Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

En Zorlu Mücadele Alanı: Sağlamcılık

“Söylediklerimiz kadar sustuklarımızdan da sorumluyuz. Tam da bu yüzden, insan bedeni üzerinde tepinen ve başlatılan bu kirli savaşı ifşa etmeye, beden zindanlarından özgürleşmiş bir insanlık adına ve tarihe not düşmek için, sözümüzü söylemeye devam edeceğiz”

En Zorlu Mücadele Alanı: Sağlamcılık

14 Mayıs seçimlerinin izleri henüz tazeyken, Yerel Yönetimler için yapılacak olan seçim süreci, toplumsal olarak siyasete olan inancın aşınmaya uğradığı bir kolektif duygulanım içinde, belki çok da istemesek de gündemimize oturdu. Bu istememe halimizin olması çok da haklı değil mi? Siyaseten çok büyük lafların söylendiği ve fakat çok küçük işlerin dahi pratiğinin görülemediği yaşamlarımızda, şüphesiz bir noktadan sonra, artık lafın da hükmünü yitirdiği günlerdeyiz. Çok da haksız değiliz!

 Erişilebilirliğin artık sayısını dahi takip etmekte zorlandığımız bilmem kaçıncı ertelenişinden, belediyelerin hizmet alanı olan yaşam alanlarımızdaki erişilebilir olmayan ulaşım hizmetlerinden, çıkılamayan kaldırımlardan, işgal edilmiş kaldırımlara, çalışmayan arızalı metro asansörlerinden, hiç asansörü dahi olmayan üst geçitlere kadar, bugüne değin hizmet getirmemiş belediyeler, bu seçimde engellilere dönüp, ne diyecekler mesela? “Yetkimiz ve etkimiz alanında olduğu sürece bu şehirlerde yıllardır varlığınızı hesaba katmadık ve dahi sizi yok saydık, tam da seçim öncesi bir aydınlanma yaşadık ve bizi bir daha seçerseniz yapacağız” mıdır cevap?

 Gerçekten de kendi yetki alanlarındaki belediye otobüs şoförlerinin, engelli yurttaşları, araçlara almadıkları, var olan sesli anonsları rahatsız oldukları için, keyfe keder kapattıkları, araca binen engellilere, “Ne işin var dışarıda, evinde otursana” ya da “Senin sahibin yok mu?” diyerek, mobbing uygulamak suretiyle ayrımcılık yaptıkları pratikleri dönüştürmek için harekete geçmeyen sayın yetkililer, bundan sonra harekete geçecek mi?

 Mesela şöyle bir merakı olacak mı sayın yetkililerin? Benim hizmet ve sorumluluk alanım olan yaşam alanında kaç engelli yurttaş yaşıyor? Kaçı erkek, kaçı kadın, kaçı çocuk, kaçı genç? Bu engelli yurttaşların, eşit yurttaş olmalarından kaynaklı, eşit ve özgür yaşam hakkını teslim etmek için kısa, orta ve uzun vadede nasıl bir planlama yapmalıyım?

 Ya da pandemi boyunca istemeden tecrübe ettikleri, bitse de kendimizi şöyle bir dışarı atsak diyerek yaşadıkları sosyal izolasyonun, ne kadar zor olduğunu anlata anlata bitiremeyip, biraz da kapanmanın getirdiği kötü ruh halinde, yaşamı süresiz pandemiye dönmüş engellilerin varlığını hatırlayabilecekler mi? Gökyüzünden, ağaçtan, kuştan, böcekten, kendini bulma yolculuğunda, ruhuna ayna olacak o insan nefesinden uzak kalmanın, mahrum edilmenin, kapatılmanın, derin yalnızlığın derinliğine vakıf olabilecekler mİ? Keza hayatımızın unutulmayacak bir acısı olarak hafızalarımıza kazınmış deprem gerçekliğinin ortaya çıkardığı, olası doğal afetler için yetki alanlarında yaşayan engellilere yönelik hiçbir tedbir alıcı planlamanın olmadığı, hayatın her alanında olduğu gibi tehlike anında en önce gözden çıkarılan kesimin engelliler olduğu, görmezden gelme halinin en yakıcı biçimine, depremi yaşamış illerde öfkeyle şahitlik ettiğimiz, o yalın utançla yüzleşmek isteyecekler mi?

 “Sayıları artık on milyonlarla ifade edilen ve gerçek anlamda büyük bir azınlığa dönüşmüş engelli nüfusunun onurlu bir varoluş hakkı ve eşit yurttaşlık hakları, neden bu kadar görünmezdir?”

 Her şeyden önemlisi bu soruları sormayı kendilerine görev edinecekler mi? Muhtemel ki yılın iki gününde/haftasında, engellileri hatırladığı sayılı günün birinde, merhametli kollarını açarak sarılmak üzere, ne kadar vicdanlı bir yüreği olduğunu, kendine ve topluma kanıtlama ihtiyacını gidermek için, bir engelli arayışında, yazılan o en ulvi söylem olan; “Hepimiz bir engelli adayıyız” kehaneti tezahür etmediyse, bu soruları sormak çok sayın yetkililerimizin aklına gelmeyecektir.

 Tabii çok da haksızlık etmemek gerekiyor kimseye, başta da söylediğimiz aydınlanmanın ışığı fazla gelirse, muhtemel ki seçim dönemi de olduğu için bu soruların alışılagelmiş olanlarını bir ihtimal ki sorabilirler.

 Ve fakat onlardan azade, bizler her zaman olduğu gibi bu soruları sormaya ve cevaplarını istemeye devam edeceğiz, hem kendimize hem de toplumun tüm kesimlerine.

 İşin aslı, soru sormaya başlamışken, önce kendimize sormakla başlamak, doğru bir perspektifle yola koyulmanın can damarı. Sayıları artık on milyonlarla ifade edilen ve gerçek anlamda büyük bir azınlığa dönüşmüş engelli nüfusunun onurlu bir varoluş hakkı ve eşit yurttaşlık hakları, neden bu kadar görünmezdir?

 Şüphesiz kardeşlerimiz diyerek çocuklaştırılan ve bu çocuklaştırma önyargısının dışa vuran davranış biçiminin, engelli bireyle karşılaşma anında, bir baş okşama refleksi olarak belirmesi de, meleklerimiz olarak yüceltme ve metafizik bir değer atfederek öte tarafa havale etme sosyolojisi de aynı negatif kolektif kültürün köklerinden güç alır.

 Tam ve eksik düalitesi ile mitoloji, felsefe, din, sosyoloji, psikoloji gibi birçok farklı disiplinlerin ortak üretimiyle kesişimsel olarak inşa edilmiş sağlamcılık, ideolojik olarak siyaset eliyle meşrulaştırılarak, resmi bir form alır.

 Hal böyleyken yıllardır ağızdan ağıza dolaşan, “Engellilik sorununun siyaset üstü bir mesele olduğu” retoriği, siyasete inanılmaz bir konfor alanı yaratan, insan olmaya dair en evrensel haklarımızı bu retorik içinde görünmez kılan, verenin yüce gönlünde bir lütufa dönüştüren, toplumsal ikiyüzlülükten daha ötesi değildir.

 Yıllardır tüm toplumsal kesimlerin ve hatta ezilenlerin mücadelesinde, ezilenlerin ezdiği olarak, veren ve alan ilişkisinde, bir inayet meselesine sıkıştırılan engellilik sorununun, eşitlikçi bir bakıştan uzak tutumuna karşı, alışılmış siyasi külliyata, sağlamcılığın bir ideolojik inşa olduğunu anlatmak, biz engellilerin en zorlu mücadele alanlarından biri şüphesiz.

 Mücadelemiz kolektifin gözünde, eksiklik olarak beliren yeti farklılıklarımız olarak görünse de gerçekte bizim asıl mücadelemiz, kapitalizmin sanalı gerçekliğe dönüştüren ve bir illüzyon olan “Normal”likle...

 Zira farklılıkların gerçek dünyasında yaşayan biz engelliler, yaşamın her alanında savaşlarla ve çatışmalarla kendini var eden bu açgözlü modernitenin, “Normal”lik algısıyla esir aldığı zihinler için, bedeni süresiz bir savaş alanına dönüştürdüğünün farkındayız.

 Normal, sonu gelmeyen bir savaş halidir. Bu savaşın her aşamasında insan ruhunda açılan boşlukların içinde yetersizlik hisleriyle acı çeken bireyleri, en mükemmel pazarlama stratejileriyle doldurmaya hazır bekleyen koca bir endüstri “daha” ile iknaya çalışmaktadır.

 Oysaki insanın mutlu olmak için “Daha”ya değil, kendisi olmaya ihtiyacı vardır. Normalin zorbalığından, kendini kabulün huzuruna doğru bir çağrımız var.

 Oysaki insanın mutlu olmak için “Daha”ya değil, kendisi olmaya ihtiyacı vardır. Normalin zorbalığından, kendini kabulün huzuruna doğru bir çağrımız var.

 Oysaki insanın mutlu olmak için “Daha”ya değil, kendisi olmaya ihtiyacı vardır. Normalin zorbalığından, kendini kabulün huzuruna doğru bir çağrımız var.

 

 

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış