Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Dolmuş Vadelerin Öcü Adına

Ding dong! Bir numara daha yandı, 233."TC kimlik numaranızı alabilir miyim?" "Alabilirsin." "Vade gününüz gelmemiş". "Geldi" dedi. Yüzüme benden daha emin bir ifadeyle "Vade günüm geldi" deyince ben de
yüzüme aynı ifadeyi takınmak için tekrar baktım.

Dolmuş Vadelerin Öcü Adına

Vadesi dolmamış olan teyzenin ilk önce henüz yaşamadıklarını mı anlatmalıydım, yoksa "Vadeniz gelmeden kapatırsak, o yaşayamadıklarınız da siliniyor" mu demeliydim bilemedim. İkisinden birini söylemek zorunda olduğum için birini tercih ettim: "Sizin henüz yaşamadıklarınız var." Yaşlı teyze, numarası yanmadan önce uzunca ayakta durup sessizce sırasını beklediği karşı köşede yere doğru bakarak bu hayatın faniliğine çoktan beridir inandığını takındığı ifadesini karşımda bir kez daha ama bu sefer vakurluğunu da ekleyerek daha güçlü bir şekilde takındı: "Benim vadem doldu evladım."

Ayaküstü önümüzden geçerken çaprazımızda mühim bir iş için durmak zorunda kalmış, bütün bireysel işlerden bolca müşteri memnuniyeti ve tanışıklık kazanmış, keyfi mecburen yerinde olmak zorunda yetkili arkadaşım keyifli bir yetkili telaşıyla "Teyzeciğim, gelin siz vadenizi doldurup bizlerden ayrılmayın, biz sizin 'her ay olmazsa olmazınızı' da buraya taşıyalım, üstüne de vadenizin
son demlerine 50 TL 6729 dolmuş plakasını..." Devam ettiremedi. Ettiremedi çünkü teyzeye ne söylemeye çalıştığını karıştırdı, ettiremedi çünkü yaşlı teyze, arkadaşın devam ettiremeyeceği kadar emin bir ifadeyle baktı gözlerine. Bu, bu alemde, 'yaşama telaşı' ile 'biraz daha bizimle kal' çapraz hedefini gerçekleştiremediği için az da olsa iç burkulması demekti. Bu, "bizimle yaşa, eğer ölecek gibi olursan da, Anadoluda tanıdık bir akrabamızın istersen senden sonrakileri düzeltebileceği sigortasının" da fiyaskosuydu. Oysa taksitli yapılacak ihtimallere geçilecekti daha. Bir ömür kullanılacak ürünlerden dem vurulacaktı. Birkaç gün daha kalsa ne vardı sanki. O kaldıkça biz de kaldığımızı sansak bu alemde. Bu alem bütün vadesi dolmuşlara neler neler vadederken, böyle birden, yaşayamadıklarından da vazgeçerek gitmek,olur muydu? Olmazdı tabii.Tam bu sırada Büyük Avcı indi aşağıya. Son ikna durağı. Bu haber yukarıya hemen nasıl ulaştı bilemezdik. Kahve, çay, soğuk bir şeyler. İkinci Büyük Avcı arandı tebessümlü gözlerle ki o da geldi işte. Hepsi toplanmış teyzenin çevresinde, ikna askerleri bir büyük onbaşı, er ve erbaşlarıyla bu alemin emir ve görüşlerine hazır vaziyette taarruza geçmek üzere selama hazırdı.

"Selamınaleyküm" Bu selam bir başka mesai arkadaşımın yanına yanaşan bir başka amcadan geldi. "Aleykümselam" dedi arkadaşım. Alelacele işlemine koyulmaya başladı. Alemin zamanı dar, yapılacak iş çoktu.

Bu arada karşımdaki teyze bir taraftan büyük ikna anlatıcılarının kulağına anlattıklarını dinliyormuş gibi yapıyor, önüne gelen çayı kahveyi nazik bir şekilde reddediyor, bir taraftan da yavaş hareketleri ve bir sürpriz sessizliğiyle bana uzun uzun sanki yıllar yıllar öncesinden tanıyormuş gibi bakıyordu.

Bense dışarıya baktım. Eski soğuk taş binaların eteklerinde sıra sıra iş bekleyen ahşap tabela, plaket, elektrik inşaat malzemeleri satan dükkanlar gibi, “işler nasıl” diye sorunca “oluyor bişeyler “ diye cevap veren küçük esnaflar gibi, o esnafların en düşüğünden ücret karşılığında cüzdanlarını işlettikleri polar kıyafetli ama elleri yüzleri soğuk, dükkanda oturmaları yasak çırakları gibi, dışarıya baktım. Son zamanlarını kırık dökük soğuk geçiren Ankara ise muhtemelen göğe bakıyordu. Kar bekliyordu günlerdir.Borçlarından bunalmış, alacakları gelmemiş, toparlanmayı uman dertli bir müşteri gibi, "belki" diyerek kar bekliyordu.Yaşayamadıklarını yaşar mı bir gün Ankara diye düşünüp, yağsa artık kar diye geçirdim içimden; soğuklar ve keşke şu birbirine karışan gürültüler de kaybolsa, "Sadece insan ve diğer sesler değil ki, bizi gözaltındaymış gibi, kafamızın üstünde durup şu alemi aydınlatan ışıklar da kaybolsa fena mı olur? Kar taneleri sesi emermiş" dedi “Uzak Arkadaş... Harika bi haber, gerçekten mi? Neyse kapatıyorum, müşterim geldi."

Ben bunları düşünür ve bazılarını konuşurken bu alemin kapısından içeriye müşteriler ardı sıra gelmeye devam etti. Bugün yaşlıların günüydü sanki. Arka tarafta sıralarının gelmesini bekleyen yaşlı teyze ve amcalardan başka kimseler yoktu neredeyse. Bir ara hepsinin yüzü o kadar tanıdık gelmeye başladı ki, hepsini önceden görmüş gibi bir bir baktım yüzlerine. Birinin yüzüne bakarken bir çırpıda diğerinin yüzüne geçemediğimi farkettim. Tanıdık gelen yüzlerin sanki isimlerini çıkarmak için kalakaldım. Kimisinde dondum. Kimisinde ağzımı açtım ismini zikredemedim. Kimisinde yanımda oturan arkadaşa dönüp baktım aniden, sonra tekrar oturan amcaya.Yanımdaki arkadaş, arka tarafta oturan amca. Bu kadar benzerlik olmasın. Kendime gelmeliyim.

Yerime oturdum. Önümde, geldiğinden bu yana sadece bana bakılı kalan teyzeye bu sefer ben de bakakaldım. Teyzenin TC numarasını bir parmakla yeniden girdim sisteme. İçimde garip bir korkulu hal, aklımda olup bitenlere anlam verememe... Kafamı kaldırarak Uzak Arkadaş'a doğru baktım. Sırtının arkasından içeriye toplasan bir lazer süzmesi ışığı kadar giren güneş, önünde kasketli bir amca, canı sıkkın gibi duran, elinde sanki vadesi çoktan geçmiş fakat hala borçlu bir sıkıntının belki bir daha hesabı verilemeyecek özeti... Tekrar önüme indirirken başımı, karşımda iki kolunu bankoya yaslamış teyzeden hiç beklemediğim cümle geldi:

"Bana yaşayamadıklarımı söyler misin?"

Büyük Avcı'nın söylediklerini de duymuyordu artık yaşlı teyze. Boynunu hafifçe sola kırıp devam etti. "Burada yıllarca çürüttüğüm ömrümün bakiyesini söyler misin?

Bu dört duvar arasında belki dörtbindörtyüzdört kez geçirdiğim günlerin karşılığında yapamadıklarımı, yapmak isteyip de erteledikleri mi, düşünüp de vazgeçtiklerimi, hayal edip de bıraktıklarımı, doğru bilip de kenarı koyduklarımı, gitmek isteyip de kaldıklarımı, bağırmak isteyip de içime attıklarımı, gülmek isteyip de sustuklarımı, iki adım ötede yetkisi büyük arkadaşıma içimde dura dura büyüyen feryatları, bize hep bişeyleri tutturmak zorunda bırakan bu alemin bitmek bilmez hedefler hülyasına edemediğim küfürleri, şu gözümün içine sabahtan akşama kadar bilfiil girip de başımın genç akşamlarında hezeyanlar, gözlerimin yaşlı sabahlarında hastane koridorları yaratan bu alemin şu sana bakan ekranından kaçamadığım zamanları, kızımın en mutlu anına ortak olmak için bu alemden elpençe divan durup zorla aldığım izinleri, her ne olursa olsun müşteri haklıdır düsturuna karşı edemediğim itirazları, bütün bu olanlardan sonra bana yıllar önce Suluhan'da verdiğin kitapta Akhbar adlı kişinin çölde nasıl oldu da kaybolduğunu söyler misin?"

Okkalı bir tokat yemiş gibi kafamı tekrar sola çevirip Uzak Arkadaş'a doğru baktım.Yüzünde şaşkın bir ifadeyle karşısında oturan amcaya bakıyordu. Sesi değişir miydi ki insanın bu kadar. Dizlerimin bağı çözük, midem ağzımda, yüzüm büyük ihtimal kıpkırmızı, çakılı kalakaldığım yerimde az sonra çalacak telefonu bekledim.

"Amca, vadesinin dolduğunu söylüyor ve senin yaşayamadıklarını, benden duymak istiyor."

'Kendimize gelmek miydi bu, anlayamadım. Kendi kendimizin yanına gelmek. Seneler sonra kendimizi bulup da yaşayamadıklarımızı almaya. Vadelerimizden payımıza ne düştüyse, pişmanlıklar pek mümkün,
belki son bir can havliyle görmeye gelmek miydi, anlayamadım. Kendimizi bir başkasından istemek miydi bu? Yoksa, yıllar sonra arkadaşlarımızın karşısına çıkıp bizzat onları da sorumlu tutmak mıydı, anlayamadım. Uzak Arkadaş'ın karşısında benden hesap sormaya gelmiş uzak gelecekteki kendimin, bu alemde istemeye istemeye bir makinadan farksız hale gelip, artık herşeye yabancılaşmış bir halde çalışarak heba edilen ömrü benden mi ondan mı almak istediğini, anlayamadım. Şu kötü zamanlarda bu aleme şükredip de bundan daha garanti iş mi var diye düşünmek varken, önümüze konulmuş sınavlardan geçip Büyük Avcılar lokalinde saygılar kazanmak dururken, yıllardır bir sırrı taşır gibi öylece suspus duran Ulus'un eski binaları arasından birazdan ellerimizde poşet eve ekmek götürüyor olmanın mutluluğunu yaşamak dururken, bütün bu anlatılanları sen mi söylüyosun yoksa ben mi, anlayamadım.

Camdan dışarda. Hafiften başlayan kar...

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış