Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Ankara Sanat Tiyatrosu

Kahraman Tiyatro Otoparka Karşı

Ankara Sanat Tiyatrosu

AST kurulduğu günden bu yana, adalet ve özgürlük talebini dile getiren, sanatsal bir çizgide yürümeyi seçti. Konuşulmayanın, göz ardı edilenin tiyatrosunu yaptı ve içinden çıktığı toplumla kuvvetli bir bağ kurdu. Halkın ilgi ve sevgisi arttıkça, iktidarlar, tutucu çevreler AST'ı merceğe alıp nefes alamaz hale getirdiler. Fakat tiyatro kendi çizgisine kazık kakmıştı, direndi. Tiyatronun etrafında saf tutan kitlenin büyüyüp genişlemesi iktidarları sertleştirdi. Yasaklar, kapatmalar, baskınlar, cezalar, hapisler, işkenceler birbirini izledi. Bu hikâyede, muhalif bir tiyatronun kuruluşunu ve ilk 30 yılını bulacaksınız.

"Türkiye'de bir politik, devrimci, toplumcu tiyatro geleneği oluşmuşsa bunun annesi Arena Tiyatrosu'dur. Ankara Birliği Sahnesi, AST, Halk Tiyatrosu, Dostlar Tiyatrosu... Hepsi bu annenin çocuklarıdır."

Genco Erkal

Bir İhtilal Tiyatrosu: Arena

Yıl, 1961, İstanbul'da Arena İşhanı'nın inşaatı sürerken, dönemin tiyatro adamlarından Lütfullah Sururi, (babasıdır Gülriz Sururi'nin) "enayilik etmeyin de şunun üstüne bir oda tiyatrosu yapın" deyince, binanın 8. katına, çatı arasına bir tiyatro salonu yaptılar. Paris'te sinema okuyup gelmiş Atilla Tokatlı "tiyatroyu bize kiralayın" diye çıktı ortaya, Türkiye'ye döndüğünden beri gazetelere, dergilere sinema yazıları yazıyordu. "Biz" dediği de yanındaki kendi ayar delikanlı; ismi Asaf; Tıp Fakültesi'ni yarım bırakıp bursla Paris'e, Finlandiya'ya, Almanya'ya gitmiş, tiyatro çalışmıştı. Döndüğünde Muhsin Ertuğrul'un Şehir Tiyatrosunda aldı soluğu. Oynuyor, yönetiyor, şiirler ve tiyatro yazıları yazıyordu. İşte bu iki genç, Arena İşhanı'nın sahibi Abdullah Ziya Kozanoğlu'nun tiyatrosuna talip oldular. Kahramanlık hikayeleri yazarı Kozanoğlu, uyardı: "Bakın gençler, burası sadece tiyatro sanatı için yapılmıştır, herhangi bir ideolojiye esir edilemez!" Uzun konuşmalardan sonra, al takke ver külah, nasıl olduysa oldu, Kozanoğlu tiyatroyu bu iki gence vermeye razı oldu. Gençlerin siyasi maceralara atılabileceğinden şüphelenmişti ama Asaf'ı biraz tanısaydı, onun kafasındaki çağdaş politik tiyatroyu azıcık bilseydi, onları kapıdan içeri bile sokmazdı.

Çünkü Asaf Çiyiltepe, son derece net ve direkt biçimde politik tiyatro yapmak istiyordu. "Ülkemize girmemiş, sokulmamış, varlığı duyurulmamış bir tiyatro anlayışı" diyordu arkadaşlarına. "Yalnız duygunun, içtenliğin değil aynı zamanda aklın, direnmenin, insan haklarının yüceltildiği bir tiyatronun parçası olacağız. " Tiyatroya kafa yoran, tiyatrocu arkadaşları birer ikişer etrafına toplandılar. Bunların arasında Paris tiyatrolarından yeni dönmüş Güner Sümer de vardı.

13 Kasım 1962'de, İstanbul, Sıraselviler no:75'te, Arena Tiyatrosu kuruldu.

Asaf Çiyiltepe'nin yönetmenliğinde, ilk oyun "Übü Baba". Absürd tiyatronun köşe taşı olan bu oyun; savaş sonrası ideolojileri, savaşı, siyaseti, dini, ahlakı ne var ne yoksa her şeyi yerin dibine sokar. Burjuva seyirciyi sağlamca sarsar, arada küçük tokatlar atar ve onunla alay eder... Fakat 13 Kasım'da perde açıldığında, salonda 60'ların Devlet Tiyatrosu ışığında yetişmiş, kravatlı ceketli tiyatro izleyicisi vardı. Yetişmesi yıllar alan bu tiyatroseverlerin sayıları azdı ama naif bir merakla genç topluluğun ilk sözlerini bekliyorlardı. Perde açıldı, oyuncular, Kral Übü nasıl başlıyorsa öyle başladılar oyuna, salonda duyulan ilk kelime: "bok" oldu. Ertesi gün ortalık karıştı; "tiyatronun bir asaleti vardır!" diyorlardı, "böyle tiyatro olmaz!"

Tiyatro sahibinin canı sıkıldı, o para kazanmak istiyordu, gişe getirisine inandığı B. Shaw'ın oynanmasını önerdi. Oysa oyuncular şimdi de Brecht'e niyetlenmişlerdi. Tiyatro yönetimiyle karşı karşıya geldiler. İş büyüyecekti ama tam bu sırada herhalde tiyatro tanrıları devreye girmiş olacak ki, elinde bir oyunla, bir genç çıkageldi. Oyun "Aslan Asker Şvayk"tı. Oyunculuğuyla herkesin aklını başından alacak 24 yaşındaki delikanlı ise Genco Erkal. Afişi Mengü Ertel yaptı, müzikleri lise son sınıftaki bir genç: Timur Selçuk. Arena Tiyatrosu, bu oyunla büyük başarı kazandı. Eleştiriler inanılmaz bir hızla tam tersine dönmüştü: "Tiyatromuzun altın çağının başlangıcı" başlıklı yazılar birbirini izledi. Genco Erkal, "yılın en iyi sanatçısı" ödülünü kazandı.

Arena oyuncuları özgürlükçü, hatta "ihtilal yanlısı" oyunlar nedeniyle beklenmedik şeyler yaşadılar. "Yılanların Öcü"nü sergilemek için tiyatro sahibine karşı, salonda 48 saat nöbet tutmak zorunda kaldılar, "Pir Sultan Abdal" oyununda ise afişler dekorlar parçalandı bir de üstüne tutuklandılar.

Biz Arena Tiyatrosunun heyecanlı hikayesini burada bırakıp Asaf Çiyiltepe'nin peşine takılacağız... Çünkü Arena'nın sahibi Kozanoğlu, Asaf ve arkadaşlarını bizzat kapı dışarı etti ve Arena ile yollar ayrıldı. (Salyangoz ve Tiyatro, syf:7). Topluluk, kısa bir Anadolu turnesinin ardından dağıldı.

Fakat Asaf Çiyiltepe ve birkaç arkadaşı, edindikleri deneyimleri ceplerine doldurmuş başkentin kapısını çalmaya hazırlanıyorlardı. Arena Tiyatrosu, AST'ın ayak sesleriydi aslında.

"Yıldız Kenter, Ankara'ya geldiğinde, bir taksinin içinden mikrofonla "tiyatromuz, falanca gün, falanca saatte şurada olacak" diye kendi reklamını yaparak dolaşmıştı. Bunu görenler Adalet Ağaoğlu'na, "O yapabiliyorsa sen de yaparsın" diye ısrar ettiler."

1963 Ankara...

61 Anayasasının getirdiği özgürlük iklimi, sanat için verimli bir topraktı. 1960'ların Ankara'sında kuvvetli sanat rüzgarları esiyordu. Şiir matinelerini, tiyatro buluşmaları, okuma günleri izliyordu. Yılmaz Onay'ın deyimiyle, "Sanat gündemini Ankara belirliyordu o yıllarda." Fakat siyasal iklim yine gergindi, her zamanki kaçma kovalama, uzaktan sopa sallama tavrı devam ediyordu. Mesela Ankara Radyosunda çalışan Adalet Ağaoğlu, 27 Mayıs'ın askeri müdürleri tarafından mimlenmişti. "Seslendirdiğimiz radyo oyununda bir replik var; 'Kırmızı at üstünde kızı aldı kaçırdı'. Polis hemen gelip beni basıyor, "Bu kırmızı ne demek? Sen ne demek istiyorsun, vereceksin hesabını!" Sürekli talimatlar geliyordu genç radyocuya: "Hamasi oyunlar oynanacak, işte o kadar!" Ağaoğlu'nun yazdığı veya sahnelediği oyunlarda çalışan genç tiyatrocular da huzursuzdu, kafa kafaya verdiler. Devletin tiyatro, oyun, dinleyici anlayışı ile devam edebilmek mümkün değildi, onlar kendi sahnelerini yaratmak ve bu anlayışın karşısına koymak istiyorlardı. Adalet radyodan, iki genç tiyatrocu Kartal Tibet ve Çetin Köroğlu da Devlet Tiyatrosu'ndan istifa ettiler. Adalet'in kardeşi Güner Sümer de katıldı, hep birlikte Meydan Sahnesi'ni kurdular, kiraladıkları bodrum katında çalışmaya başladılar. Gişeden, paradan, reklamdan anlamıyorlardı. Yıldız Kenter, Ankara'ya geldiğinde, bir taksinin içinden mikrofonla "tiyatromuz, falanca gün, falanca saatte şurada olacak" diye kendi reklamını yaparak dolaşmıştı. Bunu görenler Adalet Ağaoğlu'na, "O yapabiliyorsa sen de yaparsın" diye ısrar ettiler. Adalet hanım da Ankara'da bir taksinin içinden mikrofonla Meydan Sahnesi'nin oyun programını okudu. Meydan Sahnesi'ne Suzan Ustan, Erol Kardeseci, Üner İlsever, Nur Sabuncu da katıldı.

O günlerde Kızılay, Ihlamur Sokak'ta, "çok büyük" bir apartmanın yapımı tamamlanıyordu. Bugünün usta sahne tasarımcısı Osman Şengezer, o zamanlar henüz opera balede çırak dekorcuydu. İnşaat mühendisi babası, onu alıp bu apartmana götürdü, binanın mimarları arkadaşıydı. Osman'a inşaatın altındaki bodrumu gösterip "burayı tiyatro yapıyoruz" dediler, "sen de bize yardım edeceksin". Koltuklar dümdüz sıralar halinde dizilmişti, sahne boşluğu küçücüktü. Kapının yeri, koridor derken hemen her şeye itiraz etti genç dekorcu. Bugün AST'ın salonundaki kavisli dizilim fikri ona ait. "Bir de kavisli perde lazım" deyince, "Olmaz öyle şey" dedi mimarlar. Şengezer inat etti, kavisli perdeyi opera balenin demir atölyesinde diğer çıraklarla beraber yaptılar. Makaraların dönüşünü kolaylaştırmak için hafif bir kumaş gerekince de buldukları yeşil bir kumaşı perde niyetine geçirdiler, o kadar. AST'ın ilk yıllarını hatırlayanlar o yeşil perdeyi bilirler.

O sıralar Ankara'da çalışmakta olan gazeteci Bülent Akkurt, Asaf Çiyiltepe'den bir telefon aldığını yazıyor kitabında. "Kızılay'da, inşa halinde olan bir tiyatro salonu var" diyordu Asaf. "Buna bir baksana, Adalet Ağaoğlu da yardımcı olacak." Bülent Akkurt, Adalet hanımla buluştu, birlikte Ihlamur Sokağa gittiler. Salon akıllarına yatmıştı, binanın inşaat mühendisi olan iki sahibiyle konuşarak anlaşma yaptılarsa da paranın nereden bulunacağına dair hiçbir fikirleri yoktu.

Parasal çözümü Asaf Çiyiltepe, İstanbul'dan yanında getirdi. İki kişiyle bir prensip anlaşması yapmıştı, Nejat ve Ali Enver beyler tiyatroya para koymak üzere Ankara'da diğerleriyle masaya oturdular. Sıfırdan kurulup perde açacak bir tiyatro için gereken para en az 100 bin TL gibi görünüyordu. Ali Enver Bey, Enver Paşa'nın oğluydu. "Bankadan 75 bin lira kredi talebinde bulunmuştum" dedi, "ondan başka param yok." 25 bin lira peşin, 10 bin lira kira ile Ihlamur Sokaktaki salon tutuldu. Fakat banka kesintilerinden sonra Ali Enver beyin kredisi 56 bin liraya indi. İşler karışmıştı; salonun ödemeleri ve ilk ayın maaşlarından sonra, daha perde açılmadan para suyunu çekti.

Bir sonraki ay ne yapacaklarını bilmiyorlardı ama iki tiyatro birleşmiş, yepyeni bir çatı: 'Ankara Sanat Topluluğu' kurulmuştu artık. Sanat yönetmenliğini Asaf Çiyiltepe, dramaturgiyi Güner Sümer üstlendi. Hemen provalara başladılar.

Çiyiltepe, açılışta 'Godot'u Beklerken'i sergilemek istemişti. Hem öncü, toplumcu bir oyundu hem de kendileri gibi olanakları sınırlı bir grup için idealdi. Tiyatro binası söz verilen zamana yetişmemiş, hâlâ inşa halindeydi, provaların bir kısmını salonun üst katında, bina sahiplerinin evinde yaptılar. Dekoru, "Asaf yana yakıla bir dekoratör arıyor" sözünü duyup İstanbul'dan gelen Yücel Tanyeri, olabilecek en minimalist yaklaşımla hazırladı. Oyunun kostümü de kolaydı. Eskiciden alınmış lime lime iki smokinle birer melon şapka ve delik deşik iki çift pabuç yetmişti. Çiyiltepe'nin ilk oyun olarak 'Godot'u seçmesi çok kritik ve doğru bir karardı. Oyun günlerini ilan edip çalışmaya devam ettiler.

İnşaat ha bitti ha bitecek derken, ilan edilen oyun günü geldi çattı. Bina tamamlanmış ama salon bitmemişti. Mecburen ilk oyunu Fransız Kültür Merkezi'nde oynadılar. Fakat gala, AST salonunda oldu. Salonun hali hâl değildi, duvarlarında hâlâ su sızıntıları vardı. Radyatörler yeni bağlanmıştı, sürekli arızaya geçiyordu ve içerisi adamakıllı soğuktu. Yine de o gece, 6 Aralık 1963'de, "Ankara Sanat Topluluğu" galasını yaptı. Godot'u Beklerken'de, yönetmen Asaf Çiyiltepe'ydi. Işık Toprak, Güner Sümer, Tunca Yönder, Gündüz Kalıç rol aldılar. Çocuk rolü de grubun yaşça en genci olan Şevket Altuğ'a düştü.

Oyun ilk temsilinden itibaren çok konuşuldu. Metin And, Atilla Sav, Özdemir Nutku çok iyi eleştiriler yazdılar. Cumhuriyetin ilk yıllarından yetişmiş Ankara seyircisinin tiyatro anlayışı, İstanbul seyircisinden uzak değildi. Çizgi, Devlet Tiyatrosu'nun çizgisiydi. Oysa şimdi, çok enerjik, alışılmadık bir şey çıkmıştı karşılarına, gençler tiyatro diye bambaşka bir şey gösteriyorlardı. Bu yabancılık seyirciyi ürkütebilirdi ürkütmedi, aksine ilgilerini çekti. Eleştirmenler kokuyu almıştı: "Bu ekibe dikkat", "Bu gençler iyi şeyler yapacağa benziyor" diye yazdılar. Yine de bütün olumlu eleştirilere rağmen Ankara seyircisi salonu doldurmaya yetmedi. Bilet fiyatlarını düşürüp davetiyeler dağıttılar ama olmadı. 12 Aralık Perşembe günü 3 biletli, 13 davetli izleyici geldiğinde oyuncular huzursuzlandı. Asaf, "kimse surat asmasın, durum fena değil" dedi "16 kişi iyidir, seyirci sayısı oyuncudan az olursa işte o zaman yanarız." Moralleri sağlam tutmak istiyordu ama sözleri kötü bir kehanetten farksızdı, birkaç hafta içinde seyirci sayısı sahnedeki oyuncu sayısının da altına düştü.

Tiyatroya para koyanlar için bu bir alarm durumuydu, derhal toplantı yaptılar. Nejat bey kötümserdi, hemen gruptan ayrıldı, Ali Enver Bey, acele etmek istemiyordu, "daha erken, birkaç ay sonra yeniden konuşuruz" diyerek yurt dışına gitti.

Parasal durum ne olursa olsun, tiyatro harıl harıl çalışıyordu. Ekip için öncelikli mesele tiyatroydu, sanatı ve politikayı ciddiye alıyorlardı. Oyun okuyor, çeviri yapıyor, sahneye hazırlıyorlardı. AST'ın bu ilk yıllarında sergilediği oyunların çoğu o gün Türkçe'ye çevrildi, birçoğu dünya prömiyerini AST ile yaptı. Aslında bu genç tiyatro, daha baştan ne yapacağını, kim olduğunu, neyin yanında durduğunu göstermeye başlamıştı. Daha ilk oyunlarda kendine göre bir çizgi yakaladı ve yola koyuldu. Bundan sonra yol da çizgi de hiç değişmeyecekti.

Seçilen sürrealist, öncü oyunların seyirciye yabancı geldiği söyleniyordu ama oyunculuklar, reji, dekor ve kostüm anlayışlarıyla ilk sene tamamlanmadan izleyicinin aklında saygın bir yer edindiler. Yapılan işler gazete-dergilerde tartışılıyor, her oyun gündemde kalıyordu. Ve evet, oyunlar hâlâ gelir getirmiyordu. Radyoda, Adnan Ötüken'in yönettiği bir sanat oturumuna konuşmacı olarak davet edilmişti Çiyiltepe, o sıra özel tiyatrolara yardım yapılmış, çok taze bir haber. Ötüken, "buna ne diyorsunuz?" diye sorunca Çiyiltepe "devlet böyle bir para verirse tiyatro üzerinde söz sahibi gibi davranabilir, bunu şiddetle reddediyorum" cevabını verdi. Ötüken, dayanamadı; "siz zaten bu muhalif tavrınızla her şeyi mahvediyorsunuz."

Bereketli 1965

İkinci sezonda Türk yazarların oyunlarını çalışmaya karar verip Cahit Atay, Sermet Çağan ve Orhan Kemal'i seçtiler. Fena halde parasızlardı ama aslında seyirci akınına uğrayacakları günler çok yakındı. Sultan Gelin, AST'ın salonunu dolduran, herkesin yüzünü güldüren oyun olacaktı. Çiyiltepe'nin yönettiği oyunun müziğini Muammer Sun yapmıştı. Bu oyunla ilk kez profesyonel sahnede görünen genç oyuncu Salih Kalyon'un gruba katılışı o günleri iyi anlatıyor... Kalyon, 1961'de, Adapazarı Halkevi'nin, tiyatro kolunda. Kol başkanı öğretmeni diyor ki: İstanbul'dan bir tiyatro topluluğu geliyor, biz onları misafir edeceğiz, çok önemli bir topluluk". Salih ve arkadaşları kapı kapı dolaşıp biletleri satıyorlar. Gün gelip perde açılınca "biz, bütün amatör kadro çarpıldık" diyor Kalyon, "hayatımızda böyle tiyatro görmemiştik."

İstanbul'dan turneye Anadolu'ya geçen tiyatrolar Adapazarı'na uğradığı için Kalyon ve arkadaşları dönemin gruplarını tanıyorlar. Kalyon: "Tiyatro diye bildiğimiz böyle bir şey değil ki, normalde yönetmenlerin yanına bile yaklaşamazsın. Bu gelen tiyatroda bizim yaşımızda gençler var, dekoru beraber kurup kaldırıyorlar, ilk defa gördük. Aynı kadro birkaç değişiklikle sonradan AST diye geldi, ben dayanamadım, Çiğiltepe'ye derdimi anlattım. "Sizin gibi genç arkadaşlara ihtiyacımız var, Ankara'ya gelirseniz olur" dedi. İşte bu sözler üstüne 17 yaşındaki delikanlı çıkıp Ankara'ya gelir ve kendini Sultan Gelin ile sahnede bulur.

Metin And da Sultan Gelin'i beğenenler arasındaydı: "A.S.T.'nin bu yerli oyunu, sahnelerine başarıyla çıkarmasıyla artık ayakları bu topraklara değer oldu. Bu köşenin en çok umut bağladığı, bu umut yolunda da en çok hırpaladığı bu ciddi topluluğun bu olumlu adımını büyük bir sevinçle karşıladım. Asaf Çiyiltepe, oyunu sağlam bir düzen üzerine oturtmuş, bu düzende Anadolu ve onun insanlarının sesi en inandırıcı bir biçimde duyuluyor. Bu başarıda kısa olan oyuna bir boy ve boyut katan Muammer Sun'un müziğinin büyük payı var" diye yazdı. Sultan Gelin'i, kış boyunca oynadılar, seyirci bitmek bilmedi. Oyun, topluluğun ayakta kalmasında o güne kadarki en büyük kuvveti sağladı.

Hemen ardından perde açan "Ayak Bacak Fabrikası" ise aralıksız 10 ay gösterimde kaldı. Seyirci sayısının 100 bini aşacağı anlaşılınca, AST 100 bininci seyircisi için bir gümüş kupa hazırlandığını açıkladı. Milli Piyango satış yerinde sergilenen kupa, 16 Ekim 1965 akşamı noter huzurunda salondaki sahibini buldu.

Ayak Bacak Fabrikası, Anadolu'da da çok sevildi. Üç aylık uzun bir turneye gittiler. Turnenin ayaklarından biri Elazığ'ın Maden ilçesiydi. Orada bir fabrika binasında oynayacaklardı. Döne döne çıktıkları yoldan sonra fabrikaya ulaştıklarında kapıda büyük bir işçi kalabalığıyla karşılaştılar. Ekibin yüzü güldü, buralara tiyatro getirmiş olmaktan göğüsleri kabardı. Girip hemen sahne hazırlıklarına başladılar. Her zamanki gibi kendi işlerini kendileri görüyordu, kablocu ekibi, ışık ekibi, dekor ekibi... Perde açma vakti yaklaşırken, içeriye iki sıra izleyici gelip oturdu, bunlar ilçede çalışan mühendisler, aileleri ve davetlilerdi. Koskoca odanın gerisi boş kaldı, oysa dışarısı ana baba günüydü, kalabalık bir işçi grubu kapıda bekleşiyordu. Asaf Çiyiltepe şaşkınlıkla "niçin kapı açılmıyor? Dışarıda dünya kadar insan var, niçin içeri giremiyorlar?" diye sordu. Koltuklardakiler "Sizi biz çağırmıştık" dediler, "merak etmeyin paranızı vereceğiz ama biz bu kadarız işte." Asaf Çiyiltepe şaşkına dönmüştü "mesele para değil" dedi, "siz zaten geliyorsunuz İstanbul'a, Ankara'ya, oralarda okudunuz, yine gider tiyatro seyredersiniz. Ama bu insanlar gidemez, biz tiyatroyu onlara getirdik." Diğerleri "Ama parayı biz veriyoruz!" diye ısrar edince Çiyiltepe kestirip attı, "Açın kapıları, yoksa gidiyoruz."

Mecburen açıldı kapılar, işçiler, içeri girdiler, oturabilen oturdu, bazısı ayakta durdu. Oyun, Amerikan emperyalizminin Türkiye'ye girişini anlatıyordu. Üstünde "Marşal Yardımı" yazan büyük bir çuval yukarıdan düşüyor, altında kalan oyuncular bağırıyordu: "Amerikan yardımının altında kaldık! Amerikan yardımının altında kalmayan varsa bizi kurtarsın!" Oyunun muradını işçiler çok iyi anlamıştı, bağrışlar, gülüşmeler, alkış, kıyamet... Müthiş bir geceydi. O gece sahneyi paylaşan oyuncular, Maden'de oynadıkları oyunu hiç unutmadılar.

Yine o bereketli 1965'te bir dost çaldı kapıyı; Genco Erkal. Arena'dan Ankara'ya gelirken Asaf onu da çağırmış, yeni tiyatroyu Ankara'da kuracağız demişti. Genco'nun çeşitli sebepleri vardı, İstanbul'dan çıkamamış, "bir gün yeniden birleşiriz" demekle yetinmişti. Şimdi, Yedeksubay öğretmen olarak Ankara'ya tayin olmuş, ilk iş ekibin kapısına dayanmıştı. "Bir projem var" dedi Asaf'a, Gogol'den, "Bir Delinin Hatıra Defteri." Fransızca'dan Coşkun Tunçtan henüz çevirmişti, kimse oyunu tanımıyordu. Asaf, "hemen hazırla" dedi, kolları sıvadılar. AST'ın tek kişilik bir oyun çalıştığı duyulunca, "yahu tek kişilik tiyatro mu olur?" sesleri yükseldi Ankaralılardan. Ama oldu. Hem de öyle bir oldu ki; aynı oyuncu, aynı oyunu 55 yıldır kapalı gişe oynuyor, dile kolay! Genco Erkal; "ilk sergilendiğinde bomba gibi patladı oyun" diyor ve ekliyor "Ama AST'ın bütün oyunları bomba gibiydi, AST günün olayıydı." Şimdi de ülkenin ilk, modern tek kişilik oyununu sergileyerek öncü çizgisini kuvvetlendiriyordu. Müzisyen ekibinde Semiramis Pekkan'ın da olduğu çocuk oyunu "Keloğlan" da yine o bereketli 65'te başladı. Kuruluşunun henüz 2. yılında tiyatro müthiş hız kazanmıştı. Üç büyük Anadolu turnesine çıkıp; İzmir, İstanbul, Bursa'da perde açtılar.

3. sezona girdiklerinde sanatçılarının tümü sendikalı ve sigortalıydı artık. O sezon bir de tiyatro dergisi çıkarmaya başladılar. Çiyiltepe dergideki yazısında "AST sanatçısı bugün ölesiye yorulmazsa yarını kazanamaz." diyordu, "Toplumcunun yorgunluğu bugün ödenmeyecek kadar büyüktür." Ankara AST'a, AST Ankara'ya yazılmıştı artık. Gazeteci yazar Tuğrul Eryılmaz, o yılları anlatırken; "hangi üniversiteden olursanız olun, eğer Ankara Sanat Tiyatrosu'nda oyun izlemediyseniz öğreniminiz eksik kalmış demektir. 1960 ortalarında Ankara'da okuyan gençlere en sevdikleri dört şey sorulsa sırasıyla; AST, Sinematek, Modern Disko ve Kalem Meyhanesi çıkardı" diyor. Şüphesiz bu etki, uğruna savaştıkları bütünün bir parçasıydı. Ankara Sanat Topluluğu yeni sezonda adını değiştirdi ve "Ankara Sanat Tiyatrosu" oldu.

1967... Kötü Günler

67 yılında, repertuvar tiyatrosu olma yolundaydı AST. Oyunlar sahnede olduğu gibi, turnelerde de büyük ilgi görüyordu. 3 Mayıs'ta, İzmir turnesinin son gününde, 724 biletli Elhamra Sineması'nda düpedüz halkın baskınına uğradılar. Ellerinde minder, sandalye, taburelerle gelen yüzlerce seyirci ayakta veya bir köşeye sığışarak "Durdurun Dünyayı İnecek Var"ı izledi. Gecenin giriş kayıtlarında, seyirci sayısındaki son rakam 968 oldu.

"Teo geldi gitti, Yiğit geldi gitti, Oktay biraz daha oturdu, o da gitti.."

Asaf Çiyiltepe

Güner Sümer, o sezon "Küçük Burjuvalar"ı çalışmak istedi. Dekor her zamanki gibi Yücel Tanyeri'ye emanetti. Tanyeri sahne için bir ev dekoru inşa etmeye koyuldu. Oyuncular onunla beraber geceyarılarına kadar çivi çakıp dekor boyuyorlardı. Tanyeri kovalıyordu onları, "gitsenize yahu, sizin yarın oyununuz var, uyuyun, dinlenin." Ama kimse aldırış etmiyordu, dekordan elektriğe kadar her işi beraber yapmak alışkanlık olmuştu. Asaf, tiyatro binasının üst katında bir daireye taşınmıştı, geceleri aşağıda ışık ses oldu mu, duramaz gecenin ikisinde, üçünde aşağı inerdi. Hem herkese kolay gelsin der hem sohbete katılırdı. Henüz 32 yaşındaki bu genç adam, geceyarısı evinden iki kat aşağıya inerken, üstüne bir hırka, bir ceket almakla yetinmez, bir yere gidiyormuş gibi, ceket pantolon giyinirdi. "Bir kravat takmadığı kalırdı" diyor Yücel Tanyeri. Yine böyle gecenin üçünde aşağı, tiyatroya indiğinde herkesin harıl harıl çalıştığını gördü. Fakat salonda bir de şarap şişesi ilişti gözüne. Hemen sordu: "Bu şarap nedir? Ne oluyor?" Ayberk Çölok cevap verdi; "bütün gece çalışacağız diye ben getirdim. Asaf "olmaz" dedi, "tiyatroya içki sokulmaz, kaldırın bunu." Araları iki yaştı, Ayberk tek kelime etmedi, şarabı, bardakları çıkardı salondan. Fakat dekor bitmemişti, ertesi gün aynı ekip çalışmaya devam etti. Salonun yanında sokağa açılan bir kapı vardı, dışarıdaki merdiveninin kenarında da beton bir set... Ayberk bu kez şarabı, bardakları, birkaç parça yiyeceği buraya koymuştu. Karlı bir geceydi. İçeride çalışırken ter içinde kalıyorlar, mola verdiklerinde koşarak dışarı çıkıp yağan karın altında, biraz şarap biraz atıştırmalıktan sonra donma derecesinde içeri koşup işe devam ediyorlardı. Asaf, o gece yine indi aşağı, durumu görünce "Ne yapalım" dedi, "açığımı yakalamışsınız, ben tiyatronun içinde içki olmaz dedim, siz sokağa koymuşsunuz, diyecek bir şey yok."

Tanyeri, 'Küçük Burjuvalar' için hazırladığı bu dekora çok çalıştı. Seyirci sahnede eski Rus burjuvazisine ait bir evin salonunu görmeliydi. Genç tasarımcı duvar kâğıdı kullanmak istemişti. Fakat Türkiye'de yoktu duvar kâğıdı. Tanyeri, Amerikan bezi ve çiçekli kumaşları boyayıp ağartarak duvar kağıdına benzer bir doku elde etti. Bunları yerine yerleştirip dekoru çattığında herkesi hayrete düşüren müthiş gerçekçi bir görüntüyle karşılaştılar. Bir evin kullanılmış salonunun duvarları çıkmıştı ortaya. Dekor, oyun kadar çok konuşuldu. Ankara'da, bilhassa tiyatrocular arasında bir söylenti başlamıştı: "AST, Sovyetlerle anlaşmış" diyorlardı, "baksanıza, bütün dekorlar oradan geliyor." Salih Kalyon anlatıyor: "AST'ın önünde dururken, karşı kaldırımdan geçen DT oyuncusu büyüklerimiz laf atıyordu bize "Moskova sanat tiyatrosu..."

Asaf Çiyiltepe söylentileri, dedikoduları duymuyordu, onun aklında hep tiyatro vardı. Birkaç kez caddede önlerinden geçen minibüsleri gösterip Salih Kalyon'a fısıldamıştı... "İşte şöyle bir minibüs alacağız. 4-5 sene, belki daha fazla dolaşıp biriktirdiklerimizle bir arazi alacağız. Üzerine kendi tiyatro binamızı yapacağız, çalışanların lojmanları da olacak ve biz ömrümüz yettiği sürece tiyatro yapacağız." Genç adamın bu sözleri bir kez daha kötü bir kehanet gibiydi...

Çiyiltepe bu sezonda 72. Koğuş'u sahneye koydu. Ayberk Çölok, Erkan Yücel, Rana Cabbar, Türker Tekin, Çetin Öner gibi isimlerin sahnede devleştiği oyunun müzikleri de Aşık Mahzuni'dendi. Oyun büyük gürültü yarattı, gişe kuyrukları uzadı gitti, turne biletleri aylar öncesinden satıldı. Maalesef Asaf Çiyiltepe, oyunun başarısının ulaşacağı yerleri göremeyecekti. 1967 Haziran'ında, Antakya'dan Antep'e giderken, tıpkı Salih Kalyon'a tarif ettiği tiyatro minibüsüyle bir trafik kazası geçirdiler. Türker Tekin, Rana Cabbar, Tunca Yönder, Ayberk Çölok ve Asaf Çiyiltepe yaralandı. Yaralılar Antep'te hastaneye yatırıldılar. Diğerleri kırıklar ve kanamalarla boğuşuyordu fakat Asaf komadaydı. Kaza ile birlikte kan vermek için hastanenin önüne gelenler kuyruk oluşturdu. Yaralıların taşınmasında, tiyatronun getir götüründe taksiler para almak istemediler. Haberi alır almaz Bülent Akkurt ve Muammer Tümen, Antep'e yetiştiler. Asaf'ın durumu kötüye gidiyordu, Ankara'ya götürülmesi iyi olur dedi doktorlar, "fakat durumu ambulansı kaldırmaz, ancak bir helikopter veya uçakla gönderebiliriz." O devirde helikopter/uçak dediğin ancak devlette oluyordu. Önce vali aracılığıyla Ankara'ya, hükümetin bir bakanına ulaştılar, fakat ricaları reddedildi. Bir de askeriyeye başvurdular, Hava Kuvvetleri olur dedi. 1967'nin şartlarında Akkurt ve Tümen'in akıl almaz çabalarıyla Adana'dan uçakla Ankara'ya getirilip Hacettepe'ye yatırıldı Asaf. Fakat kurtarılamadı. Asaf Çiyiltepe'nin ölümü, herkesi derinden sarsacak ve birçok şeyi değiştirecekti.

"Sevgili Asaf, sen gideli dört gün oldu. Bir yandan gidişinin yarattığı boşluk, öte yandan bütün acıları unutup bize emanet ettiğin işi sürdürebilme kaygısı... İşte dört gündür bu duyguların içinde bocalayıp durmaktayız. Ne seni kaybettiğimiz gün ne seni toprağa verdiğimiz gün uzun boylu dertlenmek için zamanımız olmadı. Yaralı tiyatromuzu ayağa kaldırabilmek için el ele verdik, bütün acılarımızı unutup çalıştık... Asafcığım, bugün yeniden başlıyoruz. Çünkü yurdun dört bir yanından aldığımız mektuplar, telgraflar, çünkü aydınlar, gençlik, basın; aydın düşünce adına, halkın adına bizden bunu istiyorlar. Senin aziz anın bizden bunu istiyor. Daha aydınlık daha güzel bir dünya için yeniden başlıyoruz... Seni hiçbir zaman, hiçbir yerde kendimizden uzak hissetmeyeceğiz. Biz neredeysek sen de orada olacaksın. Bundan sonra seni yaşatmak için yaşamak zorundayız."

Bunları söyleyen Güner Sümer, Çiyiltepe'den sonra genel sanat yönetmenliğini devralan isim oldu. Dönemin oyuncularından Çetin Öner; "Asaf, müthiş bir insandı, çok üzüldük ve hepimiz paniğe kapıldık" diyor, "depresyona girdik, fakat büyükler, Ayberk falan haydi bakalım, toparlanın! dediler." Çok kalabalık geçen cenazeden kolları kanatları kırık, 72. Koğuş'un provalarına döndüler. Oyun hız kesmeden yoluna devam edecek, dokuz yıl boyunca sergilenerek AST'ın en fazla seyirci toplayan oyunu olacaktı. 72. Koğuş'un yazarı Orhan Kemal, o sıra hayattaydı. Uğradığı politik iftirayla atıldığı cezaevinden çıkalı 1 yıl olmuştu. Komünist diye fişlendiği için aynı işte 1 ay çalışamıyordu. Oyunun telifi, bu büyük yazarın hayatında ilk kez iki yakasının bir araya gelmesini sağladı. 72. Koğuş, Sanatseverler Derneği tarafından yılın en iyi oyun seçildi.

1970'ler... Zor Günler

Türkiye zorlu bir döneme girerken AST'ta da sıkıntılar su yüzüne çıkmaya başladı. Çiyiltepe'nin ölümünden sonra tiyatroya 'iç yönetmen'lik eklenmişti, bu görev Ergin Orbey'indi, Genel Sanat Yönetmeni Güner Sümer'in yükünü azaltıyordu. Ancak Güner Sümer ve tiyatro yönetimi ile oyuncuların arasında kara bulutlar vardı. Toplulukta politik bir yarılma baş gösteriyor, bu durum oyun seçimlerinden, oyunculuk ve yönetmenlik biçimlerine kadar her şeye yansıyordu. Oyuncular Çiyiltepe'den sonra yeterince ilerici metinlere yer verilmediğini, tiyatronun devrimci tutumunu kaybetmeye başladığını, yönetmenin oyunlara fazladan müdahale ettiğini söylüyorlardı. Bunlara maaşlar, tiyatro çalışanlarının sigorta ödenekleri, çalışma şartları gibi sıkıntılar da eklenince sendikal haklar gündeme geldi. Türkiye tiyatro tarihinin ilk sendikası Ti-Sen'in öncülüğünde İstanbul'da 10 tiyatroda toplu sözleşme yapılmıştı. Fakat AST'ta böyle bir ihtimal görünmüyordu. AST oyuncuları Bülent Akkurt'u masaya oturtmayı başaramadılar. Oysa oyunculardan üçü; Çetin Öner, Erkan Yücel ve Salih Kalyon, Ti-Sen Ankara Şubesi'nde yönetimdeydi ve Erkan Yücel açıkça grevden bahsetmeye başlamıştı. Arkadaşlarının deyimiyle "öncü ve kahraman" bir tiyatrocuydu Erkan Yücel, bu konuda da önde gidiyordu. Sonunda bütün oyuncular "en kötü grev bile ilerici bir harekettir" sözünde birleştiler.

Rana Cabbar o günler için "Biz geminin makine dairesindeydik ve çalışma koşulları gayrı medeniydi." diyor, "İçimizden birkaç arkadaş sendikanın da desteğiyle patrona ve anonim şirkete karşı grevi çaktılar."

24 Nisan 1970'te, 'Sınırdaki Ev' oynanıyordu. Seyircinin karşısında Erol Demiröz vardı ama sahne arkasında bambaşka bir hazırlık sürüyordu. Beklenmedik bir anda, bir davul zurna çıktı ortaya. Oyuncular sloganlar yazılı pankartı açarken Erkan Yücel öne çıktı ve greve başladıklarını duyurdu. Seyirci ayaklandı, uzun süre alkışladılar. Sonra sokağa çıkıldı. Grev çadırını seyircinin yardımıyla kurdular. Pankartlar alkışlar içinde taşındı, grev önlüklerini giydiler. Böylece AST'ta oyuncuların grevi başladı. Bu grev "Türkiye'de benzeri olmayan öncü bir hareketin ilk ve tek örneği olarak geçti AST'ın tarihine.

Ti-Sen'in çağrısıyla greve 142 sanatçı ve yazar katıldı. Destek çoktu, ilk andan itibaren birçok sendika, sanatçı, tiyatro "yanınızdayız" mesajları gönderdi. Sendika görevlileri; Erkan Yücel, Salih Kalyon, Çetin Öner dört gün hiç uyumadılar. Karşıdaki Elektrik Mühendisleri Odası'nda günlük toplantılar yapılıyordu. Ti-Sen'in Grev günlüğünde; Vedat Türkali, Haldun Taner, İlhan Selçuk, Ulvi Uraz, Yücel Erten gibi destek imzaları birikmeye başladı. Abidin Dino, bir çizim hediye etti grev anısına.

Grev Sözcüsü Rana Cabbar, grevin 70. gününde gazetelere; "Çiyiltepe öldü, AST devrimci çizgisinden saptırıldı" dedi. Grev süresi uzadıkça destekler dayanışmaya dönüştü. Dormen, Ulvi Uraz, Nisa Serezli-Tolga Aşkıner tiyatroları bir gecelik hasılatlarını grevcilere gönderdiler. Yılmaz Güney, Fikret Hakan, Suzan Ustan greve ekonomik katkıda bulundular. AST da Gençlik Parkı'nda bir gece düzenledi grev yararına. Çok şenlikli, eğlenceli geçen gecenin bir miktar hasılatı oldu. Gösterilerden sonra topluca Erkan Yücel'in evine gidip toplanan parayı yere yayıp saydılar. Grev aidatı olarak kişi başı günde 10 lira düşüyordu, seve seve kabul ettiler. Bu para ekmek arası domates peynire yetiyordu, gerisini kimse dert etmedi. Grevdeki oyuncuların eşleri "grev köftesi"ni icat etmişti; 2 kg ekmeğe karıştırılan yarım kilo köfteyle yapılıyordu grev köftesi.

Grev sözcüsü Rana Cabbar, yıllar sonra "Grevi yaptık da zamanlama yanlıştı. Nisan'da başlamak büyük hata oldu" diyecekti. Avukatlar, görüşmeler derken kış geldi. Nihayet Bülent Akkurt, grevcilere "tiyatro bu isteklerinizi karşılayabilecek durumda değil. Ben size olduğu gibi tiyatroyu vereyim" dedi ve grev son buldu. Tiyatronun demirbaşı üç tane harf ve spotlardan ibaret görünüyordu, bunlar oyunculara teslim edildi. Bülent Akkurt, Aralık ayında tiyatrodan ayrıldı. Güner Sümer, "Grev bir hak için değil, bir politika hesabına tiyatroya el koymak için yapıldı" diyordu. O da ayrıldı AST'tan ve İstanbul'a giderek yeni bir tiyatro için çalışmaya başladı.

183 gün süren grev, tiyatrocuların tiyatroyu kazanmalarıyla son bulmuştu. 17 ortaklı bir tiyatro çıkmıştı ortaya. "Emek iktidarı" diyordu Erol Demiröz "tiyatronun patronları olduk."

Grevden hemen sonraydı... Salih Kalyon bir sabah provaya geldiğinde tiyatronun temizliğinden sorumlu büfeci Ali Bey ile oyuncu Kurter Tolgay'ın tartışığını gördü, merakla yaklaştı, "Ne oluyor?" Kurter "yahu gel şu işe bak. Bu adam bana al paspası, biraz da sen temizle diyor." Ali bey kafa sallıyordu; "Evet, öyle diyorum. Biz eşit değil miyiz, artık hepimiz tiyatronun patronu olmadık mı?" Salih Kalyon şaşırdı ama lafı ikiletmedi; "Ali Bey doğru söylüyor" dedi, "Al Kurterciğim sen paspası, Ali Bey sen de teksti al, haydi provaya, zaten geç kaldık."

Tiyatronun kağıt üstündeki patronu, genel sanat yönetmeni Ergin Orbey'di artık. Devlet SSK, maliye gibi konularda bir tek muhatap istediği için, tiyatro adına patron olarak da onu göstermek kolaylarına geldi. Siyasal ağırlığı yüksek oyunlarla hemen yeni repertuvara gidildi. "Oyunculuklarımız değişmişti" diyor Çetin Öner, "daha iyi oynamaya başladık, daha sade, daha anlaşılır..." Fakat takvimler 1971 baharını gösteriyordu. Oyuncular nefes alamadan 12 Mart geldi.

Muhtıra tiyatroya karşı da bir çekinme, bir korku getirmişti. Tiyatronun tek şansı turneye çıkmak, oyunlarını gezdirmekti fakat 12 Mart, adım adım peşlerine takılmıştı. İlk gün gittikleri yerde otele yerleştiler, oyuna birkaç saat kala haber geldi, valilik temsili yasaklamıştı, vakit ve para kaybetmemek için hemen yola çıkıp turne programına devam etmeye çalıştılar fakat gittikleri ikinci, üçüncü turne yerlerinde de temsillerinin yasaklandığını öğrendiler. Yol paraları, otel paraları ödenebildiği kadar ödendi. Ödenemediğinde para birleştirdiler içlerinden biri Ankara'ya döndü, bir yerlerden borç harç bulup geldi, rehin kalan arkadaşlarını kurtardı. 12 Mart yönetimi oynanacak oyunları, önceden bilmek istiyordu. Bütün tiyatrolar oynamak istedikleri metinleri önce kontrole gönderir, 10-15 günlük bir beklemeden sonra haber gelir, izin çıkmışsa oynanırdı. Ne var ki, AST'ın oyunlarından hiçbiri sınıfı geçemiyordu. Polis, bir tek "Tozlu Çizmeler"e izin verdi. Ama nasıl izin... Elhamra Tiyatrosu'nda oynanacak oyun için Konak'tan başlayan bir polis jandarma kordonu göz alabildiğine uzuyordu. Yaklaşınca tiyatronun polis ablukası altında olduğu görülüyordu. Satılan biletlerin seyircileri bile ortaya çıkmadı.

Rutkay Aziz "Senin istediğin tiyatro Ankara'da, sana AST yakışır" diyen Türker Tekin'in sözüne uyarak 1971'de geldi Ankara'ya, Yeni Sahne'de Erkan Yücel'i izledi. Sonrası... O AST'ı, AST onu istedi. "Ayda 1000 lira veririz sana" dediler. "Yeter mi?" diye sordu Rutkay, "eh, bize yetiyor, sana da yeter" dediler.

Ülkede siyasi hava sertleştikçe Erkan Yücel politik tiyatronun tam zamanı diye düşünüyordu. "Hitler Rejiminin Korku ve Sefaleti"ni sergilemek istedi. "Büyük cesaret işi" dedi Yılmaz Onay, bunu sergilemenin sonuçları olacağı muhakkaktı. Sonra hemen çalışmaya koyuldu. Politik tiyatro kullanılıyor gibi olmasın diye eserin estetik yönüne çok eğildiler. Provalar dört ay sürdü. Yılmaz Onay'ın yönettiği oyun gerçekten tertemiz çıktı. Hikâyeye müdahale etmediler, zaten oyun Almanya'da geçiyordu. Fakat ülkenin o anki durumuyla şaşırtıcı bir paralellik kurulmuştu. Oyunda Hitler parlamentodan yetki alırken, Başbakan Nihat Erim'in de aynı tarihte TBMM'den yetki istemesi gündemdeydi. Olay Nazi Almanya'sında geçse de mesele açıktı, Ankara seyircisi bazı yerleri alkışlamaktan çekiniyordu. "Aman alkışlama!" diyorlardı birbirlerine karanlıkta, sahneden duyuluyordu.

Tahmin edilen oldu, bir cumartesi 15:30'da tiyatro askerlerle doldu. Oyuncuların eline bir kağıt tutuşturdular; salon mühürlenecekti. Seyirciye anons yapın, burası boşalsın dediler. Ankara Sıkıyönetim Kumandanlığı, topluluğun faaliyetlerini "kasıtlı ve maksatlı" bulmuş, 4 Nisan 1972 tarihli bildirimle tiyatronun faaliyetini "süresiz" yasaklamıştı. Salon mühürlendi.

Topluluk, devam etmek için çabucak bir yol buldu. Rutkay Aziz'in önerisiyle tiyatronun ambleminden S harfini kaldırdılar. Ankara Tiyatrosu adını alıp "Evler Evler" ile turneye çıktılar. Madem salon da mühürlü... "El Kapısı ve 403. Kilometre" hep bu dönemin oyunlarıdır.

Sendikalarla ilişkiler çok iyiydi, sendikalar oyunlara otobüslerle işçilerini gönderiyorlardı. Bir yol hikayesi olan "403. Kilometre"ye Yol-iş sendikası işçileri geldiler. Çoğu ilk defa tiyatro oyunu izliyordu, turneler hep kalabalık geçti. Tiyatro, Karabük'e giderken biraz geç kalmıştı. AST ekibi, sırtlarında tahta dekor sandıklarıyla, içeri girip hemen sahne düzenini kurmaya giriştiler. Oyun saati çok yakındı, işçiler yavaş yavaş gelip koltuklara oturdular. Birkaç dekor mecburen seyircinin önünde çakıldı, kablolar yerleştirildi. Son işler de bitince, oyuncular hemen sahne arkasına geçtiler, az sonra da oyun başladı. Biraz önce sandık taşıyan, çekiç sallayanlar, şimdi kostümleriyle sahnedeydi. İzleyiciler bunu fark edince hayretle, "hamallar oyuncuymuş aslında!" diye mırıldandılar. Oyun bitince de salonu boşaltmadılar, dekorun sökülmesine, toplanmasına yardım ettiler. AST artık seyircisiyle bir bütündü. Devrimci çizgisinde ilerliyor ve halktan da büyük destek görüyordu. Sergiledikleri oyunların ardından sahneye oturup seyirciyle konuşuyor, onları dinliyorlardı. Özeleştiri toplantıları bilhassa üniversite öğrencileriyle yapıldığında son derece aydınlatıcı oluyordu. 73'ün Ocak'ında, 'Geleneksel-Amatör Tiyatro Kursu'nu başlattılar. Hem kendi tiyatrolarına hem de ülkeye yeni oyuncular yetiştirmek istiyorlardı. O günlerden bu günlere sinemaya, tiyatroya sayısız isim yetişti bu kurslardan. O zamanın öğrencilerinden biri Uğur Polat "biz o kurslara okul derdik" diyor. Denemelere, arayışlara olduğu gibi gençlere de kapısı açıktı AST'ın. Zaten dönemin devrimci gençliği, AST'ın neferleri gibiydi, müthiş bir dayanışma vardı. 1973 Ocak'ında başlayan bu kurslar, 'Tiyatro Akademisi' adıyla bugün hâlâ devam ediyor.

Başında bir sanat yönetmeni bulunmayan topluluk, kendi içinde "grup yönetimi" adını verdikleri bir sistem geliştirmişti. Oyunlar hep birlikte seçiliyor, hep birlikte tartışılıyordu. Parçası olmak istedikleri düzenin böyle ortak bir yönetimi gerektirdiğine içtenlikle inanıyorlardı. Çalışılan oyunlarda her şey grup için, grup adınaydı. Grup yönetimi, bir disiplin mekanizması gibi işletildi. Her oyunun bir nöbetçi yönetmeni vardı, oyunu izler, rapor tutardı. "Geç antre, güldürmek, güldürmeye teşebbüs" gibi ceza gerektiren durumlar tespit edilirdi. Bunların hepsinin ayrı ceza karşılıkları vardı. Sürekli 'Güldürmeye teşebbüs' eden Yaman Okay'ın, bu cezalar yüzünden maaş alamadığı olmuştu. İnandıkları demokrasinin gereğini yerine getirmek için kılı kırk yardılar.

Fakat ortak yönetimin işleri güçleştirdiği de oluyordu. Her oyunun, her sahnesi uzun uzun tartışıldığı için bazen işler durma noktasına geliyordu. Bir gece, yine prova bölünmüş, eser ve oyunculuk üslubu tartışılıyordu. Konuşmalar uzadı, vakit geceyarısını geçti. Herkes yorulmuştu ama tartışma devam ediyordu. Bir kenardan Erkan Yücel'in sesi duyuldu, elinde bir telsiz varmış gibi, gizli polismiş gibi gömleğinin içine konuşuyordu; "Alo merkez, bunlar 5 saatte bir sahneyi çıkaramadılar, devrim mevrim yapamazlar. Gidin uyuyun nöbetçi arkadaşlar." Grup yönetimi anlayışı bir süre sonra içinden çıkılmaz hale geldi. Bir oyun seçmek için 35 kişinin onayını almak gerekince tiyatro kilitlenmeye başladı. Rutkay Aziz durumu çözümsüz görüyordu, daha fazla dayanamadı, bir pazar sabahı, kimselere haber vermeden Milliyet Gazetesinin kamyonuna binip İstanbul'a geri döndü, AST'ı bırakmıştı.

70'lerin ikinci yarısı… Yeni şeyler...

Onun ayrılışı yeni dönemin kozasıydı. Özeleştiri geleneği bir kez daha işe yarayacaktı. Çıkış yolu hep birlikte bulundu. Hep beraber toplantılar yaptılar, Rutkay Aziz, tiyatronun bir sanat yönetmenine ihtiyacı olduğunda direniyordu. Çalışma özgür ama disiplinli olmak zorundaydı. Ortaya attığı sanat siyaseti de herkesin aklına yatınca arkadaşları yetkiyi ona verdiler. Süresiz kapatma yasağının kalkması da tam bu sıraya denk geldi, 1974'te AST yeniden açıldığında artık dümende Rutkay Aziz vardı.

1974'te, Gorki'nin "Ana" romanı üstünden, Brecht'in yaptığı uyarlamayı sahnelemek için kolları sıvadılar. Yönetmen Rutkay Aziz'di, 30-35 kişilik bir oyuncu kadrosuyla çalışmak istiyordu. Her zaman olduğu gibi cepler boştu fakat bu kez epey kostüme ihtiyaç vardı. "Muhsin Hoca var Şehir Tiyatroları'nın başında" diye düşünen Rutkay Aziz, Ertuğrul'un kapısını çaldı. Ertuğrul AST'ı çok sever ve değer verirdi. (Zaten Muhsin Hoca tiyatroya da gençlere de her zaman değer verirdi.) Bize kalpaklar, çizmeler lazım diyen genç yönetmeni ikiletmedi, ihtiyacı olan her şeyi verdi.

Brecht'in yazdığı metin üzerinde ilmek ilmek çalıştılar. Metinde sadece replikler değil, marşlar da vardı, bu yüzden müzisyen Sarper Özsan da kadroya dahil oldu. Brecht, Rusya'daki Kanlı Pazar sahnesi, için tekste replik koymamış, yerine sadece: "İşçiler marş söyleyerek sahneye girerler" yazmıştı. Müziklerinden sorumlu Sarper Özsan'a sordular, "buraya ne yapsak?" Özsan, "Ben bir marş yazayım o halde" dedi ve sözleri müziğiyle yepyeni bir marş yazdı: 1 Mayıs Marşı.

1975'in Ocak'ında "Ana", perde açtığında tiyatroda bambaşka bir hava vardı. Yaman Okay, Meral Niron giriyor, Rana Cabbar, Erol Demiröz, çıkıyordu. Salih Kalyon, Savaş Yurttaş, Cezmi Baskın, Talat Bulut ve daha pek çok isim sahnedeydi. AST'ın 5 metre derinliğindeki sahnesine figüranlarla birlikte 37 kişinin nasıl sığdığını kimse anlamadı. Seyircinin arasında oyunu nefessiz seyreden bir tiyatro öğrencisi vardı. Aklı karışmıştı, "Ankara'ya geldiğimde ilk götürdükleri yer AST, Maksim Gorki'nin 'Ana'sı oynuyor. Perde açıldı, gözlerime inanamıyorum, sahnede Ruslar var! Evet kitapçıktaki isimler Türk ama sahnede basbayağı Ruslar var, her şey müthiş gerçek." diyen bu genç tiyatro öğrencisi, Altan Erkekli'den başkası değildi.

"Ana" oyunu için Sarper Özsan'ın yazdığı 1 Mayıs Marşı, ilk kez o gün, sahnede seslendirildi. Oyun müziği olarak bestelenmişti ama daha ilk söylenişte tiyatronun sınırlarını aşıverdi. Yolu açıktı; kısa zamanda korolar, müzik grupları Cem Karaca ve Selda Bağcan gibi öncü sanatçılar tarafından seslendirilecek, Timur Selçuk marşın plağını yapacaktı. Devrimci kitlenin sahipleneceği 1 Mayıs Marşı'nı, birkaç yıl sonra 1976'da meydanlarda onbinler, bir ağızdan söyleyecekti.

Fakat bunlardan önce, daha Mart ayında, Basın Savcılığı oyun hakkında soruşturmaya başladı, oyun metni incelendi. 25 Nisan 1975 günü polis "Ana" oyununu basarak tiyatroyu kapattı. Sadece oyuncular değil AST'ın bütün çalışanları; büfeci, ışıkçı, dekorcu, 8 yaşındaki çocuk oyuncu dahil olmak üzere tümünü topladılar. Sanatçılar tutuk-lanıp mahkemeye sevk edildi. 26 Mayıs'ta yargılan-malarına başlandı. Savcılık sanıklara "komünizm propagandası" ve "halkı isyana kışkırtma" suçlar-ından ceza isteyince Mayıs ayında AST ikinci kez mühür-lendi. Bu kez sadece salonla kalmadılar, oyunları yasaklayıp turneleri de iptal ettiler.

AST, giderek artan bir biçimde, her dönem iktidarların, tutucu çevrelerin, faşist yapılanmaların hedefinde olmuştu. Fakat baskıya direniyor, ilk nefes aldığında yeni oyunla çıkıyordu ortaya, 76'da Bilgesu Erenus'un, "Nereye Payidar"ı ile perde açtılar. Yönetmen Rutkay Aziz, müzikleri düşünürken Paris'ten dönen arkadaşı, Timur Selçuk gelmişti aklına. Selçuk, ilk tiyatro müziğini henüz lisedeyken Asaf Çiyiltepe için yapmıştı, ikinci kez de Rutkay Aziz ile tiyatroya girdi. Fakat bu ikincisi çok sürecek, Selçuk iki sene sonra AST'ın müzik yönetmeni olacak, 10 sene boyunca AST'a müzik yapmaya devam edecekti.

"Nereye Payidar", 26 Mart 1976'da Yeşim Dorman ile sahne aldı. Sinema gibi üç seans arka arkaya oynuyorlardı. Buna rağmen tiyatro her seferinde koridorlara kadar doluyordu. Gençler basamaklara oturuyor, her boşluğa minder ve sandalye konuluyordu. Siyasi baskılara rağmen kültür sanat hayatı fişek gibiydi. Sendikalar, öğrenci dernekleri, sivil toplum kuruluşları, herkes okuyor, yazıyor, gösteriler düzenliyor, sinemalara gidiyordu. AST, yeni bir oyun duyurduğunda üniversiteler ilk beş gösterimi kapatmak için birbiriyle yarışırdı. Fakat siyasi hava giderek gerginleşiyordu. Erdal Demiröz: "Bize sürekli haber gelirdi" diyor, "yarın faşistler gelecek, bu defa çok kalabalıklar!" Biz hiçbir şey yapmazdık, bu söz üniversitelerde de duyulurdu, bir bakardık arkadaşlar gelmişler. Kapıları, bizi, korumaya alırlardı, biz de oyunumuzu oynardık.

İşte, "Sakıncalı Piyade"yi bu iklimde sergilediler. Uğur Mumcu, 12 Mart sonrası zorunlu askerlik sürecini anlatmıştı kitapta. Rutkay Aziz okuyunca "güzel oyun olur" diye düşünüp Uğur Mumcu'yla tanışmaya gitmişti. Mumcu "ben tiyatrodan anlamam" deyince "birlikte yapacağız" diye cevapladı Rutkay Aziz. Mumcu o zaman çok heyecanlandı. Metin çalışmalarını evde yaptılar, dramaturgi uzayınca Aziz, "Zengin Mutfağı"nı koydu sahneye, biraz zaman kazandılar.

"Sakıncalı Piyade", başrolde Rana Cabbar ile Menekşe Sineması Salonunda dünya prömiyerini yaptığında AST'ın ilkler listesine bir madde daha eklenmiş oldu. Türk ordusu, ilk kez böyle bir bakış açısıyla sahnedeydi. Oyun hemen kapalı gişe oynamaya başladı. Halk hem Mumcu'yu hem de AST'ı ayakta alkışlıyordu. Oyunun başarısı katlanarak artacak, Sakıncalı Piyade'nin temsil sayısı 700'leri bulacaktı.

80'ler... Çok daha Zor Günler

80 Darbesi bütün ülkeyi korku ile kapladı. Sadece yollar, okullar, sokaklar değil, tiyatro da boşalmıştı. Korku giderek yayılıyordu. O sıralar Deniz Türkali, Ataol Behramoğlu'ndan bir istekte bulundu; "Benim için bir siyasi kabare metni yazsana..." İşte "İyi Bir Yurttaş Aranıyor" böyle ortaya çıktı. Rutkay Aziz'in sahneye koyduğu oyun, 23 Mart 1981'de prömiyer yaptı.

"Hikâye-i Mahmud Bedreddin"de aynı dönem sahnelendi. Müzikleri yapan Timur Selçuk, üretken olduğu kadar titiz bir insandı. Çalışırken oyuncuları, yönetmenleri yorduğunu düşünürdü. Daha önce çalıştığı Mehmet Akan, Şeyh Bedreddin için yeniden onunla çalışmak isteyince "Acaba tiyatrocular bana karşı bir aşı mı geliştirdi" diyerek gitti. Uzun ve titiz bir çalışmanın ardından Bedreddin'in müzikleri hazırdı. Fakat iş şöyle profesyonel bir kayıt yapmaya gelince para yine büyük bir problem olarak çıktı ortaya. Bir umut, Devlet Tiyatrolarına sordular, 82'de Muhsin Ertuğrul göçmüştü çoktan, tiyatro artık özel tiyatroyu da gençleri de tanımıyordu. Yardım falan yok dediler. Selçuk, çalışmanın kayıtlarını yine kendi olanaklarıyla yaptırdı. "Hey Devlet Heyyy..." demişti o zaman, "Timur Selçuk'tan sonra kendi cebinden ödeyip müzik yapan besteci bulamayacaksın. İşte o zaman ben sana öbür alemden nanik yapacağım, eğer hâlâ bu sınırlarla aynı coğrafyada kalabilmişsen..."

AST daha önce de darbe yaşamış ve ayakta kalmayı başarmıştı ama 80 çok farklıydı. Bu kez durum daha ağırdı. 12 Mart'ta bütün tiyatrolar oynamak istediklerini oyunun tekstini önce polise verirlerdi. 15-20 gün sonra haber gelirdi, bu oynanacak, bu oynanmayacak diye. Oyunların tümü reddedilirse yeni oyunlar verirlerdi tetkik için. 80'de böyle olmadı. Yönetim "istediğinizi oynayın" diyordu. Tiyatro grupları oyunu seçiyor, emeğini, maddi manevi her şeyini yatırıyor, temsili hazırlıyordu. Tam perde açılacağı gün haber geliyordu, oyun yasaklandı.

Sanat ortamı hızla tenhalaşmaya başladı. Sendikalar, öğrenci dernekleri baskı altındaydı, "onlar tiyatronun kılcal damarlarıydı" diyor Altan Erkekli, onlar çekilince seyircisiz kalan tiyatro haftanın 3 günü oynamak zorunda kaldı. Zaten Ankara, elektrik kesintisinden, sokağa çıkma yasaklarından ve yakıt yokluğundan başını kaldıramaz olmuştu. Bütün bunlar hızla azalan seyirciyi yok olma, Ankara Sanat'ı da batma noktasına getirdi. Buradan çıkmalarını sağlayan oyun "Rumuz Goncagül" olacaktı. Rutkay Aziz oyunu sahneye koymak istediğinde, yazarı Oktay Arayıcı "Bu oyun AST'ın oyunu değil, ben bunu Nisa'ya yazdım" demişti. Ama AST oyunu sergiledi, yalnız Ankara'da 35 bin seyirci toplayan Rumuz Goncagül, Rutkay Aziz'in deyişiyle gemideki suyu boşaltan, tiyatroyu kurtaran oyun oldu.

80 sonrasının en önemli olaylarından biri, 1402'likler meselesidir. Adını, Sıkıyönetim kanunundaki sakıncalı görülen personelin işten çıkarılmasını kolaylaştıran maddeden alır. Ülkeyi saran 1402 rüzgarından Ankara'da, İstanbul'da kadrolu çalışan tiyatrocular da etkilendi. Atılan, siyasi baskıyla küstürülen oyuncular arasında kimler yoktu ki; Kerim Afşar, Ferdi Merter, Alp Öyken, Ertan Savaşçı, Orhan Alkaya, Başar Sabuncu, Savaş Dinçel, Oben Güney, Tuncer Barlas, Aliye Uzunatağan, Avni Yalçın, Aslan Kaçar, Macit Koper, Erdal Özyağcılar, Beklan Algan, Zihni Küçümen, Celile Toyon, Gökhan Mete, Leyla Altın, Fehmi Yaşar, Erhan Uysal... Bu sanatçıların bir kısmı Ankara'ya gelip AST ile buluştu. Tiyatroya yeni bir nefes getirdiler, mektepli ve alaylı oyuncuların birlikteliğinden bir sentez oluşmaya başladı. Bunun etkileri oyunlara, oyunculuklara yansıdı.

Değişim çok hızlı gerçekleşiyordu; artık iyi hal kağıdı olmadan turneye gidilemiyor, salona girilirken önce bomba aranıyordu. İçeride kameralı polis oluyordu, hem de terörle mücadele... Daha kapıdayken neye bulaştığını düşünüp korkmaya başlayan seyirciye, içeride oyun seyrederken de kamera tutuluyordu. Altan Erkekli yalvarıyordu polislere "Lütfen gülenleri çekmeyin, bakın beni çekiyorsunuz zaten 4 kamerayla. Gülen insanı çekerseniz, ürker gülen insan." Doğruydu ürktü, korktu ve sokaktan olduğu gibi ti

Yazar Ayşegül Çelik
Dosya Editörü Ayşegül Çelik

Yorumlar (1)

Tülay Bilgin

3 ay önce / 02.08.2024

AST'ın birkaç oyununu seyretme şansı bulmuştum. Bu yazıyı okuyunca bilmediğim pek çok şeyi daha öğrendim. Gruba karşı duyduğum sevgi ve saygı daha da çoğaldı. Yazarını kutluyor, çok teşekkür ediyorum.

  |   Beğenmedim 0   |   Cevapla