Pierre-Alain ile bir değil, birkaç kez karşı karşıya geldik. Yakın ve derin sohbetler yürüdü gitti. Öyle ki biricik Solfasol gazetesini kendisine takdim etme cesaretini bile gösterdik. Cesaret, çünkü Pierre-Alain çok sık Türkiye’ye gelmiş olduğu halde kısa süreler kaldığı için Türkçe öğrenme fırsatı bulamamış. Emekliliğini alıp uzun zamandır hayalini kurduğu hedefine ulaşmak için yine Datça’ya gelmiş. Hedefi Türkçe öğrenmek.
Solfasol: Ey Yolcu! Nereden geldin, nereye gidersin?
Pierre: Bu uzun bir hikâye. 30 yıl öncesiydi. İsviçre’de. Bir arkadaşım vardı. Türkiye’yi terk etmiş. Bir mimar. Bir gün bana “Türkiye’yi ziyaret etmelisin” dedi. “Hmm,” dedim. “Türkiye? Nerede ki?” O dönemlerde henüz bu kadar çok yolculuk yapmamıştım. Bir kez, çok kısa bir süre için Çekoslovakya’ya gitmiştim. Çalışmaya başlamıştım tabii İsviçre Televizyonu’nda. İsviçre’nin içinde yolculuklarım oldu. Bir de Fransa’ya. Ama Türkiye? Hiçbir fikrim yoktu. Dedi ki, “Benim bir evim var. Yazlık. Datça’da. Küçük bir kasabadır. Güzeldir”. Ben de “iyi öyleyse” dedim. Ailemle birlikte geldim. Bir oğlum ve bir kızım vardı. Kızım 10, oğlum 6 yaşındaydı.
S: Yani sadece bir tatildi.
P: Ülkeyi tanımak içindi de. Arkadaşımın bana anlattıklarını görmek için. Bir taş tutkunuydu arkadaşım. Bu ülkedeki izlerini, sitleri görmek istedim. Hiçbir fikrim yoktu gerçekten. Avrupa’da Türkiye hakkında bilinen tek şey “Midnight Express”ti. Maalesef. Alain Parker’in filmi. Hiç iyi bir imaj değil. Ne yazık ki!
Komik olan, Türkiye’yle ilk deneyimim. İzmir’e geldik. Havalimanına. Bir araç kiraladık. İzmir’de bir otel rezerve etmiştik. 1986. Askeri dönemdi. Havalimanında ne bir tabela, ne de başka bir şeyi anlayabiliyordum. İzmir’in merkezine nasıl gidilir,
işin içinden çıkamıyordum. İç sesime güvendim ve çok güzel görünen bir yola girdim. Dümdüz, ışıksız... Türkiye harika bir yer diye düşündüm. Işıksızlık biraz sorun olabilirdi belki ama araba yoktu yollarda. Bu harikaydı. Daha bir kilometre yol almamışken birden güçlü ışıklar yandı. Yolda, silahlı donanımı olan askeri bir araç vardı. Bizi durdurdular. Bir asker bize doğru geldi. Çok nazikti. Diğerleri de öyle. Askeri bir yola girmişim. Buna şahit olan 6 yaşındaki oğlum bugün 39 yaşında ama hala bu anıyı hatırlıyor. Asker bize doğru yolu gösterdi. İzmir’e doğru yol almaya başladık.
S: Hoş gelmişsiniz.
P: Hoş bulduk. Bayağı korkmuştuk tabii. İzmir’den sonra Bodrum’a doğru yol aldık. Burada küçücük bir feribot vardı. Dört araç alabiliyordu sanırım. Belki de beş. Daha fazla değil. Bu şekilde Datça’ya geldik. Arkadaşım bizi ağırladı. Özellikle Datça’dan bahsediyorum. Çünkü burası beni başından beri çok etkiledi. O zamanlar belki de bin kişilik bir nüfus vardı. O yıl üç haftalık tatilimizi burada yaptık. Bundan sonra Avrupa’daki klişelerimizden kurtulma deneyimleri yaşadık. Birçok insanla tanıştım. Köylüler, kasabalılar, bürokratlar. Arkadaşım bana sürekli tercümanlık yaptı.
S: O gün bugündür peki? Buraya sık sık geldin. Ne aradın? Ya da bir şey arıyor muydun?
P: Hayır, aslında özel bir şey aramadım. Sık sık sistematik olarak tatil yapmak üzere geldim, geldik. Neredeyse her yıl. Hayatımda büyük değişikliklerin olduğu birkaç yıl dışında. Sonra tanıştığım hayat arkadaşım da Türkiye’ye hayran oldu. 96’dan itibaren yılda iki-üç sefer gelmeye başladık. Özellikle Datça’ya. Diğer şehirleri de ziyaret ettim tabii. Ankara, İstanbul, İzmir.... Kâh arabayla kâh trenle. Henüz Ankara’nın doğusuna gitme fırsatım olmadı.
S: Aramadıysan da birçok şey bulmuşsundur herhalde.
P: Elbette. Amacım görmekti. Ben meslek hayatıma fotoğrafçı olarak başladım. Görmek benim için çok önemli ve değerli. Sonra kameraman oldum İsviçre Televizyonu’nda, 1973’te. Beni Türkiye’de en çok etkileyen insanlardı. Başka ülkelerde de benzer bir deneyim elde edebilirdim belki. Ama Küçük İsviçrem’den ilk çıkışımdı ve olağanüstü bulduğum bir insan topluluğunu tanıma fırsatı bulmuştum. Asla tahayyül edemeyeceğim bir kültürleri vardı. Müzikleri de öyle. İnanılmaz bulmuştum. Beni heyecanlandıran şeylerdi bunlar. O kadar yıl boyunca gerçekleştirdiğim kısa Datça ziyaretleri sonunda nihayet vakit bulduğumda ilk yapmam gereken şey Türkçe öğrenmek oldu.
İstanbul ziyaretlerim de oldu demiştim. Beni derinden etkileyen bir şehir oldu İstanbul. Başka bir kültür, başka bir davranış biçimi, başka bir duygu biçimi buldum buralarda. Bu ülkedehafifliyordum, kendimi çok rahat hissediyordum. Şimdi biraz daha genç olsaydım, bir işim olsaydı buralara tamamen yerleşebilirdim. Özellikle de Datça’ya.
S: Bize, en çok etkilendiğin birkaç kısa hikâye anlatabilir misin?
P: Burada bir İsviçreli İle daha tanıştım. Yoland Aydemir. O zamanlar kültürel çalışmalarda oldukça aktif bir kadın. DATÇEV’in kuruluşunda ve işleyişinde de çok önemli roller oynadı. Bu işlerle de ilgilendim. Yine burada yaşayan bir Alman kadın vardı. Elizabeth Tüzün. Doğa ve çevre koruma konusunda son derece yoğun çalışmalar yürütüyordu. Gebekum çalışması kayda değer. Onunla da yan yana çalışabildik burada. Bitki kataloğu hakkında. Şükür ki Fransızca biliyordu. Yaptıkları ilk afiş benim fotoğraflarımdan oluştu. O zamanlar Datça kartpostallarındaki fotoğraflar da hem kareler, hem kalite açısından oldukça sorunluydu. Bir kartpostal serisi hazırladım DATÇEV için. Pastane önünde bekleyen köpek, telefon kulübesi, kargı büfesi gibi o zamanlar için son derece sıra dışı Datça fotoğrafları. Gebekum ve DATÇEV sayesinde Datça’yı yakından tanıma fırsatım oldu böylece. Fotoğrafların aldığı tepki ilginçti. Bir de DATÇEV logosunu yaptık. Kızılderili başı diye adlandırılan şu yatan adam dağından etkilenerek.
80’lerde Datça tanıtımını yapan bir film ekibi vardı. Hollandalı bir ekip. Arkadaşım onlara İsviçre’den profesyonel bir kameramanın burada olduğunu söyledi. Öyle bir abartarak. Onlar da bunu ilginç buldu ve elime bir kamera tutuşturdular. Oldukça ağır bir modeldi. O zamanlar öyleydi profesyonel kameralar. Ana caddede bütün gece canlı müzik yapan bir bar vardı. Orada bir film çektik. Yapımcı bir kadındı ve deliydi. Bir Fellini ya da bir Ingmar Bergman filmi çekiyor gibiydi. Ben de sinirlendim, sizinle böyle çalışmam burada dedim. Tamamen amatörlerdi. Ama muhteşem profesyonellermiş gibi davranıyorlardı.
S: Peki Ankara? Ankara’dan ne aldın?
P: Fazla kalmadım orada. Adı Yıldız olan ama yıldızsız bir otelde kaldım. Ankara’dan trene binip Haydarpaşa’ya gittim. Tren eski bir trendi. Restoran kısmına gittim. Harikaydı. Olağanüstüydü. O masalarda oturmak ve etraftaki herkesle sohbet etmek.
S: Ama şimdi Ankara ile başka bağlantıların var. Dolaylı bağlantıların. Öyle değil mi?
P: Evet, tabii. Solfasol. İşte gazetem de burada, elimde. Datça’da tanıştığım Ankaralılar sayesinde karşılaştığım bir gazete. Etkilendim tabii. Boş konuşmuyorum. Bir gazeteci olarak değerlendireceğim ve tabii Avrupalı gazete anlayışını karşısına koyarak. Gazetede daha ilk sayfada dahi dikkatimi çeken şu: Grafik ve mizanpaj. Bunlar daha gazeteyi elinize alır almaz gazeteyi okuma isteği uyandırıyor. Şu anda henüz gazeteyi okuyabilecek kadar Türkçe bilmiyorum. Sanırım bir buçuk yıl içinde, tüm seviyeleri bitirdiğim zaman bir içerik değerlendirmesi de yapabileceğim.
Solfasol’u Türkiye’deki diğer gazetelerle karşılaştırdığım zaman (Hürriyet gibi mesela) şunu görüyorum. Hürriyet’te inanılmaz bir görsel patlaması var. Sayfayla ilişkisi yok görünüyor. Anlaşılır değil. Grafik ise bence gerçekten kötü. Belki bu grafik, bu ülkede bir anlam ifade edebiliyor olabilir. Benim düşüncem Avrupa grafik anlayışına göre elbette. Ben Solfasol’ün bu grafik anlayışını beğendim. Okuma isteği uyandırıyor demiştim. İlginç bulduğum bir şey daha var. Şuradaki fotoğrafa bak. Bu karenin tesadüfi olup olmadığını bilmiyorum. Bariyerler var. Bir kadın burada, bir başka kadın da şurada. Biri bu tarafa diğeri şu tarafa bakıyor. Ne olayı, ne konuyu bilmediğim halde bu fotoğraf bana çok anlamlı geliyor. İşte bu çok değerli.
Gazetede reklam da yok. Mali olarak destekleyen kişiler var galiba. Bağışçılar, sponsorlar var. Bir abonelik sistemi de. Gazetenin ücretsiz olarak dağıtıldığını da öğrenmiştim Onur’dan. Bu da elbette çok ilgimi çekti. Bakalım, evet, 8 yıldır kendine yeterek ayakta duruyor. Bu çok etkileyici.
İyi bulduğum bir nokta daha var. Röportajlar. Burada mesela bir bey var. İsviçre’deki bir gazetede tek bir fotoğraf olur belki bir röportajda. Ama burada 4 fotoğraf var. Çeşitli ifadeler taşıyan 4 fotoğraf. Küçük bir film gibi, iyi bir resim gibi. Röportajın kimle yapıldığını az önce sen bana söylemiştin. Ankaralı muhteşem bir sahafla. Ama bilmeden önce de bir şeyler hissetmek mümkün oldu. Görsel ifade zenginliği sağlıyor bunu.
Bir de logo dikkatimi çekti. Etkilendim. Dönemin bir bisikleti, üzerinde bir tür keçi. Bu ilerleme anlamına geliyor sanırım. Solfasol Ankara’da bir mahalleymiş. Bunun sol ile ilgisi olup olmadığını bilmiyorum. Görünüşe göre öyle olmalı. Yoksa müzik mi? Keçi belki de inat, belki bir tür anarşizmi ifade ediyor. Çok yönlü, anlamlı bir logo. Eğlenceli olması da dikkat çekiyor. Başarılı.
S: Çok teşekkür ederiz Pierre-Alain. Türkçe öğrenmek ve tatil yapmak için ayırdığın zamandan bize de biraz harcadın. Son birkaç şey daha söylemek ister misin?
P: İşim gereği çok yolculuk ettim, ama hiçbir yerde uzun süre kalamadım. Türkiye’de de çok uzun süreler geçiremedim. Bu sefer ilk defa iki ay gibi uzun bir süreden beri Datça’dayım. Türkçe öğrenmeyi hedefledim ve buna çabalıyorum. Benim için bu çok büyük bir hediye gibi. Bir şeyleri anlamaya başlamak çok heyecanlı.
S: Teşekkürler Pierre-Alain. Bizim için de seninle tanışmak güzel bir hediye oldu.
Yorumlar (0)