel aradı: “Gitme”. “He he” dedim, “merak etme”, “dönerim burdan”. İlk iş anneme ve kardeşlerime haber gönderdim: “Mitinge gitmedim, ben iyiyim, merak etmeyin” minvalinde.

ankara dibin kara

Yakından siren sesleri geliyordu ama ben hiç şerre yormadım. Aklımdaki ilk fikir, “1 Eylül barış mitingini azız diye yaptırmadılar, şimdi de ortalığı terörize edip iki ses bombasıyla bu mitingi de yaptırmayacağız sanıyorlar, ama biz kalabalığız, bu sefer yapacağız”, gibi birşeydi. Sonradan, içinde olduğum taksinin o itfaiyeye yol vermesi için onunla niye kavga etmedim diye çok hayıflandım. Şimdi değil, gelecekte hayıflandım. Bunu nasıl anlatsam; gelecekte buna çok pişman olacağımı o zaman bilmiyordum, hala da bilmiyorum ama şimdi daha çok biliyorum gibi birşey bu da.

Hep “gibi birşey” diyorum: çünkü bütün bu hislerin neye benzediğini hala tam olarak bilmiyorum. Hiç yaşamadım daha önce. Bu lafı da hiç sevmem, şimdilik onu kullanıyoruz ama: Empati. Bunu yapabildiğimi sanırdım. 10 Ekim’den beri, hayatta yaşamadığım ne çok duygu varmış, hissiyle yaşıyorum. Bugüne kadar empatik davrandığımı varsaydığım herkesten çok özür dilerim.

İnsanlar otobüslerine bindiler getirdiklerinden çok daha azıyla. Selin’i gördüm o arada. Galiba bana Haziran’ın sonra bütün haberlerde yer alan o pankartından bahsetti. Tam hatırlamıyorum. Gidicem dedi, kalıcam dedi. Bunları bilmiyorum. Bir uyuşma var daha çok. Sonra gittim, Ulus’a doğru gittim. Yerde bir kanlı mendil, yaralı insanlar, ambulans sesleri… Gidemedim. Geri de dönemedim, ama o benim inisiyatifimle değildi, polis yolu kapatmıştı. Nerdesin diye soranlara şöyle söyledim: Sıkıştım, geri dönemedim çünkü polis yolu kapatmıştı ama gidemedim, çünkü oradaydım, herşey oradaydı. Sonra, ne kadar sonra bilmiyorum; Hatun’la karşılaştık. Hadi gidelim, hadi gidelim… Birbirimizden cesaret alıp bir süre yürüdük. Yine ne kadar bilmiyorum. Çünkü, zaman farklı akıyor bazen. Bence beş dakika. Ama belki de yarım saat. Birden kendimizi alanda bulduk. Nasıl, bilmiyorum. Buraya giren çıkamaz. Sadece böyle. Esas orda sıkıştım.

“Çetin, Çetin” diye bağırıyordu bir kadın. Yaprakları kaldırıp altına baktı Çetin’i bulmak için. Sonra ben de listelere çok baktım, Çetin’le karşılaşmamayı umarak. Ama Ali’yi gördüm orda, Ayşe’yi de gördüm. Bütün ölü isimlerini ezbere biliyorum. Altına yeni isimler ekleyip alfabetik dizdim onları sonraki üç gün boyunca, “kriz” masasında.

Kendi ölülerimi arıyordum orda. Ayakkabılarını, çantalarını… Onlardan arda kalmış olabilecek herhangi birşeyi… Ama çaktırmadan kimseye. O kadar ölünün arasında kendininkileri aramak ayıp gelmişti nedense.

Bir daha asla yere basamam sanıyordum. Yere basmak zorundaymış insan, onu anladım:

Yere basmak ve başını yukarıda tutmak.

 

(Resim: Köylüler Savaşı - Käthe Kollwitz)



Yazar Ecehan Balta

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış