İlk şaşkınlığım, YÖK’ün ders programına koyduğu Atatürk İlke ve İnkılapları dersinin vize sınavından benim gibi okula çok yüksek puanla girmiş bir öğrenci için hayal kırıklığı olan bir not almamdı... Dersin hocası Eser Köker o zaman çok genç bir yardımcı doçentti. Lisede çalışmadan geçilen bir ders olarak bildiğim İnkılap Tarihi’nin öyle savaşlardan, zaferlerden ve itilaf devletlerinin hain emellerinden ibaret bir şey olmadığını, o vize sınavından aldığım 40’ın yarattığı şaşkınlıkla idrak ettim diyebilirim. İçimden şöyle bir şey geçirdiğimi hatırlıyorum: “Hımm, demek ki böyle olmuyor, hocanın verdiği kaynak kitapları okumam gerekir...” Ardından, bir sonraki sınavda verdiğim kâğıttan beni tanıyan Eser hocanın kim bu Ülkü Çadırcı diye sormasıyla başlayan öğrenci-hoca ilişkimizin
bir tür akademik ebeveynliğe dönüşerek bugüne kadar gelmesi... Ahmet Taner Kışlalı’nın hayranlıkla izlediğim Siyaset Bilimi dersleri... Vize sınavında 70 aldığım için itiraz edip öğrenci işleri personelini hayretler içinde bıraktığım Mümtaz Soysal’ın Anayasa Hukuku dersi... Siyasi Tarih, Kamuoyu, Siyasal İletişim, Siyaset Sosyolojisi, Sosyal Politika... Bambaşka bir dünyanın kapısını aralayan, 12 Eylül sonrasına rast gelen ilk gençliğimin yanı sıra, okuduğum özel okulun da katkısıyla oluşan apolitik dünyamda yeni pencereler açan dersler... Cebeci’yi bugün olduğu gibi o günlerde de Cebeci yapan hocaların dersleri... Hayranlıkla, coşkuyla, ufacık bilgi kırıntılarına bile büyük bir açlık duyarak, hiçbir şeyi kaçırmamak için en ön sırada oturup pür dikkat dinlediğim dersler... Bir yandan da yeni öğrendiğimiz analog fotoğrafçılığı deneyimlemek için Ankara’nın sokaklarını arşınlamak, Kale’nin steril orta sınıf hayatımızdan çok uzak evrenini keşfetmek; vizyona yeni giren tek bir filmi kaçırmamak; öğrenciye indirimli ve ucuz olduğu için tercih ettiğimiz Devlet Tiyatroları’nda gösterilen tüm oyunları izlemek; Oğuz Onaran’ın verdiği Klasik Müzik Tarihi dersinde öğrendiğimiz klasik müzik dinleyiciliğini pratik etmek için, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın cumartesi sabahı konserlerini eski salonun merdivenlerine oturarak dinlemek... Dershaneden arkadaşlarla Sakarya Caddesi’nde Nazlı Eray’ın sahibi olduğu Tokay İşhanı’ndaki küçük bir odada İzlek dergisini çıkarmamız...
Basın Yayın Yüksek Okulu öğrenciliği böyle bir şeydi benim için... En güzel yıllarım böyle geçti diyebilirim. Son senemizde okulun adı değişip İletişim Fakültesi olduğunda, bunun benim hayatımı kökten biçimde etkileyecek bir gelişme olduğunu bilmiyordum
henüz. Yüksek okulun fakülteye dönüşmesi, aynı zamanda çok sayıda yeni kadro tahsis edilmesi anlamına da geliyormuş. Okulu dereceyle bitirmemin üzerinden birkaç ay geçmeden, hem Kişilerarası İletişim Anabilim Dalı’nda hem de Halkla İlişkiler Anabilim Dalı’nda açılan sınavı kazanmış, Halkla İlişkiler Anabilim Dalı’nı benim gibi her iki Anabilim Dalı’ndan açılan sınava giren ancak yalnızca bu Anabilim Dalı’nın sınavını kazanan ve mülakata ikinci sırada giren arkadaşıma bırakarak Kişilerarası İletişim Anabilim Dalı’nı seçmiştim. (Bu ayrıntıyı vermemin nedeni, şimdi o arkadaşımın, 686 no’lu KHK ile ihraç edilmemin ardından başvuracağı profesör kadrosunun Kişilerarası İletişim Anabilim Dalı’ndan benden boşalan kadronun yerine ilan edilmesini istemesi. Buna ister OHAL fırsatçılığı, isterse kaderin bir cilvesi deyin). Böylece mezun olduğumda ayrılacağım için çok üzüldüğüm Cebeci’den ayrılmamanın bir yolunu bulmuş gibiydim... Her ne kadar yüksek lisans için ODTÜ Siyaset Bilimi’ne, doktora için ise SBF’ye gitmiş olsam da, ait olduğum yer, kendime kimi zaman el yordamıyla, kimi zaman sezgilerime güvenerek, kimi zaman ise hayranlık beslediğim hocalarımı takip ederek bir yol çizmeye çalıştığım İletişim Fakültesi’ydi. Eser hocayla dostluk, hayranlık, şefkat ve saygı üzerine kurulu ilişkimizin akademik yol arkadaşlığına dönüşmesi de bu Fakülte’nin hafta sonları yeterince ısıtılmayan odalarında, kendimizi kaybedercesine ürettiğimiz, silip yeniden yazdığımız, tartıştığımız, güldüğümüz, kimi zaman günde sekiz saati bulan çalışmalarımızla olgunlaştı. Eser Köker, benim için sadece Türkiye’de nasıl adlandırılacağı bile henüz netleşmemişken “müzakereci demokrasi” üzerine doktora tezi yazmamı sağlayan ileri görüşlü bir tez danışmanı olmadı. Herkes için eşit, adil, demokratik bir dünya hayal edebilmenin akademik patikalarını gösterdi... Ayrımcılığın bir derse konu olabileceği fikri de ona aitti. Sevilay Çelenk, Beybin Kejanlıoğlu, Gülseren Adaklı ve Mine Gencel Bek’le beraber İletişim Fakültesi’nin ders programında okutulması için Ayrımcılığa Karşı Dersler adlı bir ders önermemiz böyle gelişti. Bu ders, Hrant Dink’in katledilmesinin ardından medyanın yaygınlaştırdığı nefret söylemi ile bu cinayete giden yoldaki sorumluluğunu gözler önüne sermek ve geleceğin medya çalışanları olacak öğrencilerimizin farklı etnik, dinsel, kültürel kesimlerden hak savunucularıyla, ayrımcılığa maruz kalan azınlıkların temsilcileriyle, ayrımcılık üzerine çalışmalar yapan farklı disiplinlerden akademisyenlerle, gazetecilerle bir araya gelerek ayrımcılığa ve ırkçılığa karşı bir duruş geliştirebilmelerine yardımcı olmak üzere programa konulmuştu. 7 Şubat tarihli Kanun Hükmünde Kararname ile ihraç edildiğim 2017
yılının Bahar Döneminde onuncu senesine girecekti. İhracımla birlikte, İletişim Fakültesi’nin lisans, yüksek lisans ve doktora programlarında okuttuğum seçmeli dersler de programdan kaldırılarak ihraç edilmiş oldular. Bunların arasında son üç yıldır üstlendiğim ve bunca yıldır verdiğim ve İlef ders programına kattığımbütün dersler içinde çok ayrı bir yeri olan Ayrımcılığa Karşı Dersler de vardı... Ayrımcılığa Karşı Dersler, her haftasında benim de yeni bir şeyler öğrenebildiğim, gündelik hayatımıza sinmiş, daha önce hiç fark etmediğim ya da üzerine düşünmediğim ayrımcılıkların farkına varıp üzüldüğüm, dönüştüğüm ve dersi alan her bir öğrencimin de dönem sonunda ne kadar değiştiğini fark edebildiğim, çok özel bir dersti... Bir imza attığım ve imzamın arkasında durduğum için ihraç edildiğimde “yine de buna değdi” diyebileceğim türden... Üniversiteye girdiğim 1989 yılından başlayarak, doktoram sırasında Paris’te bulunduğum bir yıla yakın süreyi ve 2011-2013 yılları arasında İzmir’de bir kısmını Ege Üniversitesi’nde geçirdiğim zamanı dışarıda bırakırsak 25 yılımın Cebeci kampüsünde geçtiğini söyleyebilirim... Cebeci’ye bahar geldiğinde yalnızca kampüs çiçeklenmez... Derslikler boşalır, öğrencilere de bahar gelir... Dersler bahçeye taşınır... Birkaç yıldır oturduğum Oran’dan Cebeci’ye giderken geçtiğim Ankara’nın en uzun sokağı Başçavuş Sokağı önce erguvanlara, sonra güllere ve yaz başlarında da mor salkımlara bürünür... Başçavuş Sokak’tan çıkınca İncesu’dan Kurtuluş’un arka sokaklarına geçilir arabayla trafiğe takılmamak için... Dükkân önlerine sandalyeler atılır baharda... Belki yirmi üç yıl önce oturduğum aynı mahalle değildir, ama yine de “mahalle”dir Cebeci. Kampüste ise kekremsi bir hava... Kediler ve köpekler kapı önlerinde dinleniyordur yine... Cebeci’den benim gibi “Bu Suça Ortak Olmayacağız” adlı bildiriyi imzaladığı için ihraç edilen arkadaşlarımın sayısı 66. Sadece İletişim Fakültesi’nden ihraç edilen 22 kişi var. Bunlarla birlikte hocasız kalan ders sayısı da, danışmansız kalan tez sayısı da 100’e yakın. Kampüse girişimiz yasaklanmış... İsmimize gelen kargolar üzerine “KHK ile ihraç” damgası basılarak iade ediliyor. Emir gelmiş. Bütün bunlar olurken dekanlar ya da vekil dekanlar işlerine devam ediyorlar... En önemli uğraşlarından birisi boşalan odaların nasıl ve kime tahsis edileceği... Bizlerden boşalan kadrolara kimin nasıl geleceği konuşuluyor; ihraçların ardından istifa eden dekan yok; istifa eden dekan yardımcılarının yerine ise yenileri aday oluyor ve atanıyor... Bu başarılarını parti yaparak kutluyorlar... Hayat akıp gidiyor. Öğrenciler sınavlara giriyorlar. Bizler ise, birbirimizi daha iyi tanıma şansına kavuştuk. Belki yıllardan beri hiç olmadığı kadar çok vakit geçiriyorum Kızılay’da. İhraç edilen hocalarla birlikte dersler de kampüslerin dışına taştı. Ankara Dayanışma Akademisi’nin dersleri Kızılay’daki kafelerde, salonlarda gerçekleştiriliyor. Ayrımcılığa Karşı Dersler de Kızılay’da. Ne güzel olmuş Kızılay diye içimden geçiriyorum. Simit sarayları kapanmış, iyi olmuş. Bütün baskıya, şiddete, korkuya rağmen insanlar sokaklarda, kafelerde...
Yorumlar (0)