Ertem Göreç - 86 yaşındayım biliyorsunuz değil mi? Babam hakimmiş, Bursa'ya tayin olmuş. Bursa'da avukat yok ama iş çok, dava çok. Ayrılmış hakimlikten avukatlığı seçmiş. Bursa sanayinin olduğu bir yer olduğu için çok zengini var. Bursa'dan birçok çocuk Robert Kolej'de okur. Rahmetli abim ve ablam vardı, üç kardeştik. Abim benden 9 yaş büyüktü, onu Robert Kolej'e yolladılar. Fakat abim ev yemeklerine alışmış. Amerikan gıda rejimi onu rahatsız etmiş. Okuldan telefon etmişler. Bu çocuk rahatsızlanıyor. Gelin. Annem gitti. Demişler ki, "Bu çocuk burda kalırsa ölür. Yemek yiyemiyor."Annemle babam konuştular. Annem, "Ben çocukları alıyım, gidiyim. Sen de işleri toparla, İstanbul Barosu'na geçersin" dedi babama.
Robert Kolej Rumelihisarı'nda. Orada bir ev buldu annem. Üst katta, bütün deniz ayağının altında. Çok güzel bir ev. Daha önce abimleyli idi. Şimdi sabah okula gidiyor. Öğle yemeğine eve geliyor. Biz de ilkokula gidiyoruz. Ben Rumelihisari İlkokulu'nda 2'inci sınıftayım. Ablam da 5'te. O sene bitirdi. Ablamı da Kız Koleji'ne verecekler. Kız Koleji Arnavutköy'de. Abim Arnavutköy'de otursa, Robert Kolej'e gidip dönebilir. Ama kız Rumelihisarı'ndan Arnavutköy'e biraz zor gider-gelir.Ertesi sene Arnavutköy'e taşındık. O da çok güzel bir evdi, yalı. Arnavutköy'ün iki tane özelliği var. Birisi, basketbolcu yetiştiriyor. İkincisi de sinemacı yetiştiriyor. Basketbolcu çıkıyordu, çünkü abim basketbolcuydu Robert Kolej'de basketbol oynanıyor.O da çok meraklıydı. On kişilik milli takıma, Arnavutköy'den dört tane
milli basketbolcu çıktı. Yalçın Granit, Samim Göreç, Candaş Tekeli, bir de ben vardım.
51'de Avrupa Basketbol Şampiyonası'na milli takım olarak Paris'e gittik. Bir de film montajcısı Orhan Atadeniz Arnavutköy'lü. Orhan'ın vasıtasıyla da sinemacı çıkıyor. Zaten biliyorsunuz, bir branşta üst düzey birisi olursa, o cazibe merkezi oluyor, herkesi çekiyor. Almanya'da 70'li yılların sonunda, iki tane tenisçi çıktı. Biri Boris Becker erkek, diğeri kız, Stefi Graff. Bunlar dünya listelerini alt üst ettiler ve Almanya'da tenis patlaması oldu. O da daha sonra söyleyeceğim şeyin bağlantısı olsun. Şimdi, bizim konumuz eğer Karanlıkta Uyananlar'sa ordan girelim. Çünkü bunun sonu gelmez.
E. G. - Sizin hedefiniz ne? Neyi hedeflediniz?
Funda Cantek - Bana kalsa, ben sizin bütün hikayenizi merak ediyorum ama isterseniz sinemaya girişten başlayalım. Sanırım okurken başlamışsınız.
E. G. - Size bahsettiğim kitapçıkta bütün bunlar
var. Alican Sekmeç genç bir yazar, Mimar Sinan Üniversitesi Sinema-Televizyon Bölümü mezunu, hem çok yetenekli bir arkadaş, hem de arşivci, kitapçığı o hazırladı, gayet iyi toparladı eksik olmasın.
Şimdi Arnavutköy'de hem Samim var, İngilizce bilen Robert Kolej mezunu, hem de Orhan Atadeniz gibi bir sinema delisi, daha sonra anlatırım, belki ilkokul mezunu, bilmiyorum ama müthiş bir sinema duygusu var. Hepimizin ustası. Teknolojiye çok meraklı. İngilizce kitaplar, Görünmeyen Adam falan getiriyor. Samim de tercüme ediyor. Sonra onu
ben stüdyoya götürüyorum. And Film Platosu var. Kodaman Sokak'ta. Nişantaşı'nda. Hem plato, hem de montaj ünitesi var. Oraya götürdüm kitapları. Baktım bir masanın başında oturmuş. Ensesinden bi
üfürdüm. Aaa, hoşgeldin, otur otur dedi. Getirdim kitapları, dedim. Koy oraya, dedi. Baktım, etrafta, elinde film şeritleri var. Omzundan alıyor, mendille cebinden çıkartıyo, kazıyo,aseton sürüp filmleri yapıştırıyo, vırrrrr montaj masasından geçiriyor. Bir ekranı var masanın. Orada seyrediyo. Sonra alıyo, kesiyo, yerlerini değiştiriyor, başka bir sıralama yapıyor. Ortaya başka bir şey çıkıyo. Film değişiyo. Hokkabaz gibi. Ben oturdum, gece sabaha kadar onu izledim biliyor musunuz? Filmcilikte montaj en son yapılan iş olduğu için, montaj bitince, negatif montaj yapıp kopyalıyorsun. Sinemanın tarihleri var, film o tarihe yetişecek. Film stüdyoya girdikten üç gün, beş gün sonra, en fazla bir haftada işlemler biticek ve film sinemaya gidecek. Zamanla savaşıyorlar.
Sabah oldu. Yapılan işten çok etkilendim, büyülendim sanki. Kendi kendime dedim ki, "ben montajcı olucam." Kabataş Lisesi'nde okuyorum, milli takımda basketbol oynuyorum, bir de Arnavutköy Kız Koleji olduğu için, kızlar mızlar. Tatlı bir hayat var. Bütün köprüleri attım. Okulu bıraktım, basketbolu tam kesemedim de, yumuşak bir geçiş yaptım. Stüdyoya giriş o giriş. 2 sene sonra 70 sene olucak.
Bağımsızlık tutkusu çocukluktan bu yana gelen bir şey.
F.C. - Orda bir parantez açıp şunu sormak istiyorum: kurgu sevdasına kapılmadan önce izleyici olarak sinemayla ilişkiniz nasıldı?
E. G. - Orhan Abi'nin kardeşi var, Yılmaz Atadeniz. Şimdi o da yönetmen. Arnavutköy'de biz çocukluk arkadaşıyız. Çiçek Sineması var. Gidiyoruz, kovboy filmi seyrediyoruz. Ordan çıkınca, çocuklar biliyorsunuz hemen taklit ederler. Tahta tabanca falan, dekuvan, dan dun... Ben seni vurdum, oyun oynuyoruz. Yoksa sinemayla direkt bir ilgimiz yok. Hatta benim sinemayla hiç ilgim yok.
Geçenlerde biri, eğer sinemacı olmasaydınız ne olmak isterdiniz, dedi. Hemen söyledim: pilot dedim. Tayyareye zaafım var ama jet uçağına değil. Pervanelilere böyle, pır pır gidicek.
Bütün erkeklerin çocukluğunda muhakkak bahriyeli kıyafeti vardır. Benim de vardı ama bir de pilot kıyafetim vardı. Bursa'da bir özel havaalanı vardı ufak. O zaman zaten jet met yok. Biz gidip seyrediyoruz uçaklar kalkıyor, iniyor. O tutku haline geldi. Daha büyüdüğüm zaman model uçak falan yaptım. O herhalde diyorum ben, hürriyetle, bağımsızlık tutkusu çocukluktan bu yana gelen bir şey. Ama işte tesadüfen sinema dalına girdim.
Benim stüdyoya girdiğim sene, Orhon Murat Arıburnu geldi. 1949 yılı. Yeni çektiği Yüzbaşı Tahsin filminin iş kopyalarının montajı için geldi. Orhon Bey Bursalı. Ben de Bursalıyım. Aynı mahalledeniz, aynı sokaktanız, karşılıklı evlerde oturduk. Ama benim bahsettiğim 7-8 yaşına kadar. O tabii benden çok daha büyük. Işıklar Askeri Lisesi'ne gidiyordu. Lacivert üniformalar. Sokaktan bir geçiyor, kızlar falan pencereye çıkıyor. O geldi. Dedim ki, "Orhon Bey, beni hatırladınız mı?" Dikkatle baktı. "Vay, Asaf Bey'in oğlu,Ertem sen misin?" dedi. Sarıldı. Anlattım kısaca. Tamam, dedi. "Ben, yeni filme başlıycam, orda asistanlık yapıcaksın". Orhon Arıburnu hem senarist, hem oyuncu, hem şair, yani sanatın her dalında koşuşturan bir insan. Filmin hem yönetmenliğini, hem oyunculuğunu yapıyor.
Asistanlığa başladım. Sonra Memduh Ün, daha sonra Faruk Kenç, sonra Abdurrahman Palay ve Atıf Yılmaz dört tane ustam var asistanlığını yaptığım. Memduh, çok sevdiğim, inandığım bir insan. Çok da anlaşıyorduk. Dünya görüşlerimiz örtüşmese
bile, sinema anlayışımız aynı. Çok uzun bir süre güzel bir dostluk yaşadık. On sene asistanlık yaptım. Yönetmen olmayı da düşünmüyorum. Yönetmen çok büyük mesuliyetler yükleniyor. Bir de kendi işinizle ilgisi olmayan, prodüksiyon dediğimiz, işin idaresinden de, her şeyden siz sorumlusunuz. Ama Memduh diyordu ki, "Sen asistanlık yaptın, artık film yap.""Yok yaa," falan diyorum. En nihayet, bir baktım ben, yönetmenliğin içine girmişim, kim itti diye döndüm baktım: Memduh! Bir senaryo bulmuş, "Sen bunu çekiceksin" dedi.
İlk filmimim adını biliyor musunuz? Kanlı Sevda. Adında bile meymenet yok. Alanya'da çekiyoruz. Alanya muz tarlalarının içinde bir sahil kasabası. Hikaye de bir balıkçı ailesinin hikayesi. Memduh da sporcu olduğu için, o futbolcuydu eskiden, erken kalkar ama akşam da erken yatardı. Mesela, platoda çalışıyoruz Üç Arkadaş'ı çekerken, bir hapishane sahnesi var Fikret Hakan'la Semih Sezerli'nin.
Çektik çektik, saat altı buçuk oldu, "Hadi çocuklar size kolay gelsin, siz devam edin" dedi. Çekti battaniyeyi kafasına, yattı. Böyle bir sürü sahneleri ben çekiyorum. Senaryoyu beraber çalışıyoruz Memduh'la. Sistemini de biliyorum, tarzını da biliyorum. Mesela benim çektiğim sahneleri, o filmin içinde kimse ayıramazdı. Bir tek eşim ayırırdı. O da çok beğeniyordu Memduh'u ama filmi seyredince, "Şunları sen çektin" diyordu. Eşim tiyatro oyuncusuydu, sinemada da oynadı. O sezgiyle buluyordu gerçeği.
Filme başladık. Ben kamerayı koyacak yeri bulamıyorum, kendi kendime diyordum ki, "Ben öliyim, bu film bitmesin". O kadar rahatsız oldum. Film bitti. Bence Türk sinemasının en kötü üç filminden biri. Belki de daha kötüsü... Ben kendimi cezalandırdım. Bir sene daha asistanlık yaptım.
Bu sefer Nusret İkbal itti. Otobüs Yolcuları başladı. Otobüs Yolcuları hem benim, hem de Vedat Türkali'nin hayatında bir dönüm noktası. Teorik olarak hem sinemayı, hem sanatı çok iyi biliyor. Ama pratiği yok. Ben de mutfaktan yetiştiğim için, onunla biraraya gelince bütünleştik. Benim eksiğimi o, onun eksiğini ben tamamladım. Çok güzel bir işbirliği başladı.Önce Otobüs Yolcuları, sonra Karanlıkta Uyananlar, sonra Göksel'in yapımcılığını yaptığı ve oynadığı Kızgın Delikanlı.
F.C. - Kanlı Sevda izleyici çekti mi?
E.G. - Ne gezeeer! Benim hiç bir şeye fazla yeteneğim yoktu. Basketbola da yoktu. Ben hep emeğimle, çok çalışmamla, dişimle tırnağımla götürüyordum
işi. Dedim ki, o kadar tecrübeden sonra ben bu filmi nasıl yaptım? Buldum. Ben, Arnavutköy'le Kadıköy'den başka köy görmedim. İkisi de köy değil, Türkiye'nin en mutena semtleri. Ben ne köy bilirim, ne köylüyü tanırım, nasıl davranır, nasıl eder? Onun için başarılı olamadım. Sonra bu benim kulağıma küpe oldu (kulağındaki küpeyi gösterir), bir daha bilmediğim konuya girmiycem, dedim. Ama tabii bir laf vardır, beşer şaşar. Kızgın Delikanlı filmi. O toprak meselesini anlatıyor. Ben toprak meselesini de çok iyi bilmiyorum ama senaryoyu çok iyi hazırladı Vedat Türkali.
F.C. - Otobüs Yolcuları'nda kalmıştık. Askerlik ne oldu o arada?
E.G. - Kabataş Lisesi'ni bırakınca nefer oldum. Karagücü diye bir takım var. Ordu takımı. Askere giden sporcuları oraya alıyorlar, Harbiye'de bunun merkezi. Futbolcu, güreşçi, boksör, basketbolcu filan. Askerlik kıtada yapılmıyor. Askerliği orda yapıyorsunuz. Hatta Ordu Milli Takımı'yla İran'a bile gittik. Ben hem Karagücü takımında basketbol oynuyorum, hem de takımı çalıştırıyorum. Bir tane belge var. Geçen gün buldum. Acayip bir arşiv var, yetmiş senelik birikinti. Bir skor belgesi. Fenerbahçe takımı ile Karagücü takımı maç yapıyor. Fenerbahçe takımının antrenörü Samim Göreç. İstanbul şampiyonu. Karagücü takımının antrenörü ve kaptanı benim. Karagücü takımı Fenerbahçe'yi yenmiş (Gülüyor) Karagücü takımı, ikinci, üçüncü kümede bir takım. Ama çok çalışıyorduk. Takım ikinci kümeden birinci kümeye çıkacak. Ben de terhis olacağım. Yüzbaşılar vardı orda, spora çok meraklı, sevilen, iyi insanlardı. Zaten sporcular, yalnız sporcu değil de, sportmense eğer insancıl olurlar. Dediler ki, sen şimdi terhis olacaksın. Teskere alınca bu takımda oynayamazsın." "Napıyım?", dedim. "Sen kal birkaç ay daha, lig bitsin. Tezkereni o zaman alırsın"."Peki"dedim. Bir taraftan da mesleğe döndüm. Bir ayağım orda, bir ayağım burda, bir karambolün içinde. O sene bitti, birinci kümeye geçti takım. Ama ben artık oynamayacağım. Görevi bitirdik. Ertesi sene Karagücü Takımı tekrar ikinci kümeye düştü.
“Sanat insan dramını anlatır, olayı değil.”
F.C. - Vedat Türkali ile nasıl tanışmıştınız? Onu atladık.
Vedat Türkali ile Otobüs Yolcuları'ndan önce tanıştık. Üsküdar İskelesi diye bir film çekiliyor. Suphi Kaner, Allah rahmet eylesin. Yönetmeni, oyuncusu. Fatma Girik'le. Kemal İnci benim asistanım. Suphi hem yönetmenlik yapıp, hem oynadığı için, benim Arıburnu'na yaptığım gibi, Kemal İnci bir nevi rejisörlük yapıyor. Vedat Türkali'yle tanışmışlar. Vedat Abi'nin asıl ismi, Abdülkadir Demirkan. Kısaca biz sinema piyasasında Kadir Abi deriz. Kemal İnci beni Kadir Abi ile tanıştırdı. Ben tesadüfen geldim, film çekiyorlar, "Abi gel" dedi. Gittim, bakıyorum. Vedat Türkali diyalog yazıyor. Kemal bana "Ne diyorsun abi?" dedi. "Bir şey demiyorum ama bu uzun". Vedat Türkali de dinliyor orda. "Bence şunu şunu şunu çıkartırsanız", "hem daha konuşma dili olur, hem daha ekonomik olur". "Bu kadar uzun konuşmalarına gerek yok. Vedat Türkali, "Ya sen bu sinemayı benden iyi biliyorsun". "Estağfirullah" dedim. "Ben" dedi, "edebiyatçıyım. Yazınsal bir iş yapıyorum. Edebiyatta tamam ama sinemada öyle olmuyor. Senin söylediğin şey doğru". "Benim bir projem var, Otobüs Yolcuları, bir oku bakalım, nasıl bulacaksın?". Otobüs Yolcuları'nın esası hayattan alınan bir konu. Allah rahmet eylesin, Kemal Tahir'in bir lafı var, diyor ki: "Hayattan alınanı aynen esere koyarsan o sanat eseri olmaz, ya bir röportaj olur, ya sanat tarihçisinin, ya reklamcının işi olur" der. "Hayatta olan olayı eğer sanat eseri haline getirecekseniz o olayın içindeki insanların dramını anlatacaksınız". Sanat insan dramını anlatır, yoksa olayı değil. Otobüs Yolcuları'nın konusu "Güven Evler" diye bir davadan alınmış. Olay İstanbul'da geçiyor. Ama, inşaat şirketi İzmit'teymiş. Dava İzmit mahkemesinde devam ediyormuş. Onun için. Vedat Türkali gitmiş, İzmit mahkeme dosyalarını tetkik etmiş, olayı almış, onu sinemalaştırmış.
Ben okudum. Ana hatları tamam ama sinema değil. Senaryo haline getirirken beraber çalışıyoruz, zaten çektiğim seksene yakının filmin hepsinin muhakkak senaryo çalışmasına iştirak ettim; ben tek başıma senaryo yazmadım, hepsine iştirak ettim. Çalışma sırasında daha da samimi olduk, bir aile dostluğu kuruldu, biz onlara gidiyoruz, eşlerimiz tanışıyor. Benim oğlum var Ali, Deniz'den biraz daha küçük, Barış'tan büyük. O arada onlar oynaşıyorlar falan. Kadir Abi, "Bak, bunu epik sinema yapıcaz," dedi. Dedim ki, ben epik kelimesinin bile ne olduğunu bilmiyorum. "Çalışmanın içinde sen epik hale getir, ben bir göreyim, ne olacak bakalım" dedim. Çalıştık, bitirdik. "Sen al oku, üzerine tartışacağız," dedi.
Ben okudum, baktım, müthiş boşluklar var, tempo düşük. Alakasız görüntüler falan var. Ben zaten alışık olduğumuz için gece sabaha kadar çalışmaya, oturdum, atılacak sahnelerin notlarını aldım ve nasıl sahneler koymak gerektiğini kabaca yazdım. Ertesi sabah onun evinde buluştuk.
Dedim ki, "Kadir Abi, eline sağlık güzel bir şey yazmışın ama bu benim sinema anlayışıma uygun değil. Ben kendi anlayışıma göre, bunun içine nelerin çıkıp nelerin gireceğine dair notlar var. Sen al şimdi. Eğer sana iyi geliyorsa, ben bu filmi çekeyim. Eğer sana iyi gelmiyorsa beni affet. Filmi başkası çeksin."Telaşlandı. Ver, dedi, aldı. Ben gidiyorum. Yok, sen otur, dedi. Okudu. "Bak" dedi, "bu dramatik bir film. Çok güzel bir film olacağına inanıyorum, çok da iş yapacak ama benim düşündüğüm değil." Dedim ki, "Abi kararı siz verin. Böyle olursa çekerim, olmazsa çekmem." "Yok," dedi, "sen çekeceksin tamam" dedi. Otobüs Yolcuları öyle başladı.
F.C. - Vedat Türkali ile aranızdaki fark neydi?
E.G. - Epiğin ne olduğunu sonra kabaca anladık, destansıymış. Konu eğer tarihi bir konuysa, Karaoğlan'lar şunlar bunlar, destansı anlatırsın. Şehrin içinde geçen konuyu destansı nasıl anlatacaksın? Senaristlerin büyük bir kısmı senaryoyu yazar, bir rejisör de çeker. Senaryo yazarları, "Ben çok güzel bir senaryo yazdım. Yönetmen berbat etti, kötü film çekti" derler. Hepsinde değil ama çoğunda bu vardır. Sonra onlar film çeker, çoğu kez hiçbir şeye benzemez. Daha sonraları Kadir Abi, üç tane film çekti. Hatta bir tanesini Yılmaz Güney'le çekti. Yılmaz'ın parlak dönemi. Film iş yapmadı. Daha sonra yaptığı iki film de seyirciyle buluşamayınca bu iş arada bitti.
F.C. - Gelelim Otobüs Yolcuları'na. Kadro nasıl kuruldu?
E.G. - Ayhan Işık oynuyor, o belli. Senaryo, yönetmen belli. Kadın oyuncu yok. Hem Vedat Türkali, hem de filmin prodüktörü Nusret İkbal. Dediler ki,
biz yeni bir kız bulalım. Çünkü rol çok güzel. Kim oynarsa, onu zaten kaldırıcak. Peki. Kim var, kim yok? Tijen Par, Ankara Devlet Tiyatrosu'ndan çok güzel bir kız. Kocası da tiyatrocuymuş. Tesadüfen benim arkadaşım. Aa, dedi Nusret İkbal, "Senaryoyu yollayalım, okusunlar, sonra sen telefon et, konuş."Yolladık senaryoyu. Birkaç gün sonra telefon etti kocası. Okuduk, çok güzel senaryo, bayıldık dedi. Ben de sevindim. Ama konuşacağımız, danışmak istediğimiz bir iki şey var, gelir misin,dedi. Gelirim, dedim. Ankara, nolucak? Trenle gidiyoruz. Vagon restoran var, akşam oturuyoruz
bir kadeh bir şey içiyoruz. Muhakkak bir tanıdık çıkıyor, sohbet ediyoruz, sabah oradayız. Karşıladı beni, sarıldık öpüştük. Güzel bir kız ama soğuk gibi geldi bana. Neyse, kocası dedi ki, "Biz biliyorsun, devlet memuruyuz. Filmin içinde bir iki tane
öpüşme sahnesi var. Onları sen kamufle bile etsen, öpüşüyorlar diye intiba uyandırırsan, biz şey oluruz. Müşkül vaziyette kalırız. Onları çıkartabilir misin?". Dedim ki, "Sen tiyatrocusun, dramı bilirsin, dramatik yapıyı da bilirsin. Bu seks filmi değil, dramatik film. Ama bu öpüşme bir aşama. Kız zengin, patronun kızı, - Türkiye'de bence sınıf yok ama - bir nevi sınıf değiştirecek diyelim. Bu 'ben seni sevdim'le olur mu? Onun en azından öpüştüğünü muhakkak görmemiz lazım ve birkaç kere olması lazım ki seyirci inansın", dedim. "Afedersin", dedi "biz de o zaman oynayamıycaz". "Hadi hayırlı olsun" dedim, döndüm. Dönerken de telefon ettim Nurset Abi'ye, "Abi bu iş olmuyor". Telaşlandı. Ayhan her film için üçer haftalık programlar yapıyor. Tarihler veriyor. O üç hafta içinde film bitmezse bırakıyor, sonra çektiği filmlerinde arasında bir iki boş gün yaratıp kalan filmi bitiriyor. Aslında çok dürüst, çok disiplinli bir adamdı. Döndüğümün ertesi günü yazıhaneye geldim. Gazeteye ilan vermişler, 'kadın oyuncu aranıyor' diye.
Türk sinemasında tipik bir kadın imajı vardır Türkan Şoray'ın ifade ettiği.
F.C. - Türkan Şoray'ı, gazete ilanlarıyla mı buldunuz?
E.G.- Hayır. Panter Emel diye bir sinema oyuncusu vardır. Türkan Şoray onların evinde kiracıymış. Türker İnanoğlu da oralarda, Panter'in de oynadığı bir
film çekiyormuş. Bizim sette bir usül vardır: harici sahne çekilirken set işçileri öyle bir iple çekin alanını çevirirler, meraklılar dışardan seyreder. Türkan da meraklı. Gelmiş, seyrediyor. Türker cin gibi bir adam. Türkan gözüne ilişmiş, "Kim bu kız?" diye sormuş. Emel, "Bizim kiracı." demiş. "Çok güzel bir kız, oynar mı?" "Bilmiyorum, talebe, ortaokulda okuyor." "Anası nerde, ona soralım, çağır bir konuşayım" demiş Türker.
Annesiyle konuşuyor. Hanfendi, ben kızınızda büyük bir cevher görüyorum, bu filmde bir rol oynatıyım, hem ben göreyim, hem de siz görün. Sonra karar veririz" diyor. Emel'in rolünü veriyor Türkan'a. (Gülüyor) Emel'i ekarte ediyor. Türker'e cin gibi dediğim o yüzden.
Beya Film (Nusret İkbal), Türkan Şoray'ı yazıhaneye çağırmış. Geldi. Güzel bir kız. 16 yaşındaydı ama dahaolgun gözüküyordu. Akça pakça ama gözleri müthiş. Sözleşmeyi annesi imzaladı. Filme başladık.
F.C.-Seks filmleri dönemi nasıl başladı?
E.G.-Bu dönemlerin sebebini konuşmak çok
uzun sürer ama iki tanesini söyleyim, yetmişli yılların sonuna doğru terör çok artmıştı.
İstanbul'da sağcılar-solcular sokaklarda birbirlerini vuruyorlardı. Aileler için tehlikeli bir ortam vardı, sokağa çıkamadılar. İkincisi de televizyon tek
kanal da olsa evlere girmişti, yani sinema seyircisi evinde film seyredebiliyordu. Bu iki neden, bizim sinema seyircimizin sinemaya gitmesine mani oldu. Ve filmler iş yapmamaya başladı. Şimdi meslektaşlar daha önce bir sürü film çekmiş. Onların pazarlanmaya devam edebilmesi için yenisi gelicek, yeni film eski film beraber pazarlanacak. Onun için prodüktörler film çekmek zorunda. Aile gelmedi mi, kime hitap etcek? Sokaktaki lümpenlere, sokakta dolaşanlara. Onların tutkusu seks. O zaman seks filmleri dönemi böyle başlıyor. Yani bu tepeden inme bir şey değil. Şartların getirdiği, bu da bir nevi akım yani. Ben dünya sinemasını pek tanımıyorum, sevmiyorum da zaten. Kendi ülkem, kendi kültürüm, kendi sanatım, kendi insanım. Benim problemim kendi ülkemle ilgili. Dışarsıile ülkeme yararlı olacağı kadar ilgilenirim. Film yönetmenleri, oyuncularını falan da fazla tanımam.
Atıf Yılmaz, benim gördüğüm Türkiye'de en geniş yelpazesi olan yönetmendi. En basit filmden en derin içerikli filme kadar. Seks filmlerinin de ustası, düşünün ki sevici ilişkisini anlatan bir film yaptı. Atıf çektiği için merak ettim. Müthiş bir film. Festivallerdeki ödüllere falan fazla inanmam ama o filmde Lale Mansur en iyi kadın oyuncu ödülünü aldı. Hem de böyle bir filmde, düşünebiliyor musunuz? Ayrıca, Atıf'ın gene çok başarılı bir dönemi var,
daha doğrusu Türk sinemasının kaderini, yönünü, çehresini, görüntüsünü değiştirdi.
Türk sinemasında tipik bir kadın imajı vardır Türkan Şoray'ın ifade ettiği. Yani temsilcisi olduğu. Bütün kadın oyuncular aynı kalıbın içine girer, o hem çok namusludur, çok dürüsttür. Hiç suç işlemez. Ailenizin düzenini bozacak bir harekette bulunmaz. Hayatta böyle tipler var ama bunu genellediğiniz zaman monoton hale geliyor. Atıf Yılmaz, ilk defa hem yeni bir konuyu, hem de yeni bir oyuncuyu Müjde Ar'ı sinemamıza getirdi. Üç tane film yaptı. Bu üç filmde de kadın kahraman kocasını aldatıyor. Daha önce böyle bir filmi sinemaya koyarsanız, bu filmin iş yapmasının imkanı yoktu. Öyle usta ki, o konuyu bile nasıl sinemalaştırdı, nasıl seyirciyle bütünleştirdi, işteonun için harika diyorum. Sinemada birçok usta var. İşte montajda Orhan Atadeniz, yönetmenlikte de Atıf Yılmaz. Tabii Memduh, Metin falan hepsi çok iyi yönetmenler. Ama onun kadar geniş alanda o kadar düzeyli filmler yapan başka yönetmen yok. Dünyada var mı? Zannetmiyorum. Pek fazla bilmiyorum, yanlış bir şey söylemeyeyim.
Şimdi Yılmaz'dan Türkan'a bağlayalım. Konuyu da bitirelim. Bu seks filmleri başlayınca tabii bizim oyuncular oynamıyorlar. Hele starlar hiç oynamıyor. Fakat bunların şöhreti var. Başka bir alanda, gazino, Türk müziğinin hakim olduğu müzikholler. Adamlar bakıyorlar, mesela Türkan Şoray filmde şarkı söylüyor. Madem orda şarkı söylemiş, alalım bunları sahneye çıkaralım.Gazino iş yapsın. Adamın ticari bakışı doğru. Ve herkes çıktı. Kadını erkeği, Ayhan Işık bile çıktı, düşünebiliyor musunuz? Ekrem Bora'lar falan çıktı. Bir tek Türkan Şoray HAYIR dedi. Şimdi arayı yapan da Öztürk Serengil. Piyasanın içinde herkesle ilişkileri o kuruyor. Fahrettin Aslan "Ben ona bu kadronun parası kadar para vereyim" diyor. Müthiş bir şey, düşünebiliyor musunuz? Seviniyor Öztürk, "tamam abi" diyor, koşuyor gidiyor. Türkan'a, "Bütün kadronun parasını veriyor sana" diyor. "Ben bir şeye hayır diyorsam durup dururken demem" diyor. "Ben sahneye çıkıp şarkı söylemem". Öztürk: "Yav sen sinemada şarkı söylüyorsun. Orda yaptığını burda yapıcaksın" diyor. "Ben sinemacıyım, filmde şarkı söylerim ama şarkıcı değilim. Gazinoda şarkı söylemem". Bir de bunun ilavesi var. İspatlanmış bir şey değil, belki de yakıştırmışlardır. "Ben sinema oyuncusuyum, inandığım bir rolü, aklım keserse striptiz de yaparım. Şimdi gazinoda striptiz mi yapıcam?" diyor. Türk sineması içinde bütün starlar, başrol oyuncuları hatta ikinci rollerdekiler, hepsi çıktılar. Bir tek Türkan çıkmadı. Türkan boşuna sultan olmadı. Ayhan da boşuna kral olmadı.
F.C.- Otobüs Yolcuları'nın izleyicisi ile ilişkisi nasıl oldu?
E.G.- Çok büyük iş yaptı. Toplumsal gerçekçi akımın filmlerinden biridir. Konu, Karanlıkta Uyananlar'a geldiği zaman toplumsal gerçekçi akıma da gireriz. Karanlıkta Uyananlar moda şu ara. Herkes onunla ilgili bir şeyler soruyor, söylüyor. Röportajlar yapıyoruz, hatta başka şehirlere gidip açık oturumlar, söyleşiler yapıyoruz.
Bir sinema eserinden bahsederken, onun hangi şartlar altında doğduğunu, hangi akım içinde yer aldığını belirtmemiz gerekir. Bu her film için geçerli. Karanlıkta Uyananlar için daha da geçerli. Çünkü, o alanda maalesef tek.
Şimdi bütün bu röportajın içinde bütün söylediğim şeyler ya benim yaşadım ya da inandığım şeyler. Ama bütün bunlar bence böyle. Sizce belki benimkinden daha değişik olabilir. Onu da saygıyla karşılarım.
Ama bilgi de değişkendir. Bugün için doğru olan bir bilgi başka bir zaman için yanlış olabiliyor. Tutucu olabiliyor. Yanlışa daha da fazla tutunursanız, onu geriye doğru çekmeye başlıyorsunuz. İşte bence asıl gericilik de o.
F.C.-Konu açılmışken Karanlıkta Uyananlar'dan da bahsedelim diyorum.
E.G.-Ama bunu anlatmak için önce "Türk Sinemasındaki Toplumsal Gerçekçi Akım"dan girmek lazım. Bu akım nasıl meydana gelmiş, hangi ortamda gelişmiş, bu akımı hangi filmler ve hangi yönetmenler meydana getiriyor ve bu akım niçin ve nasıl bitiyor? Bütün bunlardan sonra "Karanlıkta Uyananlar"ı daha iyi anlatabiliriz.
F.C. - O zaman bu konuyu daha sonra irdeleriz. E.G.- Çok daha iyi olur.
F.C. - Teşekkür ederim.
E.G. - Ben de teşekkür ederim.
Yorumlar (0)