İyice paklayalım kese derisinde ne varsa alsın, kaç zamandır başı sabun görmedi çocukcağızın.” Büyümek kadınlardan ayrılıp erkekler dünyasına geçmek demekti. Ablamın elini sımsıkı tutup kapıdan içeriye girmeyi bekledim. Yaşlı arap kadın beni görünce homurdanmaya başladı. Yüzünü ekşittiğinde alnındaki ve yanağındaki dövme de hareketleniyor ve onun sözlerine öyle dercesine eşlik ediyordu. Sıcağı sevmiyordum ama bu kapıdan geçme anı içimi eziyor, isteksizliğime bir de bu korku ekleniyordu. İçeriye almayı başarmışlardı ama bu son olsundu, yeter artıktı. “Peki peki” diyen ablamın kabullenişindeki kıvraklığı ve eksiksiz girmeyi başarmanın verdiği rahatlık hamamı ışıltılı hale getirmişti benim için.
Gözlerim yanıyordu. Curundan su dökün diye bağırıyordum. Annem sabırsızlanma diye diretiyordu. Bu çok sıcak dediğimde iyice sinirlenip ablama bakarak “Sen al yıka bunu biraz da, ben iki su döküneyim başım kuru kaldı anam” dedi. Keseye başladığında çok acıtma manasında ablama göz ucuyla kolumu gösterdim. Göbektaşı hıncahınç yaşlı genç şişman zayıf kadınlarla doluydu. Kimi sere serpe uzanmış yanındakiyle dertleşiyor, kimi kendi gücüyle orasını burasını keseleyip temizlenmeye çalışıyordu. Beyaz etlerini peştamalı ile iyice sarmalamış tombulca bir kadın bir köşede esmerce zayıf kemikli bir oğlanı bacaklarının arasına iyice sıkıştırmış sırtına zar zor keseyi vuruyordu. Göz göze geldiğimizde sabun köpüğünden ikimizin de gözleri kızarmış haldeydi. Gülüşmeye başladık. Durduramıyorduk kendimizi, dışarıda olamamanın, bisikletsiz bir gün geçirmenin sinir bozuculuğu iyice belirginleşmişti yüzlerimizde. Çakır rengi gözleri kubbeden süzülen gün ışığının altında ışıl ışıl parlıyordu. İnce kemikleri siyah derisi suyun ve ışığın altında tatlı bir oyuna dönüşüyordu. Temizlenme arzusu ile bu buharlı genişçe salona toplaşan sarkmış memeli kadınlar ya da henüz olgunlaşmamış nice bakir kızlar temizlenerek bir şeylerden kurtulmaya çalışıyorlardı, bizleri de bir şeylerden uzak tutmaya. İnce kemikli kara oğlanın annesinin bacaklarından kurtulup buharların arasından kaybolup gitmesiyle ablamın “şükürler olsun bitti!” diyen sesinin kulağımda çınlaması bir olmuştu. Bornozumun şapkasını da kafama geçirip kızarmış yanaklarımı hissede hissede buharların arasında ben de kayboldum. Kapıyı açıp serinliğe doğru yöneldiğimde esmer çocuğun köşede bir yerde ayakta durmuş elindeki çakıyla nemden yosunlaşmış duvarın üzerinde bir takım şekiller çiziktirdiğini gördüm. Yanına gittiğimde fark edip gülümsedi bana.
- Kızmazlar mı?
- Görmezler ki. Çiziktirmeyi seviyorum.
- Bu yaptığın ne ki?
- Bir köpek ve bir de çocuk... Kaçıyorlar uzaklara... sen de gelmek ister misin? Ama beş lira ha! Ya da bir gazoz alırsan.
Şaşırmıştım. Evet desem gidecek gibiydik. Çok düşünmek için zamanımız olmadığını hissettim. Bornozumun cebini yokladım, parmaklarımın sıcaklığı ve nemi vardı sadece.
- Gelirim.
Yavaş yavaş köpek ve zayıf çelimsiz bir çocuk şekli ortaya çıkmaya başlamıştı. İkinci çizdiği çocuk
ise bendim diye düşündüm. Gözlüklerim vardı. Neden gözlüklü çizdiğini bilmiyorum, şu anda hamamdaydım ve takmıyordum ki.
- Bu ben miyim?
- Evet.
- Köpeğin adı ne peki? - Mars.
Parmakları kıvrak ve çizime yatkındı, sivri uçlu çakısıyla bir ağacın yüzeyini şekillendirir gibi çabucak bitirivermişti. Ansızın kükreyen bir sesle ikimiz de irkildik ve dönüp baktığımızda göbektaşının olduğu bölüme açılan demir kapının önünde arap kadın iki eli belinde duruyordu.
- Nerde bunların anası? Bu duvara resim çiziyorlar hem de bıçakla. Belediyeyle başımızı belaya sokacaklar. Görmüyor musunuz duvardaki resimleri. Bunlar tarihi. Eyvah yetişin a dostlar!
Oradan nasıl kaçtığımızı ve nereye saklandığımızı hiç hatırlamıyorum. Buharların arasında büyüyen gövdesi ve çınlayan sesi yetmişti bize. Ellerim titriyordu. Tek başıma kalmıştım. O yoktu. Sonra ablamın gelip beni aldığını üstümü değiştirdiğini ve sonrasında bana uslu oturmamı tembihlediğini hatırlıyorum. Bir daha onu görmedim. Ne o anda orada ne de dışarıda başka bir yerde. Bu sondu.
Gece rüyamda ormanda Mars ile birlikte üçümüzü kaçarken görmüştüm. Hayatta bulamadıklarımı rüyamda elde etmeye çalıştığım zamanlardı.
Ruh kardeşlerini aradığımız büyük bir ormanda ışıkların gölgesinde ince kemikli bir oğlan vardı. Hepsi o kadar...
İstanbul’a yerleştikten sonra arkadaşımın arabulucu olmasıyla bir iş bulmuş kendime ait bir odada yaşamaya başlamıştım. İşim gereği Ankara’ya sıkça gidip geliyordum. İş dışında Ankara’da hiç dolaşmamıştım. Bu gelişimde fazladan bir gün daha kalmak istedim, işler uzadı demem yeterliydi patrona. Çocukluğumun geçtiği Ulus’a gitmeye karar verdim yorgun olmama rağmen. İtfaiye meydanı çok değişmişti. Hemen ilerisine bir camii yapılmıştı. Ara
sokaklara doğru yürüdüğümde karşıma o eski hamam çıktı. Yenilenmişti, pırıl pırıl duruyordu karşımda. Anıların eskiyip kendine saklanacak yer ararken, anılara ev sahipliği yapan mekanların yaşlanmamış olması garipti. Belki o da benim
gibi kadınlar dünyasından zorla alınıp erkekler dünyasına atılmış ve sonra kendi isteğiyle kadınlar dünyasına geçiş yapmıştı. Temizlenmek için.
Yıkanmaya karar verdim ve içeri girdim. Dışarısının yeniliğine rağmen içerisi hemen hemen aynıydı. İşletme zamana ayak uydurmuş ve kasanın yanına bir de bilgisayar eklenmişti.
Değişen neydi ki neden bu kadar şaşırdın diye kendi kendime içerledim. Sabun ve şampuan istedim. Peştamalımı örtünüp o sıcağa, buharın herkesi eşitleyen eziciliğine uzandım. Buraya tekrar geleceğimi hiç düşünmemiştim. Mümkün olan bütün güzellikler bitmemiş miydi? Göbektaşına uzanıp kubbe tavanın camlarından dışarıya baktım. Hiçbir şey görünmüyordu. Camın yüzeyinden kopan damlalar olsa gerek yüzüme değip oradan mermer zemine ulaşıyordu. Güneş ışığının değdiği yerde buharın hafızası seçilebiliyordu. Değişmeyen, kıvrımlanarak kubbeye doğru ulaşmaya çalışan iradi bir hafıza. Yanımdan geçen yaşlı bir kadın gülümseyerek selam verdi. Ben de hafifçe başımı kaldırarak karşılık verdim. Beyaz etlerini sıkıca sarmış ve temizlenmenin saadetiyle gidiyordu. Ansızın aklıma o gün geldi. Neden bunu hatırlayamamıştım daha önce diye yerindim. Karşıda duran demir kapıyı açıp duvara doğru yöneldim. Kalbim küt küt atıyordu. Bedenimin sarsılmaz hafızası şaşırtmıştı beni, kalbim bu yüzden atıyordu. Ona karşı yeterince mesafe koymak için uğraşmıştım ve şu anda tümüyle teslim olmuştum. İşte duruyordu orda Mars ve gözlüklü çocuk. İkisi de dimdik ayakta. İkinci çocuk belli belirsizdi aslında yok gibiydi, üstü çizilmiş kapatılmıştı. Kendiliğinden mi böyle olmuştu yoksa dışarıda eksilenleri zaman burada da eksiltiyor muydu bilmiyorum. Küçük çocuk köpeği aldı, arkadaşının elini tutup uzaklaştı. Gülümsemek bu duvarın kendisinde vardı, sadece bana yeniden hatırlatıyordu bunu. Ansızın demir kapı açıldı. O sesi duyacağım duygusuyla irkildim. Orta boylu, modaya uygun hamam kıyafetiyle bir kadın “Hanımefendi masaj sıranız geldi” dedi. Demir kapıdan içeri girdim, göbektaşına uzandım. Görevli kadın peştamalımı çıkarıp yere bıraktı usulca, sabunu köpürtüp bacaklarımı ovmaya başladı.
- Gözlüklerinizi çıkaracak mısınız?
- Hayır.
Yorumlar (0)