Kendimi bildim bileli sporla ilgilenen, TRT’nin sınırlı sayıda kanalında bulduğu hemen her müsabakayı izleyen, basından spor dünyasını takip eden bir çocuk oldum. Farklı spor dallarının kurallarını, şampiyonalarını, güncel olaylarını bilip öğrenmeden maçları izlemekten keyif almazdım.
Evde babamla futboldan tenise, basketboldan buz patenine, olimpiyatlara kadar envai çeşit spor olayını takip ederken herhangi bir sorun yaşamazdım. Zira tek çocuk olma sıfatıyla “evin hem kızı hem oğlu” olma hakkım vardı. Maçları annemle izlemiyor olmam ayrı bir arıza, ancak yazının devamını kafamda kurguladıkça, tekrara düşmemek adına konuyu irdelemiyorum.
O günlerde babamdan öğrendiğim en önemli şey, her sene “Dört Büyükler” dışında en iyi oynayan Anadolu takımlarını desteklemesiydi. Spor endüstrisinin sadece futbola spor muamelesi yapmasının da temelinde yatan bu “güç ve para” sevdasını -her ne kadar çocukluk arkadaşımın etkisiyle o zamanlar Galatasaray’lı olsam da- böyle aştığımı sanıyorum.
Tabii “bir evin bir kızı” bile olsam, sokağa çıkınca işlerin toz pembe olmadığını söylemeliyim. Bebeklerle de oynadığım dönemlerde, mahalledeki oğlan çocuklarıyla futbol oynama çabalarım tam bir azaba dönüşmüştü. Çok görmüyorum, onlar da çocuktular ve tüm çocuklar gibi gerek kendi bedenlerine, gerekse bir başka cinsin bedenine yabancıydılar. Yine de ben senelerce kambur duracaktım, bombelenmeye başlayan memelerimle bir daha dalga geçmesinler diye...
Bedenimle barışma hikayemi belki bir başka zaman yazarım. Bu yazıda, “Sen kızsın, oynayamazsın” denilerek kaleye konmuş olmamdan bahsetmek daha yerinde.
Kim bilir belki harika bir ön libero ya da forvet olacaktım; röveşata goller atacaktım :) Ofsayt kuralını bildiğim gerçeği ise katiyen sorgulanamaz!!!
...da neden bir kadın, ya da aslında genel olarak neden bir insan, ofsayt kuralını bilmeye bu kadar mecbur olsun ki...
O yıllarda kafama kazınan, çocuk aklımla bile içimde çılgın bir bulantı hissi uyandıran Fanatik gazetesi reklamları vardı. Dört “büyük” takımın taraftarlığı üzerinden kurgulanmış birer pazarlama dehasıydı bu reklamlar... ve ayrıca bugün dozunu artırdıkça artıran o eril düzenin inşasında da büyük pay sahibi...
Doğuştan” fanatik bir oğlan bebeğin penisi illa ki babasının tuttuğu takımın renklerinde olacaktı. Neticede erkek adamın erkek oğlu olur ve fanatizm de babadan oğula geçerdi. “Ailecek” fanatik olmamız için kadının yatakta erkeğin altında yer alması, evin erkeğinin derin derin soluyarak iktidarını en pornografik şekilde duyurması ve kadının tırnaklarını kocasının tuttuğu takımın renklerine boyaması şarttı. Bir kadın nasıl kocasından farklı bir takımı tutardı!!! “Hasta” fanatik bir adam ölüm döşeğinde dahi olsa, kanı yine takımının renklerinde akardı. Zira kan ve ırk çok önemliydi. Tabi maçlarda elinde copuyla pis pis sırıtan polisimiz de “gizli” fanatik olabilirdi. Yeter ki dişinde o iki renk olsun...
Her şey bir “rengini belli etme” meselesiydi daha o günlerde bile... Sadece bugünkü kadar açık sözlü ve fütursuzca ifade edilmiyordu bu...
Tabii milyarlarca doları transferlere harcayacak parası olmayan “ezik, zavallı” Anadolu takımlarının renklerine bürünmeyecektik. Dört büyükler hep oradaydı... Güçlünün yanında olma hastalığına çok daha önce yakalandığımızın resmidir belki de bu reklamlar...
Eril sistemin kendini var etmesi, kadını ikincil hale getirip erkeği üstün kılması için en önemli öğelerden biri olan heteronormatif sistemin etkilerini elbette görüyorduk. Sonuçta bir kadın ve bir erkek tanımlamadan erkeği nasıl daha “üstün (!)” olarak nitelendirebilirdik ki... Seneler içinde “efemine hakem” temalı bir banka reklamında Ferhan Şensoy bile bu tongaya düşmüş görünüyordu. Günümüze dek uzantıları süren eril ve homofobik medya geleneğinin son örneği ise “ilham kaynağı” bir eril küfrün kısaltması olan AMK gazetesidir, ki kendilerini kronik maço ilan ediyorum!
O kadar erilsiniz ki, çocukluğuma bile geri dönmek istediğim zamanlar oluyor...
Derken günler günleri kovaladı ve tam futboldan başka bir gündemimiz olmayacak derken, sevdiğim adıyla Efes Pilsen’in, şimdiki zoraki adıyla Anadolu Efes’in Avrupa başarıları geldi. İnsanımız sonunda basketbolla tanışmıştı. Bolca Amerikalılaştığımız günlere yelken açtık. Artık tribün amigolarından çok daha “havalı” olmak üzere, mola ve devre aralarında boy gösteren “fıstık gibi kızlar” vardı. Zaman içinde diğer spor dallarında da bireysel başarılar geldikçe, futbol -halen “en” olmayı başarsa bile- artık tek değildi.
Tüm bu mesafeler kat edilirken ise, kafamda kimseye sormaya cesaret edemediğim bir soru vardı: Neden kadınlar basketbol liginde bir grup erkek ortaya atlayıp dans etmez, seyirciyi coşturmaz? Evet “ponpon kızlar” gibi bir “ponpon oğlanlar” grubu neden hiç olmadı? Biri bu sorunun cevabını acilen vermeli.
Mevcut sistemin bu kafayı yaşamasını beklemiyorum elbette. Böyle bir şey gerçekleşseydi bile, bu olsa olsa Haka dansı kapsamında tezahür ederdi. Sonuçta ponponlar bizim “ağır ve kaslı abilerimize” ters!!!
Erkeklerin güç göstermesi, koşup smaçlar vurması, arada kadınların çıkıp “güzelliklerini ve estetik danslarını” sergilemesi tam da toplumsal cinsiyet algımızın layığı
değil mi? Ponpon kızların neden tombik olmadığını sormamıza gerek var mı bilemedim şimdi... Neticede kadın, bedeniyle erkeği eğlendirip gaza getirecek bir cinsel meta. Tabi burada yine heteronormatif sistemin ön gördüğü üzere, erkek sadece kadını / kadın bedenini beğenebilir varsayımından yola çıkılmış. Neresinden tutsak elimizde kalır!
Bu arada, kadınların spor yapmaya pek de öyle özendirilmediğini söylemek acımasız olmaz. Teşvik edilsek bile daha çok zarif, estetik, vücudumuzu erkeklerin seyrine uygun kalıplarda tutacak jimnastik, tenis, voleybol, buz pateni gibi alanlara yönlendirildik. Erkek zihniyetler kadınları “seyretmek” istiyordu çünkü... Takım sporlarında kadınlarımızın kazandığı önemli başarıların takdir edilme süreci de erkeklere nazaran çok daha uzun ve meşakkatli oldu.
Bu sisteme göre şekillenen çocuk zihnimde, ponpon oğlan beklentimi sadece kadınlar basketbol ligi ile sınırlı tutmam beklenmedik bir sonuç değildi elbet. Yine de buna dair özeleştirimi vermeden geçmek istemem!
Yorumlar (0)