Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

"Barışın Bilgisini Üretmeye Çağırıyoruz" ODTÜ Ortak Yaşam Günleri:

Bundan birkaç ay önce, doğudaki gerilim arttıkça, öfkemizi durdurup hakikati ifade edecek, şiddeti durdurmak üzere çözümler önerecek bir dil arıyorduk. Sonra Suruç, doğuda daha da artan kırımlar ve üzerine Ankara Katliamı geldi... Öfkemizin içerisine korku katıldı. Seçimleri barış umuduna tutunarak bekledik. Seçimler bitti. Öfkeli korkumuza umutsuzluk yüklendi. Omuzlarımızdaki güç noksanlığının ağırlığı altındayız, fakat umutsuzluğa alışmayacağız (1).

"Barışın Bilgisini Üretmeye Çağırıyoruz" ODTÜ Ortak Yaşam Günleri:

Ağırlığımızı

biraz atmak ve arayışa yeniden dönmek üzere ODTÜ Bileşenleri’nin (Orta Doğu Öğretim Elemanları Derneği, ODTÜ Mezunları Derneği ve ODTÜ Öğrencileri’nin) birlikte düzenlediği ODTÜ Ortak Yaşam Günleri kapsamında gerçekleştirilen ‘‘Barışın Bilgisini Üretmeye Çağırıyoruz’’ başlıklı seminerlerde not ettiklerimizi/ edebildiklerimizi paylaşmak istiyoruz. de zarar görüyorlar.’’ Tam bu noktada savaşın feminist bir perspektifle yorumlanması önem kazanıyor. Alev şu soruları soruyor: Şiddetsizliği nasıl tartışırız? Öz savunmanın kapsamı nedir? Devrimci dönüşüm ve şiddet arasındaki bağlantılar nelerdir? Bu soruların yakın zamanda sorulmaya başlandığını; ancak şimdi artık çok farklı bir noktada olduğumuzu; yeniden bu soruları sormak, feminist bir söz kurmak için savaşı, erkek egemenliğini ve erkeklerin farkında olmadıkları kendi uğradıkları şiddeti yeniden konuşmaya başlamalıyız diyerek sözlerini bitiriyor.

Ardından sosyalist gazeteci Arzu Demir sözüne
Ekin Van’ı anarak başlıyor. Yeni bir yaşam için kadın mücadelesinin önemini Rojova’da tanıştığı kadın gerillaların öyküleri ile aktarıyor. Başlangıçta bu kadınların günlük yaşam ilişkileri ekseninde erkek üstünlüğüne maruz kaldığını; fakat devrimle birlikte kadınların da üretime katılmaya başladıklarını, kadın kooperatiflerinin açıldığını, kadın cinayetinin en ağır suç olarak görüldüğünü anlatıyor. Kadın mücadelesinin devrimdeki gücüne vurgu yaparak kadınların devrimden almak istediklerini aldıklarını belirtiyor. ‘‘Rojova’da kadınlar herkesin herşey olabildiği bir toplumsal irade inşaa ederek insani hakikate yaklaştı’’ diyor.

Oturuma Atlas Arslan kadın vicdani retçilerle görüşerek hazırladığı kitabının sürecini paylaşarak devam ediyor. Atlas, ‘‘Kadınlar savaşı neden reddeder, askere bile gitmiyorlar?’’ sorusu ile çok karşılaştığını, buna verdiği ilk cevabın şiddete karşı çıkmak tüm insanların hakkıdır olduğunu ancak vicdani retçi kadınlarla görüştükçe kadınların hikâyelerinin gücünü hissettiğini, kadınların ne kadar edebi ve derin ifadeler kullandıklarını ve bu sayede barış algısının değiştiğini belirtiyor. Vatan toprağı ile kadın bedeninin namus-toprak-savaş üçgeninde özdeşleştirildiğini ve bir retçinin ‘‘savaşın ortasındaki adet kanıyım’’ ifadesi ile nasıl sarsıldığını anlatıyor.

Oturumun devamında Cemile Gizem Dinçer çalıştığı göçmen dayanışma ağını açıklayarak söze başlıyor. ‘‘ Göçmen, mülteci, sığınmacı, turist, kaçak ayrımlarını devletler yapar. Biz göçmenleri eşit politik özneler olarak ele alıyoruz. Göçmenlerin çok açık bir şekilde cinsiyet istismarı yaşadıkları İstanbul’daki tekstil atölyelerindeki siyahi kadınlardan bahsediyor. LGBT’li insanların da göç etmeye çalışırken kadınlar gibi şiddete maruz kaldıklarını anlatıyor. Mülteci sorunu denilen olgunun ırkçılıkla da ilgili olduğunu ve bu yüzden belki ırkçılık karşıtı bir çalışmaya başlanması gerektiğini ekleyip oturumu kapatıyor.

‘Savaşın ortasındaki adet kanıyım...’’

Barış ve Kadın başlıklı ilk oturumu açan Alev Özkazanç, konuşmasına barışın sadece bir kadın meselesi olmadığını; aynı zamanda bir erkek meselesi olduğunu ve bilhassa erkeklerin bunu sorgulaması gerektiğini belirterek başlıyor. ‘‘Çünkü savaşlarda en çok erkekler öldürüyor ve öldürülüyorlar. Öte yandan kadınlar ve çocuklar da öldürülüyor ve erkeklerden farklı şekillerde, görünmeyen türlerde devletler yapar. Biz göçmenleri eşit politik özneler olarak ele alıyoruz. Söz konusu olan insan değil, sınır krizidir’’ diyor.‘‘Canlı bomba bir sembol, bir gönderme...’’

İkinci oturumun başlığı Barışın Bilgisini Üretmek. Konuşmacılardan Esin Gülsen iki önemli olguyu vurgulayarak oturumu açıyor: Hafıza ve hakikat. Esin hakikatin çok önemli bir mücadele aracı olduğunu, sadece hakikatin ortaya çıkmasının bile mağdurlar için bir onaylanma ve kabul görme olduğunu anlatıyor. Güney Afrika ve Arjantin’dekurulmuş hakikat komisyonlarını örnek veriyor. Buna ek olarak, yeterince bilgi elde

etmek amacıyla mahalle ölçeğinde yerel hafıza sahaları oluşturulduğunu söylüyor. Arjantin’deki Olimpo Garajı adı verilen bir işkence merkezinin hafıza müzesi olması için çok uğraşıldığını ve sonunda orasının mahallenin siyasal anlamını canlandıran, insanların bir araya gelip iş edindiği, çocukların masal dinlediği, kadınların dikiş öğrendiği bir merkez olarak kullanılmaya başlandığını anlatıyor. ‘‘Bir kadın biz toplumsal kumaşı dikiyoruz dedi, barışın bilgisini üretmek belki böyle bir şeydir’’ diyerek konuşmasını sonlandırıyor.

Oturumun diğer konuşmacıları Banu Bülbül ve İpek Demirok toplumsal travma kavramını irdeleyerek konuşmalarına başlıyorlar. Psikolojik bilginin bireyselden toplumsal sağaltıma çekilmesi gerektiğini vurguluyorlar ve devam ediyorlar: ‘‘İnsanlar toplu olarak başka ve

daha kolay şekillerde de katledilebilir. Canlı bomba bir sembol, bir gönderme... Bedenin siyasal var oluşunu parçalama arzusu ile gezen canlı bir ölüm... İktidarın gözdağı vermeye dair bir hedefinin artık yok etmeye dair bir harekete dönüşmüş olması.’’ Ayrıca katliam sonrasında yaşanan gaz sıkma ve devamında olayı sıradanlaştırmaya yönelik açıklamaların, gelmeyen desteğin, bazı örgütlere suçu yükleyerek üzerine nefret söylemleri yaratmanın travmayı keskinleştirdiğini belirtiyorlar. Hala hastanelerde hasta yakınların taciz edildiklerinden, öldürülmeye yönelik güvensizlik duygusunun devam ettiğinden bahsediyorlar. Tüm bunlara karşılık bireysel olarak yaşanan suçluluk duygusunun (Ben neden ölmedim? Yeterince yardım edemedim! Neden orada değildim?) çok bastırılmaması gerektiğini; ancak yoğunlaşan öfkeyi kişinin salt kendine ya da bir başka kişiye çevirmesinin sağlıksız bir durum olduğunu; bunun yerine dayanışma ve çalışmanın bir şekilde yeniden devam edebileceğini vurguluyorlar. Hastanelerde bulunanlara karşı duygu nasihati verilmemesi (Üzülme sakın. Artık öfkelenme.) gerektiğini hatırlatıp, sözlerini umut dolu şu cümleyle bitiriyorlar: Barış o alana gitmiş insanların duygularının herkese yayılması ile gerçekleşebilir.

‘‘Ne Anlatsam Eksik’’

Akif Kurtuluş, Mahmut Temizyürek, Melike Uzun ve Necmiye Alpay’ın birbirlerinin kelimelerine dokundukları üçüncü oturum açılıyor. Oturumun adı Barışın Sözcükleri. Akif, barışın hakikatle buluşmak, buluştuktan sonra da hakikâtle yüzleşmek olduğunu söylüyor. Barışın bir toplumsal inşa süreci oldukça anlamlı olabileceğini, çünkü affetmenin olanaksız olduğunu belirtiyor. ‘‘Ben bir erkeğim ve karımdan sürekli özür diliyorum. Ama affetmenin imkânı var mı? Ben affetmeyeceğim ’’ diyor.

Mahmut Temizyürek devam ediyor:‘‘ Affetmek zaten doğu bilgisinde kadınlara verilmiş bir haktır ’’. Mahmut Borges’ten Alper Tunga’dan bahsediyor. Kötücül şiddetin ve öykülerin aynı oluşundan, bir kahramanlık miti olarak Alper Tunga’yı Türkler kendilerine mal etse de aslında Alper Tunga’nın kötüye ve hegemonyaya karşı direnen bir karakter olduğundan bahsediyor. Tarihin dün değil, tam bugün olduğunu unutmamak gerektiğini ekliyor.

Oturuma devam eden Melike Tüzün bir çocukluk anısını anlatıyor. Televizyonda PKK’li bir gerillanın özür diletildiği bir programda direniş sözcüğü dikkatini çekiyor ve babasına ‘‘Neden direniyorlar? ’’ diye sorduğunu anlatıyor. Evde oluşan korkunç sessizlikle bu sorunun sorulamaz olduğu duygusunu içine yerleştirdiğini vurguluyor ve soruyor: Bu sessizliği kırmada edebiyatın rolü nedir? Edebiyatın bu konuda gaddarlığı sömüren felaket edebiyatından farklı bir yol çizmesi gerektiğini anlatıyor. Ankara Katliamı’ndaki Ne Anlatsam Eksik başlıklı bir tanıklıktan bu anlamda çok etkilendiğini anlatıyor.KemalVarol’un Haw ve Akif Kurtuluş’un Ukde romanlarını örnek vererek konuşmasını sonlandırıyor.

Necmiye Alpak Kürtlere karşı uygulanan inkâr ve imha politikalarından, mutlak kötülükten ama tüm bunlara karşı bilim, felsefe ve sanatın barışı anlatmanın yolları olabileceğinden bahsederek konuşmasına başlıyor ve bize etkileyici bir okuma listesi sunuyor. Bu listede kendisinin çocukken başucu kitabı olan Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok (yazar: Erich Maria Remarque; çev: Behcet Necatigil)ve Ahmet Kurtuluşun Ukde romanı, bu romanı tamamladığını düşündüğü Orhan Koçak’ın Ukde hakkındaki makalesi olan Felaket Anlatılabilir mi?,Suzan Samancı’nın Korkunun Irmağında romanı, Sema Kaygusuz’un Kara Duygun kitabı var. Edebiyatın açıkça konuşamadığını ve korku politikasıyla her zaman geri püskürtüldüğünü İranlı Şalman Ruşhdie’yiişaret ederek örnekliyor.

‘‘Bir dönem içinde barış geçen herşey yok sayılıyordu. Şarkılar da öyle...’’

Murat Meriç Müzikli Barış Dersi adlı oturumunu görüntülü bir radyo programına benzeterek konuşmaya başlıyor. Plak üzerinde yazan yazı ve görsellerden şarkı sözlerine, TRT’nin Eurovision’a yollamadığı barış şarkılarından ırkçı savaş şarkılarına, şaşırtıcı detaylarla birlikte kısa bir Türkiye tarihi çiziyor. Bu oturumdan gözlerimiz dolu, içimiz titreyerek çıkıyoruz.

Birinci günün sonunda Küçük Kara Balıklar’ı izliyoruz. Filmin yönetmenleri Ezel Akay, Haluk Önal ve Önder İnce ile sonrasında gerçekleştirilen söyleşide Ezel’den şu ifadeleri duyuyoruz: ‘‘Film bizim için çok gerçek, çok üzücü bir açıdan çocukların açısından karşı tarafı ikna edebileceğimize dair bir umut. Siz bizim dağıtıcılarımızsınız. Bu film sizin için bir araç.’’ Söyleşi sırasında İki Dil Bir Bavul’a ve Bakur’a da değiniliyor ve günü önce müzik sonra belgeselle görsel ve işitsel anlamda da etkilenmiş olarak sonlandırıyoruz.

İlk gün mimarlık amfisinde gerçekleşen ve yoğun geçen seminerler ikinci gün MM-25 amfisinde devam ediyor. Ayşe Betül Çelik, Erol Katırcıoğlu, Yasemin İnceoğlu ve önümüzdeki sayıda konuşması detaylı olarak yer alacak olan Metin Yeğin’den oluşan ilk oturum Barış Deneyimleri yine oldukça heyecanlı geçiyor.

Solfasol ilk canlı yayınını Faruk Bildirici, Burcu Karakaş, Pınar Öğünç ve İrfan Aktan’ın konuşma yaptığı Barış Haberciliği oturumunda gerçekleştiriyor. Oturumda Pınar’ın şu sözleri dikkat çekiyor: ‘‘Tüm enerjimiz olanı aktarma çabasına gidiyor. Gazeteci olarak yeni kavram üretmeye vaktimiz ve enerjimiz kalmıyor.’’ Pınar, barışı duygusal olarak ifade etmenin onun gücünü azaltacağını, barışın somut ve rasyonel bir şey olduğunu ve barışın o rasyonellik içerisinde kararlılıkla anlatılması gerektiğini belirtiyor. Ana akım medya ve alternatif medya kavramlarını anlamamıza yardımcı olan oturumun söyleşi bölümü de oldukça heyecanlı geçiyor.

Sonraki oturum Barışın Gözü oturumu Hafıza Kaydı’nın Ankara’ya 3 Saat, Bugüne 35 Yıl: Kabuk: Bir Çorum Belgeseli isimli belgeselinin ilk gösterimi ile başlıyor. Sonrasında Hafıza Kaydı isimli oluşumdan Sibel Yükler, Esra Dabağcı, Fırat Yumuşak, aynı zamanda belgeselin yönetmeni olan Orhun Bora Çetin ve gazeteci Kelime Ata ile bir söyleşi gerçekleştiriliyor. Söyleşiye belgeselde yer alan, olaylar sırasında alevi mahallesinde oturan müzik öğretmeni de ekleniyor. Kelime, Sivas’ta kendi yerleşim yerindeki alevi mahallesi üzerindeki baskıyı, bunun üzerinden dönen ve olayın öteki yüzünü oluşturan rant gibi ekonomik gerçeklikleri, dün ve bugünü kıyaslayarak anlatıyor: ‘‘Bizim orada alevi olmayan örgütlü sol sayesinde kırım yaşanmadı. Ama bugün o da yok ve yaşanan şeylere bakarak bugün olabileceklerden çok korkuyorum’’ diyerek seminerlerin son gününün son oturumunu sonlandırıyor.

.. .

İki gün süren seminerlerden biraz daha donanımlı, her şeye rağmen umutlu ve ne yapılabileceğine dair düşünceli bir halde ayrılıyoruz. Savaşla başka bir deyişle politik şiddetle karşı karşıyayız. Kurbanlarını yavaş yavaş ya da aniden katleden, dünya üzerinde yer değiştirdikçe şekil değiştiren bir şiddet. Barışı başka bir deyişle insanca yaşama hakkımızı istiyoruz. Bizi mahveden düşmanın varlığı değil onu alt edemeyeceğimiz düşüncesidir (2); şimdi o düşüncenin ağırlığından kurtulalım ve barışın bilgisini birlikte üretmeye kaldığımız yerden devam edelim!

NOTLAR:

1- Bu sözün yazılı olduğu renkli pankartla İstanbul’da gerçekleşen yürüyüşlere sessizce katılan Çıplak Ayaklar’dan alıntıdır.
2- Frederic Jameson’ın Ütopya Denen Arzu isimli kitabından alıntıdır.
3- Konuşmacıları paragraf içlerinde, kelime sınırı nedeniyle, soy isimleri olmaksızın, isimleri ile belirttik.

4- Canlı yayın ve ses kaydı yapılmış olması nedeni ile ikinci gün oturumlarına metinde daha az yer verildi.
5- Etkinliğin video kayıtları ÖED’in (Orta Öğretim Elemanları Derneği) facebook sayfasında paylaşılacaktır.

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış