Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Ankara Giderek Şiirsizleşiyor Şiirsiz Kalan Ankara’da Doktor Serdar Koç’un, Yeni Bir Şiir Kitabı Çıktı: “kül’efil”

Ankara Giderek Şiirsizleşiyor Şiirsiz Kalan Ankara’da Doktor Serdar Koç’un, Yeni Bir Şiir Kitabı Çıktı: “kül’efil”

Serdar Koç Kimdir? Yeni şiir kitabı vesilesiyle söyleşiye gittiğimiz Serdar Koç, Ankara’nın Gayrıresmi Gazetesi Solfasol’u, Gezi Direnişi’ni selamlıyor. Serdar Koç, 1955 Amasya doğumlu. Ankara Tabip Odası’nın faal bir üyesi. 8 senedir, ATO’daki Şiir Gecelerinin de düzenleyicisidir.

Etkinliklerden birinde bizi, ONBEŞLER’le birlikte kaybolan Mustafa Suphi’nin sevgilisi, tarih içinde görünmez kılınan kadın, Maria (ya da Meryem) ile tanıştırır. 15-16 Haziran’ı, Haziran Direnişi ile buluşturur. Madımak’ı hatırlatır, adaleti, özgürlüğü, eşitliği çağırır.

Şiirini kaybetmiş Ankara’da, Ankara Tabip Odası’nın şiir dinletilerini sormak geliyor aklımıza. Haziran’da

direnişi çağıran şiir dinletilerine Gezi’nin katılmasının sırrını soruyoruz. “Haziran’da Direniş Şiirleri” adındaki şiir dinletileri, Gezi Direnişi’nden önce başlamıştı ya.

15-16 Haziran’ın devrimci, dönüştürücü içeriğinden ve tarihsel öneminden esinlenerek, Haziran etkinliğine, ‘Direniş Şiirleri’ başlığını uygun bulmuştuk. Haziran, Haziran’ı çağırdı, ilkinden 40 yıl sonra daha muhteşemi sökün etti. Daha ne isteyebilirdik. Sokaklar şiir gibiydi ve biz o günlerde “salonlarda şiire” ara verdik, sokaklarda yazılan şiiri dinledik.

Amasya’da doğmuş, üniversite tahsilini İstanbul’da eylemiş şair için Efil Efil (?)“Ankara Aralığında Ay Vakti”, hangi zamandır? Ankara’da olmak, Ankaralı olmak ne ifade eder?

Yakın zamanlara dair duygu durumlardır, kendimin
ve kendimizin. Çünkü bu “kendi” imgesinin içerisinde bütün bir yaşam var; ilişkiler, yaşanmışlıklar, paylaşımlar, mücadeleler, vb.

Artık Ankaralıyım diyebilirim, çünkü ömrümün çoğu bu kentte geçti, bu kentte çoluk çocuğa karıştım. Kendim bu kentte büyümedim ama kızlarımı bu kentte büyüttüm. Amasya, benim doğumum, çocukluğum, gençliğim, ilk göz ağrım, damarlarımda akan usare. Amas’ın Ülkesi (Kenti kuran Hitit kralı Amas’tan alır adını).

Ankara bir yanıyla Hitit kenti, Hattuşaş’la ve Amasia ile komşu... Daha derinlerde jeolojik devirlerin bulguları saklı toprağında, içdeniz çağlarının ürünleri... Diğer yanıyla cumhuriyetin kurucu başkenti.

Ben önce müzeleriyle, tiyatrolarıyla ve sinemalarıyla gezdim Ankara’yı, kente yabancı olduğum ilk yıllarımda. Sonra siyasi, sosyal, kültürel yaşamına dâhil oldum. Meslek odamda ve Ankara’nın devrimci, demokrat muhalif hareketinde hep bir aktivist olarak durmaya çalıştım. Hep bir yerlere, bir şeylere koşuşturup durdum. Daha sonra şiirlerime de girecek olan şöyle bir durumdu bu; koşmak yaşam biçimim olmuştu, yavaşlarsam düşecekmişim gibi. Öyle de oldu.Bir tatil esnasında yedim kalp krizini, bir düştüm, pir düştüm.Ameliyat filan derken, ancak 1-2 yılda toparlayabildim sağlığımı ve artık gövdemi daha tasarruflu kullanıyorum, eskisi gibi kendime eziyet etmekten sakınıyorum.
...
ankara’da / asfalt eriyordu / doksanüç temmuzunda /yaz kederinden / kanım iliğim buharlaşıyordu / siz hangi bedeli ödeyeceksiniz / “bay yargıç”
...

1994’de Madımak’ta yanan Behçet Aysan Şiir Ödülü’nü paylaştınız. Behçet de, tıpkı Metin Altıok gibi şairdi, Ankaralıydı, doktordu.Yakın arkadaşınız mıydı? Bu şiirinizde ve her şiirinizde hep adaleti sorguladınız!!! Hep özgürlüğü, eşitliği özlediniz? Bu arada “78” kuşağından diğer Ankaralı şairleri de analım, Atila Çınar’a, Akif Kurtuluş’a, Ali Cengizkan’a, Şükrü Erbaş’a, Ahmet Telli’ye ve adlarını sayamadıklarımızın hepsine selam edelim, Ahmet Erhan’ı ve Adnan Azar’ıyitirdik, onlara da rahmet dileyelim.

Önce bir düzeltme yapayım; “Seçici Kurul Özel Ödülü” benimki. Behçet Ağabeyle özel bir dostluğumuz yoktu, keşke olsaydı; ama şiirleriyle dosttum, arkadaştım. O dönemin saydığınız ve sayamadığınız tüm şairleriyle de öyle. Ben iyi bir şiir izleyicisiydim. Okurdum. Yazmak çok sonra geldi, yoğun okumalardan arta kalan zamanlarda, iki ara bir derede. Dilin çorak toprağında, bir iki dize yeşertme çabası, söylen(e)memiş sözün ırmağında yunmak özlemi, anımsanmaya değer, aşktan arta, bir ömrün yekûnu ve bakiyesi...

1978 kuşağı deyince, 1968 kuşağını zirveye, 1978 kuşağını da dibe oturtuyorsunuz... Gençliğine 70’lerde başlayanlar, niye dipte? 78 kuşağı, siyasetin içine doğan, siyaseti sokaklarda ölümüne yaşayan bir kuşaktı. Siz nerede duruyordunuz o zamanlar? 80 ve sonrasını Cerrahpaşa’da karşıladınız.

Öğrenci dernekleri ve 80 sonrası kuşağını nasıl değerlendireceğiz?

Yanıtı sorunun içinde; 78 bir dip dalgaydı, toplumun tüm hücrelerini saran, etkileyen, harekete geçiren. Zirveyi aşan bir dip; o yüzden de yenilgisi daha derin ve hırpalayıcı oldu.

8 EKİM 78
-I-
kan rengi / bir acı / sızıyor / geceye
kan rengi / bir akşam/ sokaklarda
cinayetin / kol gezdiği / ankara’da/ 8 ekim/ 78 gecesi

bahçelievler-/ -deki /o evde
siz de olabilirdiniz / ben de vurulmuş / elleri ayakları/bağlı

-II-
ah ellerim / ayaklarım/bağlı
deldiler / kalbimi/yedi yerinden
kalbimde/ yedi /kırbaç izi
bahçelievler-/ -deki /o evde / ankara’da / 8 ekim / 78 gecesi
...
üşür gözlerim/ üşür gözlerim/ üşür gözlerim

Serdar Koç, Çığlık isimli ilk şiir kitabında paylaştığı bu şiiri, 1978 Ekim’inde Ankara Bahçelievler 15. Sokak 56 numaralı evde katledilen 7 devrimci arkadaşı için yazdı.

Nitekim geçtiğimiz Şubat ayında 37 yıldır süren bu davanın duruşması da vardı. Faşistlerce hunharca katledilen 7 TİP’li öğrencinin avukatı Erşan Sansal ve Nezahat Gündoğmuş, bu davanın emektar müdahil avukatlarıydı. Karşı tarafta 7 kez idama mahkum olmuş ama salıverilmiş bir katil, Ercüment Gedikli vardı. Duruşma boyunca yaptıklarından zerre pişmanlık duymadan, adaletin önünde müdahil avukatlara posta koydu. Ne acı! Ki Bahçelievler Katliamı olarak bilinen bu dava, suçlularının, 1970’lerde öldürülen 5 binden çok insan arasında, adalet önüne çıkartılabilen ve mahkûm ettirilebilen bir kaç davadan biriydi!

Katillerden Mahmut Korkmaz, Kürşat Poyraz hiç yakalanamadı. İbrahim Çifçi, Ünal Osmanağaoğlu, Abdullah Çatlı aralarında Kemal Türkler cinayeti olmak üzere, başka birçok cinayet ve katliama da karışmıştı. 7 kez idama mahkûm edilip cezaevine gönderilen, başka şiddet olaylarına da karışan Haluk Kırcı, Ercüment Gedikli ve Bünyamin Adanalı, AKP’nin sözde Yargı Reformundan yararlandı ve tahliye edildi.

Serdar Koç’a soruyoruz: Siz de Bahçelievler 15. Sokak 56 numaralı zemin kattaki eve çok gider ve misafir olurdunuz. 7 TİP’li yoldaşınız, Faruk’umuz, Salih’imiz, Hürcan’ımız, Latif’imiz, Efraim’imiz, Osman Nuri’miz ve Serdar’ımız, faşistlerce katledildi, 8 Ekim’i 9 Ekim’e bağlayan gecede. Duygularınız nedir? Kızgın mısınız, öfkeli misiniz?

Katliamın 30’uncu yılında, Ankara Tabip Odası’nda özel bir anma yapmıştık, Erşan Ağabey ve NezahatAbla
da katılmışlardı. Zaman ne çabuk geçiyor. Neredeyse çağ olacak. Ve onları her andığımda yüreğim yanıyor, burnumun direği sızlıyor, kahroluyorum ve onulmaz bir mahcubiyet yaşıyorum.

Ne yakışıklı bir delikanlıydı Faruk, ne güzel dostluğumuz vardı .Kırklareli’ne gidip gelirken, bizim Beşiktaş Serencebey yokuşundaki öğrenci evimize birkaç gün uğramadan edemezdi.Çoğu kez yanında ev arkadaşı ve bir diğer dostumuz, yoldaşımız olan Salih de olurdu, o hiç yüzünden eksiltmediği bilgece tebessümüyle. Nasıl unuturum? Ben de Ankara’ya her gittiğimde, onların Bahçelievler’deki ‘o’ öğrenci evinde kalırdım.

Serdar Alten’le ortak bir yazımız yayınlanmıştı, dönemin gençlik hareketine ilişkin.Dergi hazırdı ama, ancak ölümünden sonra çıkabilmişti. O dönemin gençlik örgütünden adını alan Genç-Öncü dergisinde, benim ilkyazımdı ve yazık ki onun son yazısı oldu.

Bir tren dolusu insanla geldik yolculamaya onları, son yolculuklarında. Her birimiz bir cenaze taşıdık, Serdar’la Hürcan’ı Ankara’da bıraktık, Kırklareli’ne (Faruk Ersan), Çorum’a (Salih Gevenci), Bursa’ya (Efraim Ezgin, Latif Can ve Osman Nuri Uzunlar), arkadaşlarımızı son kez taşıdık.

Bahçelievler Davasından söz ederken, 1970’lere, ilk gençliğinize, ilk siyasi tedrisatınıza geçersek... Neden TİP, Neden Behice Boran?

Benim çocukluğum, bir taşra kasabasında ama her yanından kitaplar fışkıran, gazete ve edebiyat dergilerinin girdiği, köy enstitülü bir babanın evinde geçti.

Lise (Lâdik Akpınar Öğretmen Okulu) yıllarında, bir yandan Deniz’lerin yana döne arandığı, yakalandığı ve idamlarına kadar giden süreçte, bir yandan da Mahir’lerin Kızıldere’de kanlı bir katliamla biten eylemlerinin
hemen birkaç on kilometre ötemizde gerçekleştiği , düşmanlarının bile soluğunu tutmuş, gizli bir hayranlıkla

izlediği o günlerde, hızla politize olduk. Doğal devrimcilerdik artık.

Liseden üniversiteye geçerken bir iki yıl, pek çok yaşıtım gibi Dev-Genç ile esnek bir mesaimiz olsa da, siyasi kökenim ikinci TİP dönemine aittir. 1975’i izleyen yıllarda Behice Boran’ın düşünce çevresinde olmanın güzelliğini yaşadım.

80’lerden bu yana geldiğimizde, hangisi daha acıtıcı? 1980 darbesi, 1989 SSCB’nin çöküşü, 2015’te 3. dönemine rağmen AKP’nin devamı ya da Gökçek’in 5 dönem üst üste seçilmesi?

Aydınlığını yitiren, şu köhne gezegen, duaların sanal sığınağına çekildi artık. İlerlediği mevzilerde birer birer yenilerek, uzak torunlarımızın gözlem ufkunda, bir olasılık hesabından arta, “büyük insanlık” Galaktik kafesin içinde, tutsak, milyarlarca yıldır, dönü(şü)p duruyoruz. Milyarlarca yıl daha, belki de trilyon yıl, sürecek bu öykü. Elbette 1989...

Ya umutlar, erdem? Biraz da herkesin ayrı ayrı ders aldığı ama bir türlü ortaklaştıramadığımız Gezi Direnişinden söz edelim ve tabi son şiirlerinizden...

İsyanı olmayan şair m’olur, boşaltmıyorsa kanın hokkaya, batmıyorsa yüreğine divit, esriyip “her dem belayı aşktan”

Cennetten cayıp gelene, cehennem nedir bilene, üçten

dokuza şart olsun, ant olsun yemin olsun ki, eğilip bükülmeden gün, olur: devran döndürürüz, pankartlarımız marşlarımız, sloganlarımız üzre, arşı ala üzre kadim, aşk ile yürürüz yine, “kılıç döndürü döndürü”

Bir zamanlar Türkiye’nin en ünlü şairlerini çıkartan Ankara’nın şiirsizleştirilmesine ne diyorsunuz?

Sözcüklerle özgürleşmek tutkusuyla; tutkuyla dizelerini uzay-zamana gönderir şair.Sözcükleri ne kadar pürüzsüzse, sürtünme kuvveti ne kadar düşükse o kadar uzağa gider şiiri, değilse az ötede düşüp kalacaktır. O düşüp kalan sözcükleri de başka şairler sahiplenecek, alıp temizleyip, bakımını yapacak, cilalayıp parlatacak, tekrar fırlatacaktır uzay-zamana.Böylece sözcükler elden ele, şiirin devasa kütlesi devinip duracak. Gelecekle er geç buluşur iyi şiir, ama şairi yoktur artık, ölmüştür.

Sanma ki yorgunuyum başlayan bir yüzyılın, ağılına dokundum çünkü ıssı yıldızın...

Hayır, şiirsizleştirmeye itirazım var, her ne kadar kültür ortamını az biraz kurutsalar da bir kenti şiirsizleştirmeye kimsenin gücü yetmez, bazen görünür olmasa da bir yer altı ırmağıdır şiir.

Ankara’da her zaman şiir ve iyi şairler oldu... Her şeye rağmen...

Biz sormadan kendisi ekliyor iki kız babası Serdar:

Özgecan’ın gözlerindeki Haziran’ı gördünüz mü? Yüreklerdeki mührü söken, vicdanı harekete geçiren, ruhlarımızı dirilten Haziran’ı.Yeni bir Haziran bu, başka; onun gözlerinde yanan, kahrolan hayat ve insan.

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış