Ankara Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Erkan İbiş, ikinci rektörlük dönemi için adaylığa karar verince, seçimden neredeyse altı ay önce, yani 2015 yılının son aylarında üniversitenin tüm öğretim üyelerini (elbette tüm bileşenleri olacak değil ya, oy hakkı olanları çağırması yeterliydi) kahvaltılı toplantılara çağırmaya başladı. Haftanın hangi günleri yapıyordu şimdi hatırlamam elbette mümkün değil, ancak ben de akademik titri ve oy hakkı olanbir öğretim elemanı olarak bu toplantılara çağırılmıştım. Daha “Barış İmzacısı” olmamıştık, daha hakkımızda disiplin soruşturması açılmamıştı, daha birileri kanımızda banyo yapmayı arzuladığını ilan etmemişti, daha ülkenin Cumhurbaşkanı hepimizi barış istediğimiz için “karanlık” diye yaftalayıp ülkenin savcılarına “bunların tiz kelleleri vurula!” buyurmamıştı. Bu toplantıların elbette bir seçim kampanyasının başlangıcı olduğunu gayet iyi biliyordum. Başka üniversitelerden gelen haberlere göre, görevdeki rektör, oy almak için tabletten, yurtdışı göreve, dizüstü bilgisayardan, projeye kadar motivasyon unsurlarını kullanıyordu. Maalesef bizim payımıza düşen, kahvaltıda yediğimiz bir simit, içtiğimiz bir kaç bardak çaydan ibaretti. Neyse ki ihraç listeleriyle beraber çıkan KHK’lardan birisiyle bu sorun kökten çözüldü. Rektörler, aday oldukları zaman bu tür sakilliklere başvuramayacaklar artık oy toplamak için. Çok şükür ki “Sayın” Cumhurbaşkanımız, kendisine önerilen bilmem kaç profesör arasından bir hazreti seçip üniversitenin “başına geçirecek”.
Ne o öyle demokrasi, seçim, eğilim yoklaması, vs.? Çok seslilik işte
böyle kakofoni yaratıyor ve her kakofoni de haliyle suistimale açık bir süreci beraberinde getiriyor. Eh, oylanacak olan yeni anayasamız da bu kakofoniye son vermeyecek mi? Daha ne istiyorsunuz? Ülke kurtuluyor, ülke!İçimiz rahatladı. Hoş, “artık bizi ilgilendiren bir şey yok. İçeridekiler düşünsün”, diyemiyor insan. İçeride kalan canlarımız ciğerlerimiz var. Öğrencilerimiz, arkadaşlarımız var.
Neyse uzatmayalım. İbiş’in bu kahvaltıları nereden aklıma geldi diye düşünürken, Hürriyet Ankara’da “Ankara Üniversitesi Gibi Bir Kent Hayal Ediyorum” * başlıklı haber gözüme çarptı. Haberin fotoğrafı, işte benim de katıldığım o toplantı salonunda, tam da benim katıldığım toplantıda oturduğum noktadan çekilmişti. Elbette katılanlara imrenerek baktım.
Zira artık bizi, yani atılmışları kampüsten içeri bile almıyorlar. Çok üzgünüz, çok! Şaka bir yana, elbette üzgünüz. Zira atıldığımız kampüsler bir hapishaneye dönüştü. Ne içeridekiler “gardiyanlara” hesap vermeden dışarı çıkabiliyor, ne de dışarıdan gelen içeri rahat girebiliyor. Güvenlik görevlileri artık, ihraç edilmiş hocaları geçtim, içeride kalan hocalara bile itibar etmiyorlar; bu, gardiyanın suçluya bakışı değil midir? Eğer siz öğrencisinden hocasına, idari personelinden, kantincisine kadar sürekli kriminalize ederseniz, oraya getirilen güvenlik görevlisi de, o güvenlik görevlisinin her an “imdadına çağırılan” polis de tüm kampüs bileşenlerini “terörist” bellemeye, elbette her fırsatta da “anasını bellemeye” başlar.
Haberin başlığı, Sayın İbiş’in cümlesi. Cümle başlığa çıkarılırken, tırnak içine alınmamış elbette. Ismarlama bir halkla ilişkiler haberciliği olduğunu başlığı okur okumaz anlamak hiç zor değil. Burada ana akım basında hakim olan haber türlerinin detayına girecek değilim ama söylemeden geçemeyeceğim: Ismarlama halkla ilişkiler haberciliğine son zamanlarda literatürde“aldatma habercilik” (asparagas değil, fake habercilik) de deniliyor. Genelde özel hastane, özel okul, şirket, yeni piyasaya sürülmüş bir ürün, reklâmla değil de, haberle duyurulur, tanıtılır olmuştur. Bu haberler çoğunlukla, ilgili kurum ya da ürünün ait olduğu şirketin basın ve halkla ilişkiler görevlileri tarafından bizzat yazılarak, basın kuruluşlarına gönderilip yeri satın alınarak oluşturulur. Yani bunlar haber değil, parası bizzat kuruluş tarafından ödenmiş reklâmlardır. Bu reklâmları sakın ola ki haber diye okumayın, yanılırsınız.
İbiş’in, “Hayal”ini anlattığı ve Üniversite’nin pek muteber profesörlerinin de kanaat/şecaat arzettikleri toplantı, hayallerle şikâyetleri anlatıyor. Ancak bu başlığa taşınan hayal, uzun zamandan beri, bizlerin kâbusuna dönüşmüş durumda. Her ne kadar bu kâbus Ankara Üniversitesi’nin başına 2012’den bu yana musallat olmuşsa da Ankara’nın başında yirmi seneden uzun zamandan beri var. Son bir yılda gelinen nokta da elbette sadece Ankara Üniversitesi’yle sınırlı değil. Uzun zamandır, üniversitelerde alkol kullanımının yasaklanmasından başlayıp, “terör” bahane edilerek şenliklerin yasaklanmasına kadar giden bir distopya yaşıyoruz. İktidarın, İbiş benzeri rektörlerin ütopyaları, akademisyenlerin, öğrencilerin distopyalarına dönüşüyor.
Üniversite, sadece öğretim yapılan, bazı bilgilerin yüklenildiği ortamlar mıdır? Bilgiyi – hele de günümüz iletişim koşullarında – her yolla edinmek mümkün. Üniversitenin verdiği sosyalleşmeyi, nefes almayı, yaşamayı, yaşam üzerine birlikte kafa yormayı, içmeyi, sarhoş olmayı, aşık olmayı, terk edilmeyi, üzülmeyi, ağlamayı kısaca, insan olmayı engellediğiniz anda, orada canlı kalmak mümkün olur mu artık? İhraç edildikten bir kaç gün sonra, asık suratlı kamu kuruluşlarında memur olarak çalışmakta olan çok sevdiğim iki öğrencim geldiler kampüse, sıkıntılarını anlattılar.
En sonunda, sanırım bu sıkıntıları anlatmaktan utandıkları bir noktada, “hocam, buraya nefes almaya geliyorduk, sizler gittiniz şimdi biz nerede nefes alacağız?” diye sordular.
Uzun zamandır Ankara koskoca bir hapishaneye dönüşmüş durumda, özgürce var olacak neredeyse tek bir mekân kalmadı, kent bir beton ormanı haline geldi. Ankara Üniversitesi de şu andaki rektörü sayesinde uzunca zamandır içinde nefes almakta güçlük çektiğimiz Ankara’ya benzemiş durumda. Tarihin cilvesi, “İbiş’in Hayali” ile Ankara’nın gerçekliği arasında çok benzerlikler var. Rektör, Cebeci Kampüsü’nde, içindeki yaşam belirtilerini dışarı kusan, içeride kalan son canlı kırıntılarına da böcek muamelesi yaparak sürekli gaz sıktıran, tıpkı Ankara gibi beton bir üniversite gerçekliği yarattı. Bu gerçeklikle, hayal edilen arasında ciddi bir örtüşme var. Ancak bu örtüşmeye razı mı gelinecek, yoksa buna direnilecek mi?
Biz, kentin de üniversitenin de bizi kusmasına izin vermeyeceğimizi ortaya koyduk ve her yeri üniversite yapmaya karar verdik. Tıpkı toprağın üstüne atılan betonun her çatlağından inatla filizlenen otlar gibi. İnatçıyız, ayrık otu gibi, hem istenmeyen, mücadele edilmesi gereken yabancı, hem de şifalı.
*Dileyen bu linkten haberin tümüne bakabilir. Hem de böylece hangi hazretlerin bu halkla ilişkiler faaliyetinin aktif öznesi olduğunu da görmüş olur. http://www. hurriyet.com.tr/ankara-universitesi-gibi-bir-kent-hayal- ediyorum-40390129
Yorumlar (0)