Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Ankara’da İlk Tren, İlk Gramofon, İlk Fotoğraf

Ankara’da İlk Tren, İlk Gramofon, İlk Fotoğraf



Ankara doğumlu Kemal Bağlum (1923-2010) Gazi İlkokulu ve Ankara Gazi Lisesinden sonra 1951 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi. Fakültede iken gazetecilik yapıyordu. 1946 yılında başlamıştı gazeteciliğe. Ulus, Zafer, Vatan ve Hürriyet gazetelerinde görev yaptı. Vatan gazetesinin Ankara Temsilcisi oldu. Ankara Gazeteciler Cemiyeti üyesiydi. Geriye 1945-1960 yılları arasını kapsayan anılarını yazdığı "Anıpolitik" (Bilgi Yayınevi, 1991) ve "Beşbin Yılda Nereden Nereye Ankara" (1992) kitaplarını bıraktı. Bu yazıda Ankara kitabını ele alacak ve kitaptan Ankaralıların ilk karşılaştıkları nesnelere gösterdikleri tepkileri anlatan satırları alıntılayacağım.

Hemen belirtmeliyim ki, Bağlum 7 bölümden oluşan Ankara hakkındaki kitabının ilk bölümü dışındakileri yaşları 80'i aşmış Ankaralılarla konuşarak yazmış. Bir "sözlü tarih" çalışmasına imza atmış. Diyor ki "Giriş" yazısında:

"Eski Ankara'yı bize tanıtmak için çaba gösteren ve yaşları 80'in üstünde olan sayın hemşehrilerime teşekkür etmeyi bir borç bilirim. Bu kitabın yazılmasında onların da çok büyük katkısı var. Aradan uzun yıllar geçmesine karşın, önemli sokakları, hanları, hamamları, cami ve diğer ibadet yerlerini, çarşıları. Mahalleleri, başlarında geçen ilginç olayları genç kuşaklara aktarmak ve hatırlatmak için büyük çaba harcadılar.

(...)

İyisi ve kötüsü ile 1987 yılında Ankara hakkında yazdığım bu kitabı saygılarımla okuyucularımın takdirine sunuyorum."

Kitabı 1987 yılında yazmış ama, yayımlanması için 5 yıl beklemek gerekmiş. Neyse ki, yayımlanmış. Ne var, bu kitap, bugün ancak sahaflarda bulunabilir. Oysa, bana göre, yeni basımları yapılmalıydı. Kitapçı raflarında her daim bulunmalıydı. Bulunmalı.

Sinema tarihi ile ilgilenenler bilirler. İki Fransız, Auguste ve Louis Lumiere Kardeşlerin icadı sinematografın marifeti ilk kez 28 Aralık 1895 günü Paris'in Capucine Bulvarı üzerindeki Grand Café'de sergilenir. O gün "sinemanın doğum günü" olarak benimsenmiştir. Doğum gününe katılanlar özellikle üstlerine gelen bir kara trenden korkup kaçışırlar. Rivayet böyledir. Doğru olabilir. Olmayabilir de. Ne var, Ankara'ya ilk trenin gelişinde yaşanan olaylar doğru.

Trenin Ankara'ya ulaştığı tarih 27 Ekim 1892. O yıl 40 yaşında olan Hacı Doğan Mahallesi Mescidi İmamı Osman Hoca (1852-1953) trenin gelişinde yaşananların görgü tanığıdır. Kemal Bağlum'la 1951 yılında görüşür ve izlediklerini ve gözlemlerini şöyle anlatır:

"Trenin ne olduğunu kimse bilmezdi. Bilenlerin sayısı da parmakla gösterilecek kadar azdı. Çünkü o devirlerde hıristiyanların dışında hiç kimse Ankara dışına çıkmazdı. İstanbul'a göçen birkaç müslüman varsa onlar da ticaret için giderdi. Bu nedenle, treni herkes kendisine göre tarif ederdi. Kimi trenin dev olduğunu söyler, kimi de canavar olarak değerlendirirdi. Her iki tarifin de aynı kapıya çıkmasının nedeni, demir üzerinde yürüyen bu canavarın bir insanın 1 yılda içtiği suyu bir oturuşta içmesi, dört atla çekilen araba yükü yiyeceği bir günde bitirmesi rivayetleri idi. Üstelik canı sıkıldığı zaman da, ağzından çıkan nefesinin insanı kavuracağı söylentileri de vardı. Herkes merak ediyordu. Bu ne çeşit bir canavardı? Canavar yürürken ardında yetişmek imkânsız imiş. Bu tarifler Ankara halkının merakını ziyadesiyle uyandırmış olacak ki, binlerce insan istasyonu doldurdu. Öncü olarak çıkan atlılar canavarı karşılamak için o zamanlarda tarla olan Gazi Çiftliğine kadar gittiler. (...) Bir süre sonra uzaktan kara bir demir yığınının üstümüze doğru geldiğini büyük bir hayret ve korku ile gördük. Bazılarımız bunu kıyametin kopacağı şeklinde yorumluyorlar ve kelimeyi şahadet getiriyorlardı. Tam bu sırada tren istasyona girdi ve halkı selamlamak için düdüğünü çalınca, işte o zaman kıyamet koptu. Demiryolunun kenarına dizilmiş halk canlarını kurtarmak için birbirlerini çiğnercesine kaçışmaya başladılar. (...) Sonraları bazı kimselerin aç kalıp da çocuklarımızı yemesin diye trene ot ve arpa gibi yiyecek götürdüklerini duyduk. Ama bu söylentilerin ne dereceye kadar doğru olduğunu öğrenemedik."

Kemal Bağlum, 1987 yılında Rafet Fincancıoğlu (1901) ile görüşür. Görüşmenin gerçekleştiği yıl Fincancıoğlu 86 yaşındadır.

Fincancıoğlu, Ankara'nın sayılı zenginlerinden Siyit (Seyit) Efendinin Ankaralılara gramofonu ve fotoğrafı tanıtan kişi olduğunu anlatır. Siyit Efendi yeniliğe tutkun biriymiş, İstanbul'a her gidişinde Ankara'ya yeni bir şey getirirmiş. 1910 yılında gramofon ve `Hafiz` diye anilan İstanbullu ses sanatçılarının taş plaklarını getirmiş. Yaz aylarinda gramofonu bahçesine kurar plaklarını dinlermiş. Çevredekiler dayanamayıp Siyit Efendiye "şu hafızları biz de dinlemek istiyoruz" demişler. Olumlu yanıt almışlar.

"Kısa bir süre sonra Siyit Efendi mahalleli ile birlikte Ankara'nın önde gelen hacı hoca ve ulema takımını da evine davet etmiş. Ben de babamla birlikte evin bahçesine gitmiştim. Bahçenin eve bakan ön tarafına sandalyeler yerleştirilmişti. Misafirlere şerbet dağıtılıyordu.Ama ben dahil , herkes hafız efendileri merak ediyorduk. Bahçe leba lep insan dolu idi. Siyit Efendi elinde bir kutu ile göründü. Kutuyu yüksekçe bir yere yerleştirdi. Gramofonun ağzına da bir boru geçirdi. Siyit Efendi'nin bu hareketlerine hiç kimse bir mana veremiyor, herkes Hafız efendileri bekliyordu. Siyit Efendi taş plağı koyup da makineyi işletmeye başlayınca kızılca kıyamet koptu. Başta hacı ve hoca takımı sanki bir yerden emir almışçasına yaydan çıkan bir ok gibi yerlerinden fırlayarak sokak kapısına koşmaya başladılar. Bir taraftan da: 'Şeytan, Hafız efendileri bunun içine sokmuş. Allahını seven şeytandan uzak dursun' diye bağırıyorlardı. Bahçede bulunan yüzlerce misafir kapıdan bir an önce çıkmak için birbirini adeta eziyordu. Kaçanlar arasında biz de vardık. Nihayet şeytan aramızda bulunuyordu. Şeytandan uzak durmak gerekirdi. Bu kaçış olayında ezilenler de oldu. Siyit Efendi sesinin çıktığı kadar kaçanlarına ardından bağırıyor, 'korkmayın bu bir makinadır' demesine kimse aldırış etmiyordu. Oysa kısa bir süre içinde Ankara'ya yayıldı. 'Siyit Efendi'nin evinde bulunan hafızları, şeytan bir kutunun içine sıkıştırmış. Adamcağızlar da kutunun içinden çıkmak için avazı çıktığı kadar bağırıyorlarmış' dedikodusunun aslı aradan bir yıl geçtikten sonra anlaşıldı. İstanbul'a giden diğer Ankaralılar da birer gramafon getirmiş çalmaya başlamışlardı bile."

Halk ozanı Aşık Dertli (1772-1846) Bolu'da doğmuş, Ankara'da yaşama veda etmiş. Beypazarı Kadısı, sazda şeytan olduğu için çalmamasını, sazını kırıp atmasını ister. Aşık Dertli ünlü taşlamasını yazar:

Telli sazdır bunun adı/Ne Âyet dinler, ne kadı/Bunu çalan anlar kendi/Şeytan bunun neresinde?

6 dörtlükten her birinin son dizesi "Şeytan bunun neresinde?" sorusudur. Anlaşılan o dönemde olumsuz tepki duyulan her olayı, nesneyi, ilişkiyi, vb. şeytana bağlamak yaygınmış. Dolayısıyla, hafız efendileri kutuya (gramofona) sokan da şeytan. Oysa, Aşık Dertli'nin saz için yazdığı dörtlüklerden birini gramofona uydurmak olanaklı.

Ardıç ağacından kolu/Venedik'ten gelir teli/Be Allah'ın sersem kulu/Şeytan bunun neresinde?

Rafet Fincancıoğlu ilk fotoğrafla tanışan Beynamlı Müderrisin olumsuz tepkisini de anlatır. Fotoğrafa "kılık" denmektedir. Kılık, "giyim kuşam, üst baş, giyim, giysi, giyiniş" ve "bir insanın dış görünüşü" anlamındadır.Fotoğrafın kılık diye anılması bir insanın dış görünüşünü yansıtması dolayısıyla verilmiş olmalı.

"Fotoğraf Ankaralılar tarafından bilinmezdi. Ankara'nın sayılı zenginlerinden Siyit (Seyit) Efendi oğlunun düğünü için büyük bir ziyafet hazırlamıştı. (yil 1915) Siyit Efendi'nin evi de, Hacıbayram semtinde Emniyet 2. Şube Müdürlüğü eski binasının yanındaki sokakta büyük bahçe içinde idi. Siyit Efendi bana :

'Bak oğlum hatırlı misafirleri sen karşılayacaksın ve şu salona alacaksın' talimatını verdi. O dönemlerde büyüklerin verdiği emirler harfiyen yerine getirildiğinden, ben de işi ciddiye almıştım. Davetliler arasında devrin uleması, hacı ve hocaları, memurlar ile zenginler vardı. Ben gelenlerden bu kalitede olanları özel salona buyur ediyordum. Bu sırada Ankara'nın sayılı müderrislerinden Beynamlı Müderris Hacı Mustafa Efendi geldi. Önüne düşüp bu özel salona götürdüm. Kendisini herkes tanırdı. İçeri girince sedirdeki baş köşede kendisine yer verildi. Bu salonda Ankara Müftüsü Rifat Hoca vardı. Müderris Hacı Mustafa Efendi tam oturmuştu ki, sert bir sesle beni çağırdı. Gerçekten korkmuştum. Zira çağıran Beynamlı Hoca idi. Bana hitaben :

'Bana Siyit Efendiyi bul' dedi. Hocanın emrine uyarak koşar adım Siyit Efendi'nin yanına geldim.

'Hoca Mustafa Efendi seni istiyor' diyebildim. Siyit Efendi de şaşırmıştı heyecanımdan. Koşarak özel odaya geldi ve ;

'Bir emriniz mi var Hocam' diye, bir soru sordu. Hoca Mustafa Efendi parmağı ile karşı duvarda bulunan resmi göstererek ;

'Bu ne' diye sert bir sesle Siyit Efendiyi azarladi. Siyit Efendi de başını çevirip resmi görünce ;

'Bu benim kılığım' dedi. Hoca' nın 'Nereden aldın?'sorusuna da şu yanıtı verdi :

'İstanbul' a gitmiştim. Cadde-i Kebir' de (Beyoğlu-İstiklal Caddesi) dolaşırken bu kılığı gördüm. Dükkana girdim. Bu nedir diye sorunca bana "resim" dediler. İstersem benim de böyle bir kılığım olabileceğini söylediler. İçeri girdim, beni bir sandalyenin üstüne oturttular. Biraz sonra elime küçük bir kılık verdiler. Bir ayna istedim. Bir aynaya bir de kılığıma baktım. Birbirlerinin aynısı idi. Bunun üzerine camdaki kadar büyük kılık istedim. Bana yarın gel al dediler. Hakikaten ertesi gün gittiğimde büyük kılığım hazır idi. İşte bu kılık o günün hatırası.'

Bu sırada duvarda asılı duran resim oradakilerin de dikkatini çekmiş olacak ki, herkes fotoğrafa bakıyordu.

Beynamlı Müderris Hoca Mustafa Efendi, büyük bir hışımla Siyit Efendiye, 'Kaldır onu oradan' emrini verdi. Ve şunları ekledi :

'Kılık olan yerde namaz kılınmaz. Bu resmi bir daha görmeyeyim' tembihinde bulundu. O olaydan sonra Siyit Efendi resmi duvara astı mı asmadı mı bilmiyorum. Ancak resim bu emir üzerine yerinden derhal kaldırıldı."

Beynamlı Müderris Hoca Mustafa Efendi kısa süre yaşama dönse, duvarları, panoları, gazeteleri, ekranları, vb. kaplayan irili ufaklı, dev boyutlu, giderek devinimli 'kılık'ları görünce kaldırılmaları için kime buyururdu.

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış