"Haritası parçalandı ellerimde gecenin, bir yitiriş değil bu, sınırları tutamadım yerinde, gözlerime doldu sular, şimdi zaman oynak bir gölge. Nasıl başlasak geri dönmemek için? hüzünkıran ardında saklanan kalbimle, artık, okyanuslara açılmak geçmeli içimden. Biliyorum. Ama kavuşmalar ayrılıktır bazen.” Kaan İnce
Ev arkadaşlarımdan biri “Balıkların gözyaşları denizde belli olmaz’’ yazıyor dökülen badanasından hayali haritalar yarattığımız duvara, bir kamyonun arkasında okumuş.
Okyanusun yitirdiği bir şehre bambaşka coğrafyalardan gelmiş binlerce kadın ve adam denizi bitimsizce özlüyorduk ama jeolojik çağlar ötesinden o iyot kokusunu aldığımızı birbirimize itiraf edemiyorduk. Gaipten sesler neyse de kokular duymak bir başka delilikti sanki. Ankara bir durak değildi; sonrasında nerede olursak olalım bizi birleştiren efsunlu bir sözcük, bir kalenderlik hali, çamurlarına bata çıka çeşmeden su taşınan günler, garip semt adları, Yüzüncü Yıl İşçi Blokları Isı Merkezi üçgen mimarisi, Saman Pazarından alınan ikinci el süet montlar ve gramafon iğneleri, 90’larda sessiz ve derinden devrimciler... Henüz bu kadar tüketmiyoruz, bir kot bir hırka geçiyor günler, hem de ne güzel geçiyor. Derinleşmeye zamanımız var, kitabevlerinde saatler geçirmeye, yeni bir müzik keşfedip kasedin plastik şeritlerini içimize alıncaya dek dinlemeye, memur eylemlerinde Kızılay’da asfaltta mukavva üzerinde binlerce insanla sabahlamaya, bir harikalar diyarına inecekmiş hissi barındıran yarı bodrum ama arka bahçesinde sarmaşıklar olan çayhaneler. Ev arkadaşlarımdan biri “Balıkların gözyaşları denizde belli olmaz’’ yazıyor dökülen badanasından hayali haritalar yarattığımız duvara, bir kamyonun arkasında okumuş.
Sahi deniz nerede?
Aile evinden kaçmış gecegezen kızlarız*, bazen beyaz bazen kara gecelerde ve evet, fonda kışsa Ankara ayazı yazsa iğde rahiyası. Dünyanın hangi uzak ülkesinde gezersen gez korkmamanı Ulus’da gecegezmene borçlu olduğunu bilirsin. Ulus ya da okyanus kıyısı sisli şehri Lima’nın Miraflores’i , farketmez gecegezen kızlar için.
O dönem okulda king oynamakta olan insanların bile politize olduğu bu yıllara gelmemişiz henüz.
Özgür Gündem var haber alabildiğimiz bitmeyen kirli savaşı. Güvenlik şirketi var babası Güneydoğu'da polis olan sınıf arkadaşının abisinin ve bitmek bilmeyen sivilceleri. Şimdilerde büyük inşaat şirketleri, otelleri ve hokka burun sevgilileri. Radikal çıkıyor burun kıvırıyoruz, Radikal İki eh daha iyi, şimdilerde mumla arayacağımızı bilmeden. Önce Uğur Mumcu sonra doğum günümde Musa Anter öldürülüyor, tam stajdayım Sivas’la içimiz yanıyor ve hiç sönmüyor.
İstanbul'a gidersin sonra. Hangi üniversiteden mezun olursan ol işçi olarak gidersin, kendini beyaz yaka sanırsın, İstanbul ertelemelerin şehri olur, evet birgün Şeyh Bedrettin’in Sultanahmet’teki mezarına Tevfik Fikret'in Aşiyan'daki mezarına gideceksindir. Ankara’da öğrencilikte belki biraz senin olan bedenin diğer işçi bedenlerine karışıp amorf bir kütlenin parçası olmuştur, küçük ve yalnız hissettirir İstanbul ilk gidene. Kendini tanımlaman gerekir boynuna o ihtişamın karşısında. Duygular karışır, seçemez kaybolursun girdabında, sonra dengeni sağlarsın, unutarak tabi ve hissizleşerek. Neyse ki Beyoğlu vardır, tanıdık yüzleri görürsün Ankara’dan, tramvay durağına oturup bazen dünya bir sirk mi acaba diye hissetsen de biraz olsun kendin olursun.
Çukurambar gecekonduların, toprak yolların, ODTÜ’ye giden eylemlerin semtidir, led henüz keşfedilmemiştir.
Olumlu düşün ve kişisel gelişim martavalları henüz çıkmamıştır, hüzünden ölmeyi bilmeyenin ağız dolusu ve karından gülemeyeceğine inandırırdı Ankara. Çukurambar gecekonduların, toprak yolların, ODTÜ’ye giden eylemlerin semtidir, led henüz keşfedilmemiştir. Bir mühendis abi pavyondaki Filize aşık olmustur. O’nunla bir yaşam da kurar bir gün. Sınıf sınırları henüz betondan değildir sanki. Filiz, bize Çukurambar’daki evde alüminyum çaydanlıkta karanfilli çay ve patatesli yumurta yapar. Çaydanlık fokurdar, camlar buğulanır, camdaki harita pasifikte bir adayı imler. Ne diyeyim Ankara öyledir işte, hayalleri vardır. Tarhana çorbasının beş kez türevi alınabilir, hayaller yemeği de insanı da çoğaltır.
Yüzüncü Yıl İşçi Bloklarında kanatlı at gibiyizdir on beşinci kattan uçacak güçte, her sabah Zaman gazetesi bırakılan karşı komşu, tarhana serer apartman boşluğuna, günaydınlaşır da ayılırız gerçek hayata.
Olgunlar’da sahaflar vardır o zaman her biri bir Bazarov’dur mübarek, ayazda ateş yakarlar tezgahın arkasında. Alevlerin arkasındaki yüze mi aşık olmuşsundur, yoksa Güvenpark’ın kıyısındaki çiçekçilerdeki gaz lambasının ışığında bir yüze mi? Karışır sulu boya bir resim hafızanda, kontursüz, sınırsız geçişken renkler. Nergisler ve gelmemesi gereken bir yerlerden gelen deniz kokusu. Zaten kaybetmediğim şeyleri aramıştım Dikmen sırtlarında bir gecekonduda. Gençlik de biraz kaybetmediğini aramak değil miydi? Çocukluğumda emektar babaannemin çamaşır suyunun yaralar açtığı sert elleriyle ellerimi sıkıca tutup beni AOÇ filine götürdüğü güne dair yaşlı filin zinciri, çamaşır suyu ve o mavi kartonun içindeki en beyaz dondurma birbirine karışıyor belleğimde. Yine o gaz lambalarının kıyısında en yakın dostun Marat Sade tiyatro oyununda delilerden birini oynayacaktır ve upuzun saçlarını kazıtır, Ankara ayazı kafasını üşütür kafasını ısıtmak için hohlarsın, gülersiniz. Bilemezsin ki berbat bir hastalıktan saçları dökülecek yıllar sonra boğazın lacivert sularına.
Kadıköy Ümit Otel’de göğe uçar yirmisine dek dünyaya söyleyeceğini söylemiş Ankara şairi. Yine İstanbul göğüne yitiririz Ankara’nın kırık gözlüğünü bantla yapıştıran filozofunu. Aslında İstanbul’a göçen herkes bir yanını öldürür de kalır orada. Bizans’da kaplayacağın hacmin bedeli ağırdır. Ankara’da bir fil kadar yabancı ve yalnız olabilir miyiz bu dünyada?
Artık kaybettiğim şeyleri arama yaşına geldim. Ankara benim Ankaram değil ama anakarası Ankara olan şairler hala orada. Hatta onlardan birisi diyor ki kanatlı işçi bloklarını tırmanıp 15. kat balkonundan bakarsan güneş okyanusa bile batabilir.
Minik bir not: Ankara şehri, ruh haline göre; Chet Baker, en eski Ezginin Günlüğü, Grup Yorum, Jethro Tull, Gary Moore ve Fikret Kızılok eşliğinde okunur.
Yorumlar (0)