Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

“Bu Sosyalizm Değil’ Söyleminin Dışladıkları: Öcalan, Geç Marx ve Sosyalizmin Çoğulluğu

“Bu sosyalizm değil” cümlesi yeni değil. Öcalan’ın sosyalizm anlayışı geçmişte de ortodoks Marksistler tarafından eleştirildi. Fakat bugün olan biteni basitçe “teorik bir anlaşmazlık” gibi sunmak mümkün değil. Çünkü bağlam değişti. Bugün farklı olan şu: Bir gerilla hareketi silahlı mücadelenin belirleyici olduğu bir evreden çıkarken açıkça şunu söylüyor: “Biz sosyalistiz. Ama Marksist-Leninist değiliz. Başka bir sosyalizm anlayışımız var.”

“Bu Sosyalizm Değil’ Söyleminin Dışladıkları: Öcalan, Geç Marx ve Sosyalizmin Çoğulluğu

Ve tam bu anda bu siyasal tercihe verilen ilk refleks hakem raporu yazmak oluyor. Sorun tam da burada başlıyor. Çünkü sosyalistlerin böyle bir ana vereceği ilk tepki sevinmek olmalıydı. Gerilla milliyetçiliğe savrulmuyor, tam tersine “biz sosyalistiz” diyor. Üstelik sosyalizmi kentte, kırda, yaşam alanlarında; madenlere, enerji projelerine, yağmaya karşı emek, ekoloji ve kadın özgürlüğü eksenlerinde kuracağını söylüyor. Başka bir deyişle dağ gerillası ekoloji gerillasına, emek gerillasına, kadın özgürlüğü gerillasına dönüşeceğini söylüyor. Komünü savunuyor. Buna sevinmek, “hoş geldiniz” demek gerekmez mi?

Ama yapılan şey bu siyasal yönelimi selamlamak değil; daha baştan “bu sosyalizm değil” diyerek oyun alanının dışına itmek oluyor. Hakem raporu dili burada epistemik şiddete dönüşüyor: “Marksist değil”, “teorik olarak sorunlu.” Oysa asıl teorik sorun şu: Marksizm-Leninizm dışında sosyalizm yok mu? Eğer yoksa, bunu açıkça söylemek gerekir. Ama varsa —ki sosyalizmin tarihi bunun örnekleriyle doludur— o zaman “Marksist-Leninist değilsen sosyalist değilsin” iddiası savunulamaz. Marksist-Leninist olmayan ama sosyalist olan sayısız gelenek ve hareket var.

Meksika’daki Zapatista hareketi, devlet kurmadan; özyönetim, komünal ekonomi, kadın özgürlüğü ve yerel demokrasi üzerinden sosyalist bir yaşam inşa etti. Rojava deneyimi ise devletleşmeden, komünler ve meclisler temelinde ilerleyen bir toplumsal düzen kurdu. Demokratik konfederalizm anlayışı sayesinde Kürtler, Araplar, Süryaniler, Ermeniler ve diğer topluluklar kendi kimlikleriyle siyasal sürece katılabildi. Kadın özgürlüğü bu yapının merkezine yerleştirildi; eşbaşkanlık sistemi, kadın meclisleri ve kadınların karar süreçlerindeki belirleyici rolü, erkek egemenliğinin yeniden üretilmesini engelleyen derin bir toplumsal dönüşüm yarattı. Kadın cinayetlerinin fiilen ortadan kalkması, yalnızca cezalandırmaya dayalı bir sistemden değil, toplumu baştan dönüştüren bir adalet ve yaşam pratiğinden kaynaklandı.

Latin Amerika’da Bolivya ve Ekvador başta olmak üzere yerli-komünal hareketler ise sosyalizmi, müşterekler anlayışı ve doğayla kurdukları ilişkiyle birlikte düşündüler; kendi toplumsal deneyimlerine yaslanan çoğul bir sosyalizm fikri geliştirdiler. Bu örneklerin ortak noktası, sosyalizmi tek bir teoriye ya da devlet formuna indirgemeden, somut mücadeleler ve ihtiyaçlar üzerinden kurmaya çalışmaları. Bugün konuşulan yönelim de bu çoğul sosyalist geleneğin içinde. Bu modeli savunmak ya da benimsemek elbette şart değil; ama bunu bir sosyalizm deneyimi olarak tanımak önemli.

Öte yandan, bu çoğul sosyalist geleneklerin Batılı teorisyenlerine kimse “teorik olarak sorunlu” diyerek kapıyı göstermiyor. Marksistler bu isimleri eleştiriyor; ancak onları sosyalizmin dışına itmeden, farklı bir ekol olarak tanıyor ve tartışmanın parçası olarak kabul ediyor. Bu durumda mesele şu soruda düğümleniyor: Sosyalist olma yetkisi kimde? Öcalan “Marksist-Leninist değilim ama sosyalistim” dediğinde, buna verilen yanıt “o zaman sosyalist değilsin” oluyorsa, burada yapılan şey eleştiri değil; tanıma dayalı bir veto oluyor. Sosyalizm, tarihsel ve çoğul bir gelenek olmaktan çıkarılıp belirli bir doktrinin mülkü haline getiriliyor. Daha önemlisi, bu tutum sol içi kolonyal refleksi yeniden üretiyor.

Bu da bizi yeniden başa getiriyor. “Bu sosyalizm değil” cümlesi bugün teorik bir tespit olarak değil, açık bir politik kapatma hamlesi olarak işliyor. Bu ifade, Kürtlerin ancak ulusal bir hareket olabileceği; sosyalist bir özne olamayacağı ve Kürt önderliğinin teorik üretim kapasitesine sahip olmadığı varsayımını yeniden üretiyor. Oysa gerçek çok açık: Kürtler sosyalist olabiliyor, sosyalizmi dönüştürebiliyor ve bunu silahlı mücadelenin sona erdiği bir eşikte bilinçli bir siyasal yönelim olarak ifade ediyorlar.

Üstelik bu sosyalizm anlayışı bugün dünya solunun yürüttüğü teorik-politik tartışmaların tam merkezinde yer alıyor. Marx’ın geç dönem yazılarına yönelen okumalar; komünal formlar, sömürgecilik ve çoklu tarihsel gelişme yolları üzerinden sosyalizmi tekil bir devlet modeli ya da çizgisel bir tarih anlayışıyla sınırlamayan bir perspektif açıyor. Özellikle Kevin B. Anderson’ın The Late Marx’s Revolutionary Roads: Colonialism, Gender, and Indigenous Communism (Geç Marx’ın Devrimci Yolları: Sömürgecilik, Toplumsal Cinsiyet ve Yerli Komünizm (2025) adlı çalışması, Marx’ın son on yılında Avrupa-dışı toplumlara, yerli komünal yapılara ve toplumsal yeniden üretim meselelerine artan ilgisini, devrimci dönüşümün kurucu bir zemini olarak ele alıyor. Marx bu dönemde Hindistan, Cezayir, Latin Amerika, Endonezya, Rusya ve yerli Amerikan toplumları üzerine ayrıntılı çalışmalar yapıyor; bu toplumları farklı tarihsel mantıklara sahip özgül toplumsal formasyonlar olarak inceliyor. Sömürgeciliği ilerletici değil, komünal ilişkileri, toplumsal dokuları ve yerel direniş kapasitesini tahrip eden şiddet biçimleri olarak analiz ediyor. Bu şiddetin ekonomik olduğu kadar toplumsal ve cinsiyetlendirilmiş olduğunu da vurguluyor.

Anderson ayrıca, Marx’ın geç döneminde toplumsal cinsiyet ilişkilerine daha karmaşık ve tarihsel olarak farklılaşmış bir gözle baktığını ortaya koyuyor. Kadınların toplumsal gücünün farklı tarihsel ve coğrafi bağlamlarda aldığı biçimler, devrim ve özgürleşme düşüncesinin parçası hâline geliyor. Bu çalışmalarda Marx’ın devlet fikriyle kurduğu mesafe de belirginleşiyor. Yerli komünal örgütlenmeler, sosyalizmin zorunlu olarak devletçi bir form almak zorunda olmadığını gösteren tarihsel örnekler olarak ele alınıyor. Dolayısıyla genç Marx’ı Hegelci filozof, olgun Marx’ı siyasal iktisatçı olarak düşünürsek, bu çalışma sayesinde geç Marx’ı (“Üçüncü Marx”ı) günümüz sorunlarıyla güçlü biçimde temas eden bir Marx olarak tartışmak önemli hale geliyor.

Bu hattın Öcalan’ın paradigmasıyla kurduğu ilişki açık. Geç Marx etrafında gelişen; sömürgecilik, komün ve toplumsal yeniden üretim üzerine yoğunlaşan Marksist çalışmalar, Öcalan’ın paradigmasının temas ettiği teorik zemin ile ortak bir problematik oluşturuyor. Ancak bütün bu teorik tartışmaları gerçekten yürütebilmek için önce şu varsayımdan vazgeçmek gerek: Sosyalist olma hakkının belirli bir doktrinin ya da öznenin tekelinde olduğu iddiası. “Bu sosyalizm değil” demek, yalnızca bu iktidar iddiasını yeniden üretmenin bir yolu olarak işlemiyor; aynı zamanda günümüz sosyalizmlerinin en canlı teorik tartışmalarını görünmez kılıyor.

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış