Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

"Çok özlemişiz..." Ensemble Galatia ile Yeniden ...

Ensemble Galatia 4 yıla yakın bir aradan sonra 25 Kasım 2018 tarihinde eskiyeni’de (eskiyeni'nin 10. yılı konserleri kapsamında) sahneye çıktı. Solfasol’den bir grup büyük bir keyifle konseri dinledik. Konser sonrasında da okuyacağınız bu söyleşi için grup üyelerinden söz aldık. Grubun provası öncesinde Kaan Bahadır’ın evindeki güzel sohbetimizde Ankara dışında olan grubun solisti Gökçe Okullu ve hasta olduğu için provada olmayan grubun perküsyoncusu Nevin Şahin aramızda değildi ama onların bol bol kulaklarını çınlattık. İşte Kaan Bahadır, Selçuk Dalar, Serkan Özçifci ve Gökhan Bulut ile keyifli sohbetimiz.

"Çok özlemişiz..." Ensemble Galatia ile Yeniden ...

Ceren: Öncelikle teşekkür ediyoruz. Grup hakkında birazcık ön bilgi alarak başlayalım sohbetimize.

Kaan: 2003’te ilk defa bir arşiv çalışmasıyla başladı. İlk başlarda hem Kelt hem de Ortaçağ müziklerini beraber çalıyorduk. Giderek daha çok yazılı kaynaklara kaymaya başlayınca sözel gelenekle aktarılmış Keltik parçaları dışarda bırakıp yeni
bir repertuvar yaptık. Yaklaşık on senedir ağırlıklı olarak yazılı kaynak çalışıyorduk. Son konserimiz 15. yıl temalı olduğu için bu konserde ilk beş yılın da bir takım parçaları vardı.

Ceren: Ensemble Galatia isminiz... Bu Galatia ismi nerden geliyor, biraz bize açabilir misiniz? Hani hep Galata Kulesi’ni ve İstanbul’u akla getiriyor ama farklı bir anlamı da var.

Kaan: Aslında İstanbul’daki Galata’nın da galiba kökeni Galatlardan geliyor. Galatlar bir Kelt kavmi ve bunlar Ankara ve çevresine yerleşiyorlar. Buranın eski ismi yani Roma İmparatorluğu zamanındaki ismi Galatia, bu coğrafyanın, İç Anadolu’nun. Biz de o yüzden Galatia olsun istedik ismimiz.

Ceren: Peki Ankaralı bir grup olmak nasıl bir şey? Selçuk: Aramızda Ankaralı yok aslında.

Kaan: Başladığımızda çok Ankaralıydık, yani herkes Ankara’da yaşıyordu. Ama şu anda grubun neredeyse yarısı Ankara dışında. Gökhan beş senedir Amerika’da. Gökçe iki senedir İzmir’de yaşıyor. Nevin, de artık İstanbul’da çalışıyor. İstanbul'da ya da yolda olmadığı zamanlar bizimle beraber çalışıyor, sağ olsun. Yani ben, Serkan ve Selçuk kaldık Ankara’da.

S: Ankaralı olmanın şöyle bir tarafı var: İstanbul’da hayat çok hızlı, her şey hızlı akıyor, üretilen şey hızlı bitiyor, hızla tüketiliyor. Ankara’da böyle değil. Ankara yaptığınız işin uzun uzun olgunlaşmasına izin veriyor. En azından eskiden böyleydi. Artık hiçbir şey olmuyor da...

Ceren: Neden olmuyor peki, oradan da devam edelim.

Selçuk: Çünkü artık o müziği üretip de sunabileceğiniz yerler o kadar azaldı ki.... Onu sunabildiğinizde onu bekleyen, talep eden insan da çok azalmaya başladı, maalesef. İstanbul’da çok insan var evet illa ki bir şeyler karşılık buluyor ama Ankara'nın izleyicisi farklı. eskisinden daha az belki ama farklı. Dediğim gibi bir şeyin olgunlaşmasına izin veren bir kent burası. Ağır ağır oluşabiliyor. Pek çok da örneği var aslında Yeni Türkü gibi mesela.

"Galatlar bir Kelt kavmi ve bunlar Ankara ve çevresine yerleşiyorlar. Buranın, kabaca İç Anadolu'nun

eski ismi yani Roma İmparatorluğu zamanındaki ismi Galatia. Biz de o yüzden Galatia olsun istedik ismimiz."

Olgunlaştıktan sonra İstanbul’da yer bulmuş, hayat bulmuş işler. O anlamda, belki İstanbul’da bu kadar uzun süre sürer miydi, sürdürebilir miydik, ben
çok emin olamıyorum. Başka bir şeye evrilebilirdi mesela orada çok daha hızlı, olumlu bir şey olur muydu bilmiyorum ama.

Gökhan: Belki de bu kadar yavaş gitmezdi de yani işte 15 yılda bir albüm yapmak yerine üç albüm yapmış olabilirdik belki hiçbir şey yapmamış da olabilirdik.

Selçuk: Çok daha hızlı tükenebilirdi.

Gökhan: Ankara’nın öylesi bir şeyi vardır ya iyi müzisyenler hep İstanbul’a gider çünkü Ankara’da müzisyenler hep çok çalışır. İstanbul’un o hızlı yaşantısı vs. Şimdi ben biraz keserek söylüyorum da. O yüzden Ankara’dan sürekli iyi müzisyenler çıkar. Belki biz de İstanbul’da falan olsaydık o kadar da üzerine yoğunlaşamayacaktık belki bambaşka hayatlarımız olacaktı. Ankara’nın o güzelliği var daha yavaş, sindire sindire yaşıyorsun, daha samimi yaşıyorsun. Yaptığın şeylerin demlenmesi için vakit bulabiliyorsun.

Ceren: Artık dışardan gözlemleyen biri olarak Ankara’nın ne ifade ettiğini kafanızda daha da netleştirmiş olabilir misiniz acaba?

Gökhan: O keşmekeş içerisinde yaşamayınca insanlarla iletişimin, arkadaşlığın sonrasında dostluğun çok daha ileri boyutlara geçiyor. Ben mesela gruba katılmamın sebebi olarak Selçuk’a çok teşekkür ediyorum çünkü Ankara’da olmasaydı muhtemelen biz Selçuk’la bu kadar samimi arkadaşlığımızı yürütemeyecektik, dostluğa dönüşmeyecekti, ben Ensemble Galatia’nın bir parçası olmayacaktım. Her ne kadar ben yurtdışında yaşasam da her zaman grubun bir parçasıyım. Ensemble Galatia’yı öncelikle bir arada tutan şey birbirimize olan koşulsuz sevgimiz. Sanırım bunun en büyük kaynağı da Ankara’da olmak. Çünkü insana ihtiyacımız var, her daim insana ihtiyacımız var. Öbür taraflarda belki bu ilişkiyi kuramayacaktık özetle.

Ceren: Ortaçağ müziği yapmak çok örneği olan bir tarz değil. En azından bizim ülkemizde yok.

Gökhan: Sadece Ankara’da değil herhalde Türkiye’de örneği yok.

Kaan: Türkiye'de çalıştığımız dönem üzerine icrada bulunan başka bir grup yok.

Ceren: Bu yazılı, sözlü metinleri bir müziğe dökmek nasıl bir duygu? Nasıl yapılıyor?

Kaan: Aslında yapılmış örneklere bakıyoruz.
Direkt olarak el yazmasından adapte ettiğimiz çok az parça var. Genelde ilk önce bir duyuyoruz parçaları. Çünkü elyazması okumak biraz uzmanlık isteyen bir şey ve aramızda herkes yapamıyor. Mesela sadece sanırım Serkan okuyabiliyor neume notasyonunu biraz da ben ve Selçuk... Ama ağırlıklı olarak o tür işleri Serkan’a yıkıyoruz çünkü kendisi müzikolog.

repertuvarın yaşayan bir repertuvar olmaması.
Yani kaynaklara nasıl ulaşacağız, o kaynakları nasıl yorumlayacağız, bu kaynakları nasıl yorumlamışlar... Bunların bir sürü süzgeçten geçmesi lazım ve o çok derin bir kültür-müzik birikimi, müzik bilgisi istiyor. Bu çok zor. Bitmek bilmeyen okuma-deneme süreçleri demek bu. Üçüncüsü enstrümanlarımız yaşayan enstrümanlar değil. İşte bunların tekrar yapılması... Dönem bize pek yardımcı olmuyor müzik bilgisi hakkında. Enstrümanları tanıtan bir takım yazmalar var fakat birincisi bunları yazanlar müzisyen değil, çoğunlukla gezginler... Mesela bizim topraklarımızda da bu böyle. Yani müziği bilen kimseler değil. Bir müzisyenin ihtiyaç duyduğu bilgilerin ne olduğunu düşünüp ona göre yazmıyorlar onu. Yarım yamalak bilgi kırıntıları var. Mesela şöyle; bir enstrümanının nasıl tınladığını anlamak için Ortaçağ Fransa’sından romanlar okumak zorunda kalıyoruz biz.

hep inanılmaz derin hesaplar... Dinleyiciyle ilgili sorunlar da var. Dinleyiciyi bilgilendirme görevi yine bize düşüyor.

Ceren: Yaşamayan bir müziği özellikle mi tercih ettiniz? Yani nasıl çıktı ortaya?

Serkan: Hepimiz satılan enstrümanları kullanarak başladık bu işe. Sonra buna döndü. İki türlü söyleyebilirim. Müzik, zaman makinası... Koku gibi. Hemen ordasınız, aracısız, anında. Birincisi bu müzik bizi çok tuhaf yerlere götürüyor. Bir kere o yüzden icra ediyoruz. Gitarın götürmediği, baterinin götürmediği bir yerlere çağırıyor bu müzik: At nalları duyuyorsunuz, kılıç şakırtıları duyuyorsunuz... Kan, ter kokuyor falan... Taş duvarların soğukluğu var. Bir kere o tarafa götürüyor. Ortaçağ deyince kesinlikle loş bir ortam. Rengi ve tonu var her müziğin. Ben o rengiGökhan: Ama bu zaten yoruma dayalı şeyler, orada okuduklarımız da. Onu yorumlayıp da bir sese, müziğe dönüştürmek de bambaşka bir şey.

Selçuk: O dönemi, nasıl hayal ettiğiniz, belli şartları, müziğin sınırlayan koşulları, enstrümanlarınızın sınırlandırdıkları... Bazen sınırlar gittikçe darlıyor ve bu sınırlar içinden yaptığınız şey ağır ağır oluşmaya, ortaya çıkmaya başlıyor. Ortaya bir şey çıkıyor tabi ama en başta hayal ettiğiniz şey mi çıkıyor, o da ayrı konu...

Tek bir seviyede zorluğu olan bir iş değil. Birincisi
ne tür yaparsanız yapın grup müziği yapıyorsunuz. Bu şu demektir 6 tane kafa var bizim grup için: 6 farklı beklenti, 6 farklı sound, 6 farklı düzenleme, enstrümantasyon, tempo, yorum... Yani bu en temel zorluk aslında. Biz bir müzikal direktör önderliğinde müzik yapan bir grup değiliz. Dolayısıyla düzenleme bu olacak, sen burada gireceksin, sen bunu çalacaksın gibi bir yapımız yok bizim. Son derece demokratik, bol çene çalmalı... O yüzden de... Tabii her demokratik süreç gibi çok da zaman alan bir şey bizde bir parçanın ortaya çıkması. Zaten bir kere en temel zorluk bu: Grup müziği yapmak. İkincisi

Ceren: Güzel bir keşif aslında, değil mi?

Serkan: Tabii ki. Bir de sağ olsun akademisyenler okuyor bunları bizim yerimize. Biz makaleleri okuyoruz kısa yoldan. Şimdi çalgıların yapım tekniği, kullandığı teller, akort sistemleri bugün bunlar üzerine biz düşünmüyoruz bile; çok standart, çalgı fabrikaları var. Bu ayarda kullan, bu teli tak diyor. Nerde böyle lüksler bizim enstrümanlar için. Bu başka bir zorluğu... İcra edildiği ortam... Yani müzik, yaratanı var, bestecisi veya icracısı, aktarıldığı ortam var bir de bunun alıcısı var. Biz icra kısmındayız sadece. İşte

bunun aktarıldığı ortam nasıl olmalı? Otantik icra diye bir hayalin peşinden koşuyoruz ya biz eski dönem müziği yapanlar. Bu sadece Ortaçağ değil, Rönesans, Barok için de geçerli... Dönem enstrümanları belli salonlarda çalınmak üzere tasarlanmış sazlar bunlar. Örneğin stadyumlar ya da büyük salonlar için değil bunlar. O ortamda nasıl tepki veriyordu? Aslında nasıl tınlıyordu bu müzik? Ortamın önemi... Şu an barda, konser salonlarında çalıyoruz yani aslında bağlamından kopartıp başka yerlere yerleştiriyoruz biz bunları. Bu müziğe ne katıyor, ne götürüyor? Bunlar seviyorum. O loşluğunu seviyorum mum ışığının. Ve o mum ışığının büyük tavanlardaki o gölgesini seviyorum.

Kaan: Her müzik, aslına bakarsanız, yapıldığı çağın algısıyla çok paraleldir. Yani bugün bizim hakikaten garipseyebileceğimiz, referansları çok farklı olan bir varoluş dönemi Ortaçağ. Bugün bizim inandığımız, bildiğimiz, güvendiğimiz hemen hemen hiçbir şey o dönemde geçerli değil. Bilim dediğimiz şey mesela ya da varsa bile son derece sınırlı, onun yerine inanç var. Yani insanların inanç üzerine yaşadıkları bir dönem büyük oranda. Avrupa özelinde Ortaçağ’ı şöyle görüyorum: Batı Roma yıkıldıktan sonra Avrupa’nın çok derin ve uzun hayal kırıklığı.... Ondandır ki referanslar iki yere gidiyor. Biri Tanrı’ya gidiyor Hristiyanlık üzerinden, diğeri de geçmişe Roma’ya gidiyor. Hep bir görkemli dönemin canlandırılması hayali var. Mesela İspanya sarayında hala insanlar Roma hukukunu canlandırmaya çalışıyor. Çünkü hakikaten daha ileri bir hukuk, barbar Gothların

ya da engizisyon hukukundan çok daha elit, son derece iyi işlenmiş bir hukuk. Aynı şekilde sanatın, mimarinin referanslarının hep geriye,Antik Yunan'a ve Roma'ya doğru olduğunu görüyoruz. Böyle bir dönem herhalde dünyada çok az yaşanmıştır; tüm referansın ileri değil geriye olduğu bir dönem. Başka bir insanlık biçimi var, başka bir insanlık hayali var. Dolayısıyla müzik de bütün bunlardan bağımsız değil. Müzikte de tüm bunların yansımalarını görebiliyoruz.

Selçuk: Öteki taraftan Ortaçağ’ın beslendiği ikinci bir şey de mitoloji. Oradaki her bir hükümdar, güç sahibi olan herkes kendini bu mitsel imgelerle ilahlaştırıyor tebaasına karşı. O yüzden de her şeyin içinde bu mitolojik göndermeler var. Bunun yanı sıra Endülüs sonrasında yükselen bir Hristiyanlık var Avrupa’da. Ayrıca hareket etmek çok rahat. Öyle olunca da bölgeler ve kültürler birbirleri ile alışveriş ediyorlar, sürekli. O yüzden de zenginlik var. İsteyen enstrümanını alıp bir sürü yolla seyahat ediyor. O yüzden de, ekseriyetle o dönem, müzik dediğimiz şey orda belli bir sınırda kalmıyor. Gittiği yerlerden besleniyor, değişiyor, enstrüman da oranın şartlarına uygun oluyor. Bir enstrümanın hiçbir şeyi ötekiyle aynı değil... O yüzden de bu geçişkenlik bir kere -bu sözü de çok sevmem ama- mozaik bir sonuç ortaya çıkarıyor. Özetle farklı farklı şeylerden, yerlerden ortaya çıkan o mozaiğe Ortaçağ diyoruz.

Kaan: Roma yıkılmadan önce, aşağı yukarı Akdeniz’in çeperi, benzer kültürel yapılarla örülmüştü. Ama Roma yıkılır yıkılmaz her yerde yerel kültürler domine olmaya başlıyor. Ve dolayısıyla Selçuk’un vurguladığı çeşitlilik de oradan kaynaklanıyor. Tabii ki Roma zamanında bütün bu ilişkileri düzenleyen insanlar var, imparatorluk için eğitim almış. Ama imparatorluk yıkıldığında artık bu küçük krallar kendi başlarının çaresine bakmak zorundalar. Dolayısıyla sürekli birbirleri ile hem didişme halindeler hem de iletişim halindeler. Bir taraftan da Roma’nın yıkılmasıyla Akdeniz kültür çevresine birkaç unsur daha katılıyor. Kuzeyden Gotlar, Cermenler, Hunlar giriyorlar, güneyden Araplar ve Berberiler geliyor. Hakikaten çok renkli bir yapı. Mozaik dediğimiz

o çok renklilik tam da buradan karakterize ediyor dönem müziğini. Aynı dönem için Güney ve Kuzey Fransa’dan müzikler bile çok farklı. Mesafeyi biraz daha artırırsanız her yerde çiçeklenen bir sürü farklı kültür var. Onların yerel izlerini sürmek çok keyifli bir şey

Gökhan: Ortaçağ müziği için ne düşünüyorum? Aslında üç kelime: Birincisi basit, ikincisi duru, üçüncüsü naif. Serkan’ın dediği gibi duvardaki gölgeler içerisinde sadece bir vokalin yankılanan sesini duyuyorum zaman zaman. Ya da ne bileyim bir troubadorun gezdiği, dolaştığı her yerden biriktirdiklerini içindeki cümleleri çok basit bir cümleyle aktarabilmesi geliyor. Örneğin halk müziğinde de güzel alt yapılarla yapılmış icra edilmiş bir sürü eser vardır, bir sürü sanatçı söyler ama Aşık Veysel’i bir kenara koyar onu dinlersiniz. İşte Ortaçağ müziğinde de sadece bir vokalin yaptığı ufacık bir ses insanın gönlüne dokunabiliyor.

Ceren: Tam da bu noktada sizin dediğiniz bir şey daha dikkatimi çekti. Cidden bunu dinleyiciye nasıl aktarıyorsunuz?

Kaan: Ben bu sorunun muhatabının Gökçe olacağını düşünmüştüm. Çünkü onun sesi üzerinden parça aktarılıyor. Dolayısıyla belki de
en iyi bağı ifade edecek Gökçe’ydi, keşke burada olsaydı. Aslında aktarabiliyor muyuz çok emin değilim ben. Çünkü söylemek istediklerimizin belki de yüzde birini ancak söyleyebiliyoruz çünkü hani düşündüğümüz ve istediğimiz gibi bir sunum yapsaydık muhtemelen üç saat konuşma ve ondan sonra üç dakika müzik olurdu. Her şeyin arkasında anlatılacak çok şey var. Bir esere yakınlaşıyor olmak o parçaya bir sürü şeyi bilmenizi gerektiriyor. O eserin bestecisi kim, hangi dönemde yaşamış, dönemin koşulları ne, dönemin estetiği nasıl, kullanılan çalgılar nasıl, falan. Bütün bunları teker teker anlatmayı çok istiyoruz ama o zamanda hakikaten işin adı konser olmuyor. Bu nedenle biz sadece birtakım ipuçları vermekle yetiniyoruz.

Selçuk: Bu çoğunlukla da hikâyesi oluyor eserin; bu ya da o dönemle ilgili ufak bir atmosfer tasviri oluyor, aslında.

Alanur: Dönüp konserlerinize baktığınızda burada çalmak çok keyifliydi dediğiniz mekanlar var mıydı? Nasıl mekanlardı onlar?

Serkan: Tabii ki Aya İrini (16 Aralık 2011, III. Uluslararası Mistik Sanat Festivali)

Selçuk: Başka bir yer daha var ama herkesin evet diyeceğini düşünüyorum : yağmuru çağırdığımız Antalya.

Kaan: Antalya’da bir konsere gittik. Dünya Müziği Festivali (20–21 Eylül 2006), ufak bir mekandı. Ses sistemleri falan. Biz nefret ediyoruz bu ses sistemi olayından... Konser eski bir Antalya evi avlusunda. Tam sahneyi hazırladık, başlayacağız birden

gök gürültüleri falan. İlk cümlesiydi ilk şarkının. Hepimiz içeri girdik. Küçük bir mekan, tıklım tıkış olduk... İnsanlar konser için geldi, bekliyorlar hiç imkanı yok dışarda çalmanın, elektrikler de gitti. Dedik ki burada çalamaz mıyız. Akustikle hiç ses sistemi kullanmadan. O gerçekten benim en keyifle "Müzik, zaman makinası... Koku gibi. Hemen ordasınız, aracısız, anında. Birincisi bu müzik bizi çok tuhaf yerlere götürüyor. Bir kere o yüzden icra ediyoruz. Gitarın götürmediği, baterinin götürmediği bir yerlere çağırıyor

bu müzik: At nalları duyuyorsunuz, kılıç şakırtıları duyuyorsunuz... Kan, ter kokuyor falan... Taş duvarların soğukluğu var. Bir kere o tarafa götürüyor. Ortaçağ deyince kesinlikle loş bir ortam. Rengi ve tonu var her müziğin. Ben o rengi seviyorum. O loşluğunu seviyorum mum ışığının. Ve o mum ışığının büyük tavanlardaki o gölgesini seviyorum.

Serkan: Taş bir handı. Bütün masalarda mumlar yanıyor falan. Ahşap masanın başına toplandık hepimiz. Çok güzeldi.

Alanur: Klasik bir soru: Bundan sonra ne yapacaksınız? Dinleyiciler olarak neler beklemeliyiz sizden? Bir daha albüm yapacak mısınız?

Gökhan: İlk olarak size söyleyeceğiz o zaman. Birkaç parça yapmak istiyoruz. 3 tane eser kaydedeceğiz. Ve bunu youtube, spotify gibi dijital platformlar üzerinden yayınlayacağız. İkincisi daha çok salon konseri yapmayı planlıyoruz. Bir de yurt dışındaki festivallere katılma isteğimiz var, onlar için çalışıyoruz. Bir silkelenip, kendimize gelip yola devam etmek istiyoruz.

Selçuk: Ocak ayında bir konser daha var. Türk Amerikan Derneği’nin düzenlediği 8 Ocak’ta Tatbikat Sahnesi’nde (ön kapı Coşkandaş ismi ile geçiyor) olacak bir konserimiz var.

Alanur: Son bir soru daha sorayım: Bu enstrümanlar biliyoruz ki böyle gidilip sizin dediğiniz gibi satın alınan enstrümanlar değil. Biraz enstrüman maceranızı bize kısacık anlatsanız.

Selçuk: İyi ki hatırlattınız. Bu nokta bizim için çok değerli. Bir gün enstrümanlara bakıp bakıp ağlarken Erkan Usta’nın atölyesi ile karşılaştık. Ondan sonrasını sen anlat Kaan.

Kaan: Bizim bütün enstrümanlarımızı aşağı yukarı Erkan yaptı sağ olsun. Erkan Ketenci. Grubun doğal üyesi, zaten. Biz ona bir takım resimlerle falan gittik. Onun projelendirmesi hepsi, o tasarladı. Ve gönüllü bir şekilde halletti bütün işlerimizi, hala

da yapıyor. Grubun başlamasıyla Erkan da başladı sağ olsun. Sağ olsun yıllar içerisinde de hiç elini çekmedi üzerimizden. Ne zaman ihtiyacımız olsa kalkıp gittik de siz kimsiniz, yapamam demedi hiç.

Selçuk: O bizim grubun 7. üyesi. Grubun görünmeyen kahramanı.

Kaan: Evet bu çok önemli gerçekten. Bu soundu yaratan Erkan, aslında. Enstrümanların bir çoğu onun elinden çıkma. Biz icracıyız sadece, enstrümanın soundunu üreten o.

Alanur: Bu güzel sohbet için tekrar teşekkürler. Heyecanla bir sonraki konseri bekliyoruz.

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış