Münih-Augsburg arası trenle yarım saat 45 dakika arası. Öğlene doğru Augsburg Merkez İstasyonu’nda indim, etrafıma bakındım. Abdulmesih BarAbraham beni karşılamaya gelecekti. Midyatlı Abdulmesih Bey ve kız kardeşi Janet Hanım ile Münih’te, ortak bir dostumuzun evinde tanışmıştık. Bu ikinci görüşmemiz olacak.
Augsburg’da sur içinde dolaştık. Bu Orta Çağ’dan kalma sur başka sur. Roma İmparatorluğu döneminde kurulmuş, çoğu yıkılmış, ayakta kalan pek az duvar var. Sokaklara, müzelere, tarihî yapılara, avlulara girip çıktık. Şehrin adının Roma İmparatoru Kayser Agustus’tan geldiğini öğrendim. 15. ve 16. yüzyıllarda şehre damgasını vurmuş, Avrupa’nın önemli tüccar ve banker ailelerinden olan Fugger ailesinin evlerine, kent sarayına ve bahçesine baktık. O saatte açık olmadığı için bir kilisenin kapısından döndük. İnşaatına 17. yüzyılın başlarında başlanmış olan ‘altın salon’u (http://www. augsburg.de/kultur/sehenswuerdigkeiten/goldener- saal/) ile ünlü Belediye Sarayı’ndaki şehrin kısa tarihi (ve tarihöncesi) sergisini gezdik – 15 milyon yıl önce tropik bir iklimi olan Orta Avrupa coğrafyasını günümüze getiren ufacık bir sergi.
İki saat kadar süren şehir turumuz sırasında BarAbraham – not tutmadığım için büyük çoğunluğunu unuttuğum – değme turist rehberine taş çıkartacak bilgiler verdi. Katolik Kilisesi öğretilerine karşı çıkan, Avrupa’da Reform hareketinin önemli adı, ünlü 95 Tez’in yazarı Martin Luther, Fugger’lerin evinde üç gün boyunca Kardinal Cajetan tarafından sorguya çekilmiş. Augsburg, Avrupa’daki din savaşlarına son vermek üzere yapılan pek çok anlaşmaya ev sahipliği yapmış. İrili ufaklı, çoğu yüzlerce yıl önceden kalmış kilise gördüm; bir de Sinagog ile Musevî Kültür Merkezi. Çoğu küçük pek çok cami de varmış ama görmedik. Tuna’nın bir kolu olan Leç Nehri’nin yönlendirilmesiyle oluşturulmuş Roma döneminden kalan su kanalları, Augsburg’un 2000. yılını kutlamak için yenilenmiş, restore edilmiş yollar, daha neler neler. Türk lokantaları ile dükkânlarının çoğunlukta oldu Ulmerstrasse’den de geçtik.
Arada mola verip eski şehrin merkezindeki Henry’s Coffee World’de kapuçinolarımızı içerken konuştuk. Bu sefer defterimi çıkarttım, not tuttum:
Abdulmesih BarAbraham ilk ve ortaokulu Midyat’ta okumuş. Bir Amerikan şirketinde çalışan ve terzi olan babası İbrahim Aktaş 1963’te Almanya’ya işçi"İstasyon’a doğru yürürken, “Brecht’in Augsburg’da en sevdiği yere doğru gidiyoruz şimdi” dedi. Bizim Yahya Kemal’in “Ankara’nın en çok İstanbul’a dönüşünü seviyorum” dediği gibi, Brecht de Augsburg’un en çok tren istasyonunu severmiş. Uzaklaşmak için."
olarak gelmiş. İş ve İşçi Bulma Kurumu’na başvurarak gelen ilk Gastarbeiter – ‘konuk işçi’lerden. Karısı ve çocukları sonradan ‘aile birleşimi’ ile katılmışlar. Önce Aalen’de, sonra Würzburg’da oturmuşlar. İbrahim Bey emekli olduktan sonra Augsburg’a yerleşmişler. Özveriyle çocuklarını okutmuşlar – o zamanlar birinci kuşak göçmen işçilerde pek sık rastlanmayan bir durum. Abdülmesih Bey bilgisayar yüksek mühendisi. Erlangen/Nürnberg Üniversitesi’nde okumuş. Münih’te, Kaliforniya’da çalışmış. Mühendis olduğu halde toplumsal konularla, özellikle dil ile haşır neşir. Süryanice, Arapça, Türkçe, İngilizce ve Almanca biliyor. İlk ikisinin hem günlük konuşma diline, hem yazın diline hâkim. Çeviriler yapıyor. Türkçesini konuşma dili olarakyeterli bulmuyor ama bence tevazu gösteriyor.
Kahvelerimizi içerken lâf lâfı açtı. Neler konuşmadık
ki? Almanya’da gurbette yaşayan konuk işçilerden bir kısmı cenazelerini memlekete götürmek istiyor. Babası da Tur Abdin’e gömülmek istermiş ama o zamanlar çift vatandaşlığa izin olmadığı için, Alman vatandaşlığına geçince Türkiye’deki haklarını kaybetmiş. BarAbraham, İbrahimoğlu demek. Babasının soyadı Aktaş’ı kullanmıyor. Aktaş soyadı, ailesindeki mimarlardan, taş ustalarından geliyor. Midyat’taki ilk camiyi onun ataları yapmış, İstanbul’daki Meryem Ana Kilisesi’nin baş taş ustası, amcası Habib Aktaş imiş – Viyana’da ölmüş. Mimarlıktan, Süryani Mimarisi ile ilgili çalışmaları
olan Elif Keser’den, Mardin Artuklu Üniversitesi’nde Süryanice Dili ve Kültürü Anabilim Dalı’nda ders vermek üzere Amerika’dan gelen ama iki yıl dayanabilen Abdul- Massih Saadi’den söz etti.
Augsburg’a turistik gezi için gelmedim. BarAbraham’ın haber vermesi üzerine, Asurî Mezopotamya Derneği’ne konuşmacı olarak Türkiye’den gelen Zeynep Tozduman’ı dinlemek üzere buradayım. Asurî Mezopotamya Derneği, Assyrischer Mesopotamien Verein Augsburg e.V., 1978 yılında kurulmuş. Etkinlikleri arasında, bugünkü gibi, konuşmacılar getirmek var. Dinî bir oluşum değil. Augsburg’da yaşayan 600-700 kadar Süryani aileye hizmet veren, sosyal, kültürel bir kulüp. Çoğunluğu Süryanî Kadim Kilisesi mensubu olmakla birlikte aralarında Katolik, Nesturî ve Keldanîler de var. BarAbraham bunların hepsinin Süryanî/Asurî kiliseleri üyeleri olduğunu, Osmanlı’daki millet sistemi uyarınca – dinî cemaatler farklı milletler olarak gruplaştırıldığından – dışardan sanki ayrı halklar gibi görüldüklerini, ancak hepsinin ortak dilinin Süryanice olduğunu, aralarında tarih birliği de bulunduğunu söyledi. Urfa’nın Kral Abgar döneminde Hristiyanlaştırıldığından, 2. yüzyılda Urfa’da (Urhoy, Edesa) İncil’in Süryaniceye çevrildiğinden, Nisbin (Nusaybin) ve Edesa’nın o dönemin iki önemli ilim merkezi oluşundan, erken Hristiyan filozofu Bardaisan’ın nasıl kiliseyle müziği tanıştırdığından ve 4. yüzyılda yaşayan Mar Afrem dahil pek çok din adamını nasıl etkilediğinden söz etti. Bu arada, 405 yılında Ermeni alfabesini geliştiren Maştots’un da Süryaniceden esinlenmiş olduğunu öğrendim.
Öğleden sonra 3:00’te başlayacak toplantı için 2:30 gibi derneğe gittik. Daha binaya girmeden, bahçe duvarına asılı Süryani bayrağını gördüm. BarAbraham’ın söylediğine göre, beyaz zemin üzerinde kesişen mavi kırmızı dalgalı çizgiler Dicle ile Fırat’ı temsil ediyormuş, ortadaki sarı daire de güneşi. “Kırmızı çizgiler akan kan mı?” diye aklımdan geçirdim ama sormadım. Büyük bir düğün salonuna benzeyen lokal, içerdeki insanlarla birlikte, Anadolu’nun herhangi bir kasabasında şehrinde olabilirdi. Köşede bir çay ocağı, arkasında mutfak, boş salonda kare masalarla etraflarında sandalyeler. Hiçbirini tanımadığım bildik simalar arasında tek tük birkaç kadın, gerisi erkek. Tanıştığım, tokalaştığım hemen herkes Türkçe konuşuyordu. “Merhaba, hoşgeldiniz.” Konuşmanın başlamasını beklerken 10- 15 kişi kadar içeriye, toplantı odasına geçtik. Zeynep Tozduman da gelmişti, tanıştık. Derneğin ziyaretçi defterine bir şeyler yazdık. Bir delikanlı, “Ne içersiniz, çay kahve?” diye sordu. Benim cevap vermeme kalmadan Dernek Başkanı Aziz Akcan atıldı: “Çay!” Mis gibi demli çay, cam bardakta geldi. Memlekette gibiyim.
Tozduman’ın konuşması başlı başına bir yazı konusu, ama özü şu: Bugün Türkiye’de yaşananlar, tarihin tekerrürü. Tarihimizle yüzleşmezsek, bu böyle sürüp gider, biz de barışı daha çok bekleriz. Sonradan internette bulduğum bir yayınında da aynı şeyi söylemiş: “Bu topraklarda başka soykırımlar yaşanmaması için ya karanlık/kirli geçmişimizle yüzleşeceğiz ya da yüzsüzleşeceğiz.”
Dinleyiciler arasında üniversiteden çalışma arkadaşım Luise Behringer de vardı. Birlikte çıktık, Augsburg’daki son iki saatimi birlikte geçirdik. İstasyon’a doğru yürürken, “Brecht’in Augsburg’da en sevdiği yere doğru gidiyoruz şimdi” dedi. Bizim Yahya Kemal’in “Ankara’nın en çok İstanbul’a dönüşünü seviyorum” dediği gibi, Brecht de Augsburg’un en çok tren istasyonunu severmiş. Uzaklaşmak için. Ama ben Augsburg’u sevdim. Yine gideceğim.
Yorumlar (0)