Gazetecilik yıllarımdan “Külotlu Çorap” Yazıları

Gazetecilik yıllarımdan “Külotlu Çorap” Yazıları

Atasözlerinin her biri olumlu mudur? Tartışılır. Şu var ki, kimi durumda son kertede açıklayıcıdır. Örneğin, “çanağa ne doğrarsan kaşığında o çıkar” atasözü, gündemdeki önemli konulardan birinin bu noktaya nasıl gelindiğini pek iyi anlatıyor.

2020 yılında gündemin ilk sırasındaki konu koronovirüs (COVID 19) ile savaşım. Gündemin iç sızlatan, yürek yakan konusu ise, koronovirüsten önce de vardı, atlatırsak, pandemiden sonra da var olacak: Kadına şiddet. 

Neredeyse her gün bir kadın öldürülüyor. Artısı var: Öldürülmeyenler dövülüyor. Baskı altında tutuluyor. Özgürlükleri yok. Saçma sapan yasaklar altında yaşamaya zorlanıyorlar. 

Nasıl önlenecek, nasıl önüne geçilecek bu çarpık durumun belli değil. Her kafadan bir ses çıkıyor. Ne var, köklü bir çözüm öneren de yok, öne sürülenleri hakçasına tartışan da…

Kökende bugünlere gelineceği kestirimlenmeliydi. Bugünlere elbirliğiyle gelindi. Bir deyim: Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir. 
İster misiniz “Çarşamba”ya dönelim.

***

Yıl 1978. Tam 42 yıl önce. Çalıştığım gazetedeki köşe yazımın başlığı, “Külotlu Çorap”.

O sıralarda bir TV reklamında kocası karısına sesleniyordu:

“Merhaba çorbacım, şeyyy... karıcığım...”

Köşeyazımda diyordum ki: “Merhaba hanımlar. TV’deki reklamları izledikçe, kadın olmadığım halde sinirlerim alt-üst oluyor, esenliğim zedeleniyor. Siz, kadın olduğunuz halde, hiç ses çıkarmıyorsunuz, bravo vallahi, ne sağlam, çelik gibi sinirleriniz var. Ayrıca kurduğunuz dernekleriniz var. Derneklerinizin yöneticileri var, her yıl “yılın anası”nı seçiyorlar, “yılın kadını”nı belirliyorlar, başka etkinlikler de yapıyorlar kuşkusuz. Gelgelelim, şu basın yayın reklamlarının koşullandırdığı “kadın simgesi”ne karşı çıkmıyorlar.

Reklamlara karşı takınıldığı gözlenen vurdumduymaz tavır nasıl açıklanmalı? Reklam kadını öyle bir, “Kocacığım...” diyor ki, evlere şenlik. O edayla, o tonda, o vurguyla konuşan bir kadına bir kadın bile zor tahammül eder.

Bunu da geçelim, ama toptan bir değerlendirmede, dünyada kadın erkek eşitliği için verilen savaşımların kızıştığı bir dönemde, tersine yol aldığımız ortaya çıkar. 
 

None
None

Nasıl bir kadın simgesinin koşullandırıldığını gözden geçirelim: Reklamların kadınları, 
çamaşır, bulaşık yıkamak, yemek pişirmek ve temizlikten öte bir şeyle uğraşmayan; kocasının yakışıklılığı, giyimi, işi, banka kartı ve banka cüzdanıyla (o sıralar böyle bir cüzdan vardı, hesap sahiplerine verilen) övünen; ev dışı yaşantısı aşırı tüketime dönük alış-verişle sınırlı; çamaşırı “sert” olduğu için suçluluk duyup ne yapacağını kara kara düşünüp üzülen ya da çamaşırının “yumuşaklığı”ndan başka bir şeyi önemsemeyen; çalışıyorsa, sektreterlikten yukarı bir görevi yüklenemeyen (yüklenmesine reklamların izin vermediği); teninin yumuşaklığını korumak için “okşayıcı köpüklü sabun”, “çiçeklerin özünden yapılmış kremler” kullanan, bacaklarına “başkalık veren” çorapları yeğleyen, saçlarını biri muhakkak onun için olan şampuanlarla yıkayıp omuzlarına dökerek salına salına yürüyen; bakımını kesinlikle savsaklamayan; evine ve kendine dönük, erkeğine bağımlı, çevreye sımsıkı kapalı kadınlar... Dernekleşmiş kadınlarımız çağdaş Türk kadınını böyle mi görüyorlar; imgelerindeki kadın, reklam kadınlarının simgesiyle bağdaşıyor mu? Özdenlikle merak ediyorum.

(O sırada yayımlanmış Phyllis Schlafly imzalı “Olumlu Kadının Gücü/The Power of Positive Woman” (Crown Publications, 1977) başlıklı kitaba getirmişim sözü. Phyllis Schlafly bir muhafazakâr yazar. Cumhuriyetçi partinin ateşli üyelerinden. Bu sayfalarda hem söze konu kitabının hem de Trump için kaleme aldığı kitabının kapak görselleri ve ABD’nin 40. Başkanı Ronald Reagan ve son Başkan Trump ile birlikte saptanmış görüntüleri yer alıyor. 1924 yılında doğan Phyllis Schlafly, 2016 yılında 92 yaşındayken öldü. 26 kitap bıraktı. Trump hakkındaki son kitabı ölümünden sonra yayımlandı. “Olumlu Kadının Gücü” 9. kitabı idi.)

Şöyle yazmıştı:

“Bir olumlu kadın bilir ki, erkeğinki hoşlanılmaksa, kadının baş duygusal gereksinimi sevmektir.”
Yetmedi mi? Biraz daha alıntı:

“Margaret Thatcher, Britanya Muhafazakar Parti Lideri, bir olumlu kadındır, çünkü her sabah kocasının kahvaltısını hazırlamaktadır. Betty Ford (ABD eski başkanı Gerld Ford’un eşi) olumlu kadın değildir, çünkü kahvaltı hazırlamak yerine sabahları yatağından çıkmamaktadır.”

None

TV reklamlarındaki kadınlara uygun düşüyor bu tanımlar. Uygun düşüyor ve o reklamlardaki kadın simgesinin kökenlerini açıklıyor.

Phyllis Schlafly’nın evlilik tanımı da ilginç:

“Evlilik külotlu çorap gibidir, farklılığı içine koyduğunuz yaratır.”

Evliliği bilmem ama kadınlarımız külotlu çoraptan daha çok başka şeylerle (örneğin kadın erkek eşitliği gibi temel sorunlarla) ilgilenmekte biraz daha gecikirlerse gelişmiş ülkelerdeki hemcinslerinden farkları kalmayacak.

***

42 yıl önceki (eklemeler, çıkarmalarla/kısaltmalarla, ufak tefek düzeltmelerle aktardığım) köşe yazım böyle sonlanıyordu. 42 yıldır çanağa doğradıklarımız bugün kaşığımıza geliyor ve yutmakta zorlanıyoruz.

Yukardaki satırlarda okunanlara bugün bir ekleme yapmak isterim: Phyllis Schlafly’nın yazdıkları da kanıtlıyor ki, kırk küsur yıldır Türkiye’de pekiştirilen “kadın simgesi”, bir “ithal simge”. 

***

Ülkem olay zenginliği bakımından başka ülke gazetecilerinin gıpta ettiği bir ülke. Bugünün manşet haberinin önemi 24 saat bile sürmeyebilir. Her gün yeni ve giderek (hatta) birkaç manşetlik haber bir gün öncekilerin unutulmasına yol açar. Köşeyazılarının izleği de her gün yenilenir. Olan biteni izlemek zorundadır yorum yazarı. Dolayısıyla, gerekmedikçe aynı izlekte köşeyazısı yazılmaz. Gündeme uyulur. “Külotlu çorap”tan sonra çeşitli konularda yorumlar yazdım. Yaklaşık bir ay sonra konuya döndüm.  Yazımın başlığı: “’Külotlu çorap’ üstüne bir okur mektubu” idi. O dönem sayısal ortam yok, akıllı telefon ne gezer, sabit telefon almak için bile başvurup yıllarca bekleniyor, sosyal medyadan vaz geçin “atari” bile henüz emeklemiyor. İletişim mektupla, acil durumlarda telgrafla sağlanıyor. 

***

Yazıma bir açıklamayla girdim: Sakarya/Arifiye’den bir hanım okuyucum “Külotlu Çorap” başlıklı yazımı okuyunca kaleme kağıda sarılıpbir mektup yazmış bana. Mektubunu İstanbul’a göndermiş. Ankara’ya bana gönderildi. Böylece aradan epeyce zaman geçtikten sonra elime geçti. Geçen hafta. Ve geçen hafta, biliyorsunuz, ‘yığın’ ve ‘yığınlar’ sözcüklerinin çağdaş anlamları üzerinde durdum. Dolayısıyla okuyucumun (adını vermemi istemez belki, kısaca A.U.) bu güzel mektubunu bugün yayımlıyorum. İşte yazdıkları:

“Sabah sabah oldu mu ya şimdi...

Tam da kocamın gömleklerini Tursil 66 (66 mıydı?) neyse, işte, Tursille bembeyaz filan yapacaktım bugün. Saçlarımı Elidorla yıkayıp ipekletecektim ve de kırk yılda bir içim sıcacık bir çorba çekmişti. Üstelik çoraplarım kaçmıştı da, ‘külotlu mu alsam?..’ diye düşünmekten beynim çatlamak üzereydi.

None
None

“Ülkem olay zenginliği bakımından başka ülke gazetecilerinin gıpta ettiği bir ülke. Bugünün manşet haberinin önemi 24 saat bile sürmeyebilir. Her gün yeni ve giderek (hatta) birkaç manşetlik haber bir gün öncekilerin unutulmasına yol açar.”

Üstelik çoraplarım kaçmıştı da, ‘külotlu mu alsam?..’ diye düşünmekten beynim çatlamak üzereydi.

Bunca yüklü bir günün sabahını az buçuk hafifletmek üzere sigaramı yakıp gazetemi okuyayım dedim. Nerden dedim?.. Yazıyı satır satır eritmeye başlayınca, yüzüm deforme olmaya başladı galiba, evde bilmem ne gündüz kremim de yok üstelik.

Rahatımızda, huzurumuzda, güzel saçlarımızda, sıcacık çorbalı soframızda gözün var anlaşılan Sayın Şenyapılı. Kıskanıyor musun kuzum?

Sakın, “yok hayır, kıskanmıyorum. Acıyorum sadece” deme, inanmam.

Nasıl ki, bu dev görüntülü, kara gölgeli, ufarak yaşamı biz de kıyılarda köşelerde öğüre öğüre yaşıyoruz diyesi olsam, belki sen de inanmazsın.

İçine girmesek, dışında sürüklensek de, üğüre öğüre... 

Ya peki, o peynir reklamı ne öyle?...

Bir dilim ekmek, üstüne peynir, kalın bir dilim, sucuk dilimleri daha üstüne, yumurtayı da kırıyor hepsinin üstüne ve aşk yapar gibi bir sesle, ‘ıhımmmm’ diye inliyor adamın biri.

Bu reklamı seyreden o peynirin bir diliminin kaç lira olduğunu bilmeyen çocuk ne biçim koşullanıyor?!

Daha önceleri bir banka reklamı vardı: ‘Mutlu bir çocuk’ diyordu. ‘Oyuncakları var onun. Annesi, babası. Güvenceli bir yaşamı. Arkadaşları ve... Bankasında hesabı.’

Tombul bir kız çocuğu gömülerek kadife bir koltuğa, gülümsüyordu güvenli güvenli.

Geçenlerde söz açıldıydı da bir toplulukta, tanıdık sayılır biri: ‘E, canım’ demişti, ‘çocuğuna o peynirden alamayanın, bankada çocuğuna hesap açtıramayanın evinde TV ne arıyor? TV de almasın, madem ki parası yok.

A güzeeeeel... (...)

Yine bir bayram TV seyrediyordum. (...) Eli mikrofonlu, insancıl sesli bir TV muhabiri, kimsesiz çocuklar yurdunun oraya kaykılmış, (...) ağır ağır kıpırdayan, iri bakışlı, gülümsemez, lunapark ya da sirk aslanı gibi içi dolu, suskun çocuklar. Çitin bu yanındaysa, ince, naif bir hanım, yanında saçları parlak altı-yedi yaşlarında kızı, ikisinin de yürekleri yüce, mikrofon ağızlarına dayanmış saygılıca.

‘Ne yapıyorsunuz burada hanımefendi?’ diye soruyor mikrofonlu elin ağzı.

‘Kızım’ diyor incelikli ses, ‘çok merhametlidir. Bu çocuklara eşyalarını, oyuncaklarını getirdi.’

O sırada kamera, ya işini bildiğinden ya da rastlantıyla başka bir çocuğun yüzüne çevriliyor. ‘Lanet olsun merhametinize be...’ der gibi çemkiriyor bakışları, kapkara, o çocuğun. Seçkin ananın zavallı sesi yineleniyor kulaklarda: ‘Merhametlidir de kızım...’

Acaba senin kızın kendine merhametlenmede çok geç kalacak mı, diye geçiveriyor içimden.

Zavallılar.

Zavallılar ya, kimler?...

Neyse Önder kardeşim, uzun lafın kısası, ne çorba içme isteğim kaldı ne Tursil 33, pardon 66, galiba 55 miydi, neyse, her neyse onunla gömlek yıkamaya, ne de Elidor’un yumurtalısıyla saçımı yıkamaya. Külotlu çorapsa  iyice aklımdan çıkmıştı.
Gördün mü bana ettiğini?... Huzurum kalmadı, uçtu gitti. Oysa nice huzurluydum. Bankada hesap bile açtıracaktım huzurumu ve güvencemi perçinlemek için.

Şaka şaka...

Değil Beethoven, Ludwig; Vivaldi, Antonio’nun ilkbahar bölümüyle bile çıldırıyoruz biz burada. (Başka köşeyazılarıma gönderme yapıyor bu tümcesiyle.) 

Ne hazır çorbalar, ne de çeşitli bal şampuanlar, ne güleryüzlü bankalar azaltıyor cinnetimizi.”

***

Aradan yıllar yıllar geçti ama yukarıda okuduklarınızı yadırgadınız mı? Bugün de aynı reklamlar yayımlanıyor. Çanağa doğrananlar aynı. Kadın simgesini yenileme, iyileştirme yönünde bir çaba yok. Tersine çabalar var. “İstanbul Sözleşmesi” ile ilgili toz duman henüz tam anlamıyla yatışmış değil...

Sözleşmenin aleyhine gösteri yapan kadınların varlığını yadırgıyor musunuz?!
 

Yazar Önder Şenyapılı
  • Paylaş