Attık gemiden ağırlık yapan ne varsa. Onlar anlattıkça saçlarımızdan rüzgar geçti; serin, berrak sular ayak bileklerimize değdi. Derinlerde göz hapsinde tuttuğumuz çocukluğumuza göz kırptılar hınzırca. “Haydi!” diyerek hayallerimizin ruhuna cesaret üflediler.
İki insan, bir hayal, eyleme dökmek için bolca cesaret, azalmayan/kırılmayan bir heves.. Biz en iyisi, hikayenin en başına dönelim..
Nico Fransa’da doğup büyür, daha çocukken kafasına koyar Avustralya’ya gitmeyi. Üniversiteyi bitirip hayallerini gerçekleştirmek için yollara düşer. Kanada’dan başlayıp Güney Amerika’da devam eder maceraya; 1,5 yıl boyunca karavanla turlar, çiftliklerde ve inşaatlarda gönüllü işlerde çalışarak hayatını sürdürür.
Gökben’in hikayesi ise, ilkokulda ona Seksen Günde Devr-i Alem kitabını hediye eden ailesi sayesinde başlar. Kitabı okurken önüne koyduğu harita üzerinde ülkeleri birleştirerek kalemiyle gezintiye çıkar. Lisede müdür yardımcısını kandırıp görmek istediği yerlere okul gezileri düzenleyen Gökben, üniversitede dağcılık kulübüyle gezmeye devam eder. Work and Travel programıyla gittiği Amerika’da artık kısa ve kısır gezilerle yetinemeyeceğini anlar ve dünyayı gezmek istediğine karar verir.
“Bir yerlere gidiyorsun ama insanlarla tanışmıyorsun; müzeleri, tarihi yerleri geziyorsun, sonra geri geliyorsun. Bu kadarı yetmiyordu artık, daha detaylı gezmek ve yaşamak gerekiyordu.”
Ankara’ya bir yıllığına çalışmaya gelen Nico’yla Gökben’in tanışması maceranın başlangıcı olur. O bir yıl üç yıla uzar ve mutlu son..Couchsurfing ve Warmshowers organizasyonları ile evlerinde ağırladıkları yabancı bisikletçilerden ilham alırlar ve “neden biz de yapmayalım” diyerek bisikletle bir dünya turu planlamaya başlarlar.
Rota belirleme, ekipman araştırma ve para biriktirmeyle geçen iki yıl sonunda ortaya 4 yılda 4 kıta geçecekleri bir tur planı çıkar. Ciddi bir bisiklet geçmişi olmayan ikili, Haziran 2013’te bir deneme sürüşü için ikinci el bisikletleriyle yola düşer. Ankara’dan çıkıp Kırşehir’den Adana’ya 6,5 günde 400 km yol yaparlar. “Kesinlikle çok güzeldi, ülkemi tanıdım diyebilirim, çünkü detaylı gezdiğinde çok daha farklı hissediyorsun.” dese de Gökben, bisikletlerden ve sırt problemlerinden kaynaklı çok sıkıntılı bir gezi olur bu. Ekipmanın önemini anlayan çift, araştırmalarından ve yabancı bisikletli dostlarından bildikleri yatay (recumbent) bisikleti denemek için Fransa’ya gider. Kiralık yatay bisikletlerle yaptıkları 3 günlük tur “İşte bu!” dedirtir ve karar verilir. Çiçeği burnunda evliler kendilerine Frogs on Wheels adını takar ve yeni insanlarla tanışmak, yeni diller öğrenmek, farklı kültürler keşfetmek, ilginç geleneklere adapte olabilmek ama bunları yaparken illaki basit bir yaşam sürmek arzusuyla Nisan 2014’te pedala basar.
Bir nevi 4 yıllık bir balayı olan turun ilk ayağı, Nico’nun doğum yeri olan Fransa olur. Sonrasında İsviçre, Avusturya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Macaristan ve ardından gezinin en çok sevdikleri kısmı olan Sırbistan, Bosna Hersek, Hırvatistan, Karadağ, Arnavutluk ve Yunanistan’dan geçerek Kasım 2014’te Türkiye’ye ulaşırlar.
8 ay, 223 gün, 13 ülke, 7869 km yol.. 32 kilo makarna, 130 konserve ton balığı, 150 konserve mısır, 32 rulo tuvalet kağıdı.. 9 bot, 1 tır ve 1 otobüs yolculuğu.. Sayamadıkları kadar dağ geçidinden geçerler, farklı ülkelerde Alpler’i takip ederler. Başlarına aksilikler de gelir tabi; 2 bozuk kilometre sayacı, 3 kırık bisiklet dayanağı, 2 kırık zincir, 2 kırık jant
teli, 2 patlak tekerlek, 1 kırık arka far, 1 kırık ayna, delinmiş çanta ve giysiler, sağ salim çıkarıldıktan sonra anı olarak saklanan 2 kene.. Yaşanırken çok can sıkan bu olaylar, şimdi gülerek anlatılan birer anı..
Sunumun bir noktasında başa dönerek, “Peki neden bisiklet?” sorusuyla birlikte, Gökben meselenin özünü şöyle açıklıyor: “Bizim amacımız bir yerden bir yere ulaşmak değil. Oraya ulaşırken neler yaşayacağımız önemli; kültür alışverişinde bulunabileceğimiz insanlar tanımak istiyoruz. Bisiklet de öyle bir ulaşım aracı ki, insanlar doğrudan size geliyor. Ama “Siz turistsiniz, cebiniz para doludur” gözüyle gelmiyorlar. “Yardıma ihtiyacınız var mı, paranız mı yok?” şeklinde iyi niyetle geliyorlar genelde; yani insanlarla tanışmak adına bisiklet çok daha faydalı. Bunun dışında ekonomik tabi, bütçemiz sınırlı, o yüzden maddi bir götürüsü olmayan bisikleti tercih ettik. Fakat en önemli nokta şu; biz temiz bir ulaşım aracı tercih etmek istedik. Kendi hayalimizi yaşarken bunu bir karavanla yapıp arkamızda egzoz gazı bırakarak gitmek istemezdik. Bu kritere uyan araç tabi ki sadece bisiklet olabilirdi.”
Bisiklet severlerin merakını gidermek için yatay bisikletin olumlu-olumsuz yanlarından uzun uzun bahsediyor Gökben. Normal bisiklete kıyasla yüksek fiyatı, büyük boyutu, kısıtlı manevra kabiliyeti ve yokuş tırmanma zorluklarının yanında; düşme halinde sürücü için daha güvenli olduğunu, sürüş farklılığı nedeniyle çalınma ihtimalinin daha düşük olduğunu anlatıyor. Anladığım kadarıyla konforlu oluşu diğer dezavantajlarını sıfırlamış, çünkü 8 ay boyunca hiçbir ağrı hissetmediklerini söylüyorlar.
Sohbet ilerledikçe, aklımızı okumuşçasına harcamalarından bahsetmeye başlıyor Gökben. Harcamalarının yarısı gıdaya gidiyor. Fazla birikimleri olmadığı için genellikle çadırda kalıyorlar. İngilizce “vahşi kamp” dense de, Gökben’in deyişiyle bulduğun
yere kamp kurmaca; tercihen bir yerleşim yerine yakın, ağaç altı, çalı arkası yani neresi uygunsa.. Ayrıca banyo ihtiyacında ücretli kamp alanı, hastayken hostel ya da ağırlamak isteyenlerin bahçeleri ve evlerinde kalıyorlar. Botla ulaşım, sağlık, ekipman, harita, müze/antik kent ziyaretleri dahil harcamalarını günde kişi başı 10 euro ile sınırlı tutuyorlar. Her geçtikleri ülkenin bayrağını alıp bisikletlerine asıyorlar, jest olsun diye.. Bir de gittikleri yerden kendilerine kartpostal atıyorlar, “Sevgili biz..” ile başlayan.
Gökben kaldıkları yerleri anlatırken, Woofing ve Helpx adlarıyla geçen gönüllülük projelerinden de bahsediyor. Sırbistan’da 10 gün kaldıkları bir çiftlikte ahşap ev yapımı, domuz beslemek, koyun otlatmak gibi görevler karşılığında kalacak yer ve üç öğün yemek verilen bu organizasyonlar, hayatlarının dünya turundan sonraki kısmı için de ilham olmuş. Yolun geri kalan kısmında bu tür projelerle deneyim kazanmak istiyorlar. Çoğu kişi gibi benim de aklımdan geçen “Turdan sonra ne yapacaksınız?” sorusuna cevap olarak: “4 yıllık bir turdan dönüp de mühendis olmayacağız. Kendi yağımızda kavrulabileceğimiz minik bir çiftlik yapmak istiyoruz. Tur bittikten sonra beğendiğimiz yere dönüp orada yaşayacağız.” diyorlar.
En çok hatırlarında kalan ülkeler ve ilgilerini çeken yaşantılar sorulduğunda Gökben’in ilk hatırası Sırbistan’dan oluyor. Biraz kişisel bir duygusal yanı da var hikayenin.. Çocukken eşini Bosna’ya savaşa gönderen komşusunun, eşinin temiz çamaşırlarını katlarken ağlayışı içinde yer etmiş Gökben’in. Sırplara karşı duyduğu bilinçsiz korkunun oraya gidene kadar farkında da değilmiş. Duydukları uyarılara aldırmadan Türk bayrağıyla girdikleri Sırbistan’da daha ilk saatlerde karşılaştıkları bir çiftin öğle yemeği daveti, en güzel günlerinden birini yaşatmış Gökben-Nico çiftine. Meğerse maddi durumları oldukça kötü olan bu çift, yurtdışına çıkma heveslerini şehirlerinden geçen gezginleri ağırlayarak gidermeye çalışırmış hep. Krallar gibi ağırlandıkları günün sonunda oradan güzel insanlarla tanışmış ve önyargılardan arınmış olarak ayrılmışlar.
Çek Cumhuriyeti’nin bir köyünde tanıştıkları bir aile ise gerçekten benim de tanışmak isteyeceğim türden. Öğretmen bir çift, yarısı evlatlık 8 çocukları var; değişim programıyla Türkiye’ye gelip giden baba, basit Türkçe kelimeleri biliyor; eşine ve çocuklarına da öğretmiş. Gerisini Gökben’den dinleyelim: “Çocuklarını öyle çılgın yetiştiriyorlar ki.. Mesela çocukların biri 5 yaşındaydı, bir baktım mikrodalga fırında öğle yemeğini hazırlıyor kendisi! Bu kültür bizde asla olmayacak bir şey. Ben o çocuğa “Dur n’apıyorsun, ben yaparım” derdim; öyle gördüm öyle yetiştim, kendi çocuğumu da öyle yetiştirirdim eğer bunun olabileceğini görmeseydim. Çok saygı duydum. Maddi durumları iyi değil, evleri derme çatma ama kitaplarla dolu. Çocuklar çılgın yazarları biliyor, çocuk okumayı yeni öğrenmiş, babası Dostoyevski okutuyor ona. Ders aldıran, ders veren bir aileydi.”
Bisikletli gezginlerimizin bir diğer tatlı anısı, Çek Cumhuriyeti’nde küçük bir şehirde.. Tüfekli aksi bir amca arazisine çadır kurmalarına izin vermediği için bahçesine konuk oldukları ve yine gözlemelerle, sıcak çikolatalarla ağırlandıkları evin oğlunun değişimprogramıyla Fransa’ya gideceğini öğreniyorlar. Bilin bakalım nereye? Nico’nun çok da büyük olmayan şehri Lorient’a.. Aile tedirgin, pek istemiyor oğullarını göndermeyi ama Nico o kadar detaylı anlatıyor ki şehrini, ailenin içi rahatlıyor. Dünya çok da büyük değil sanki ha, ne dersiniz?
Gökben’in ablasından gelen “Hiç vazgeçmeyi düşündünüz mü?” sorusu ve Gökben’in “Cevabı biliyorsun bence.” deyişi salonu güldürüyor. Abla da soruyu değiştirip çifti en çok zorlayan şeyin ne olduğunu merak ediyor. Pes etmeye yaklaştığı tek anı anlatıyor Gökben: “Vazgeçmeyi düşünmedim ama çok zorlandığım bir an oldu Fransa’da. Yazın ortası, çok sıcak bir gündü, hiç gölge yoktu. Çok fazla araba geçiyordu. Tek hatırladığım şey, “Yeter artık, bu ne lan!” diyip bisikleti fırlattım, çok az gölgesi olan bir ağacın altına sığındım. Nico peşimden geldi, beni sakinleştirmeye çalışıyor, onu bile çekecek durumda değilim. Kimse olmasın, köşemde oturayım, hareket etmeyeyim, terlemeyeyim, sıcak olmasın lütfen dediğim bir andı. O anı oturup “whatthehell am i doing here” şarkısını (Radiohead’den Creep olsa gerek) söyleyerek geçirdim. Başka zor anlar da oldu ama pişman olduğum, “ne işim var benim burada” dediğim başka bir an olmadı.”
“İlk başlarda zorlanıyorduk, ilk bir ay kondisyon açısından benim için zordu. Ama sonra baktım; ilk hafta biraz eğimli bir köprüden geçerken korkup, “devrilecek miyim, acaba çıkabilecek miyim?” derken, bir ay sonra 2600 metrelik dağ geçidine çıkıyoruz. Alışıyor insan belli bir süre sonra bütün zorluklara..”
İklim koşullarında yaşadıkları zorlukları anlatıyor Gökben. Kuru eşyaları kalmayan yağmurlu ya da 9 gün banyo yapamadıkları sıcak günlerden ve bir kadın olarak küpelerini özlediğinden dem vuruyor. “Ailemi de çok özledim tabi, yanlış anlaşılmasın.” dediği noktada Gökben’e, salondan genç bir kadın dinleyici böyle bir geziye çıkmak istediğini duyduğunda ailesinin verdiği tepkiyi soruyor. Gökben’in cevabı buralarda büyümüş herkes için tanıdık: “Biz bu işi yaparız dedikten sonra para biriktirdiğimiz iki yıl boyunca annemi alttan alta işledim. Evlenince dünyayı mı gezsek acaba, bisikletle mi yapsak, çadırda da kalsak diye diye alıştırdım fikre. Babamın hayır deme ihtimali vardı.
İşte orada çakallık yapıp milli takım futbol maçının heyecanlı bir anında sordum, “git tabi kızım” cevabını aldım; detayları sonradan verdim bisikletle ve 4 yıl olacak diye. Ama o “evet” ağızdan çıkmıştı bir kere. Şu an babam altına bisiklet verseniz bizim peşimizden gelir, o derece destekliyor bizi.”
Hikaye burada bitmiyor tabi; hatta ikiliye göre yeni başlıyor.. Kasım’dan beri Türkiye’de dinlenip kışın geçmesini bekleyen Gökben ve Nico, Mart ortasında tekrar yollara düşecek. Gürcistan’dan başlayıp Ermenistan, İran, Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan ve Kırgızistan’dan geçip Çin’e ulaşacaklar. Ardından Vietnam, Kamboçya, Laos, Tayland, Malezya, Singapur ve Endonezya ile Asya turunu tamamlayacaklar; bu kısım için 1,5 yıl öngörüyorlar. Sonrasında 6 ay Avustralya, Yeni Zelanda ve 1 yıl boyunca Güney Amerika’da Kolombiya, Ekvador, Peru, Bolivya, Şili, Arjantin ve Uruguay’da pedallayıp 2018 baharında yolculuğu tamamlayacaklar. Rotayla ilgili kendilerini çok kısıtlamıyorlar, çünkü Avrupa ayağında planladıkları iki ülkeye gitmeyip planda olmayan üç ülkeye gitmişler. Tanıştıkları yerel insanların tavsiyelerine uymuşlar, gerisi de yol nereye götürürse işte.. Yolda olmak gezme anlayışlarını da değiştirmiş; yolun başında müzelerde geçirdikleri vakitleri yol ilerledikçe köylerde geçirmeye başlamışlar. Yerel insanlarla temasları giderek yoğunlaşmış; yoldan geçerken köy kahvesinden çağrılmaya, dil bilmeseler de bir şekilde anlaşmaya başlamışlar. Yerel kültürleri ve gelenekleri tanıma merakları nedeniyle en çok yolculuğun bundan sonrası, yani Asya için heyecanlılar.
Söyleşiden sonra fırsat bulup çifte maceranın başladığı yer olan Ankara’yla ilişkilerini sorduğumda Gökben, Ankara’da üniversite okumuş olmanın hayat çizgisini belirlediğinden bahsetti. “Yaptığım her gezinin sonunda döndüğüm yerin Ankara olduğu aklıma geldiğinde içimde hep bir huzur belirir; çünkü burası ait olmayı sevdiğim yer. Şehrin düzeni, insanların birbirine saygısı başka hiçbir şehirle karşılaştırılamayacak düzeyde; özellikle İstanbul’la. Nico da Ankara’yı kasaba olarak tanımlıyor. Ama bunun nedeni küçük ya da gelişmemiş olması değil. Bir kasabada yaşıyormuşçasına herkes birbirinin derdini dinliyor, yardımına koşuyor. Başkasının sorununu kendi sorunuymuşçasına halletmeye çalışıyor. Bu sebeple Ankara insanına çok hayran Nico.”
Ankara’da gözlem ve yorum yapmaya yeterli olacak kadar bisiklet sürmemişler. Ama şu an bisiklet yolu yapılması için gösterilen çabayı destekliyor; “Dilerim yakında huzurla pedallayabileceğimiz bir bisiklet yolumuz olur Ankara’mda” diyor Gökben.
Bisiklete, gezginliğe gönül verenlere, yolda olmayı isteyenlere tavsiyeleri sorulduğunda, herkesin bu konularda olumsuz yorum yapmasından dem vuruyor Gökben. Bu yola baş koyanların, yıkıcı yorumlara kulaklarını tıkamalarını öneriyor; para, iş, kondisyon vb. gerekçelerin halledilebilecek şeyler olduğunu ekleyip, karar verdikten sonra ne olursa olsun hayallerinin peşinden gitmelerini tavsiye ediyor.
Yol hikayelerini takip etmek, soru sormak, destek olmak, moral vermek isteyenler için oldukça kapsamlı bir internet siteleri var; Facebook sayfalarını da aktif olarak kullanıyorlar. (www.frogsonwheels.net, www.facebook.com/FrogsOnWheels.net) Çorbada benim de tuzum olsun diyen olursa, o anda geçtikleri ülkeden kartpostal yollayarak teşekkür ediyorlar.
Akşamın sonunda, arkalarından su dökemedik belki ama uzun süredir tanışıyormuş gibi kucaklaşıp vedalaştık. Bizim için de gezip görmelerini, gördüklerini gelip anlatmalarını istedik. Eminim ki, hepimiz içten içe, bir gün oralarda olmayı diledik.
Sohbetin ardından, şimdi düşünüyorum da; üzerinde bir türlü istediğimiz hayatı kurmayı beceremediğimiz bu mavi gezegen, kurmaya cesaret ettiği hayalin peşinde koşmaktan yorulmayana, güzelliklerini göstermekten çekinmiyor aslında. Koca koca ülkeler bir çocuğun haritasındaki noktalar kadar küçük; koyduğumuz aşılmaz sınırlar da o noktaları birleştiren çizgiler kadar ince ve titrek.. Bana düşen, atlastan o sayfayı yırtmak, katlamak ve kağıttan uçağımı rüzgara bırakmak..
Hem bir kere öğrenince sürmeyi, bir daha unutmuyorduk, değil mi?
Yorumlar (0)