Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Gezi Direnişinden İktidar ve Kent İlişkisine Bakmak

Gezi Direnişinden İktidar ve Kent İlişkisine Bakmak

Gezi isyanları neslimizin daha önce tanık olmadığı boyutta bir sosyal hareketler bütünüydü. Birçoğumuz böyle bir şeyi beklemediğimizi ve aniden ortaya çıkan bu hareket karşısında ne kadar büyük bir şaşkınlık yaşadığımızı söyledik. İktidar ise bunun aylar ve hatta yıllardır planlanan bir süreç olduğunu ifade ederken tek bir konuda belki de haklıydı: gezi isyanları bir kopuştan ziyade yıllardır süregelen, biriken huzursuzluğun bir sonucuydu. Muhafazakar ideolojinin hegemonyası ile beraber dur durak bilmeden ve gittikçe daha şiddetli bir şekilde yıkıcılaşan neoliberalizm, Türkiye’de son yıllarda ciddi bir toplumsal huzursuzluğun ortaya çıkmasının taşlarını döşemiştir. Gezi isyanlarını farklı birçok başlık altında incelemek ve yorumlamak mümkündür, zira Gezi’yi getiren süreçte beden siyasetinden kimlik siyasetine, kentsel siyasetten gündelik hayatın bastırılmasına, tüketim alışkanlıklarına karışılmasından çalışan sınıfarın ekonomik durumlarında süregelen bozulmalara kadar birçok faktör rol oynamıştır.

Hepimizi şaşırtan bu isyanın ortaya çıkması ile bir kavramla daha açık biçimde yüzleşmeliyiz: Kamusallık. Kamusallıktan kastımız nedir? Bu kavram ile hem kentsel kamusal mekanları hem de bireyin toplumsallığını idare eden kurumsal ve siyasal süreçleri ifade ediyoruz. Bu kavramı temele alarak Gezi’ye baktığımızda Türkiye’de son yıllarda değişmekte olan ve giderek daha da otoriterleşen bir siyasetin altında daralmakta olan bir kamusallıkla karşılaşıyoruz.

 Kadınların bedenleri ile ilgili politikalar ve söylemler (üç çocuk konusu, doğum kontrole açılan ideolojik savaş ve kadına şiddette görülen korkutucu artış), LGBTİ bireylerin karşı karşıya kaldığı düşmanca tavır, şiddet ve en iyi durumlarda bile içerisinde bırakıldıkları yadsınma durumu, alkollü içeceklerin tüketimine dair getirilen düzenlemeler(!), Kürt halkının yıllardır yaşadığı sistematik baskı ve zulüm, Tekel İşçileri’nin direnişi ile beraber kristalleşmeye başlayan ve her daim var olmuş olan sınıfsal çatışma, Cumhuriyet ve aydınlanma ideolojisine yöneltilen saldırı, dini inanca etnik kökene referansla toplumu kutuplaştıran bir siyaset, en son da kentsel kamusal alanların talanına karşı gelen bir hareketin devlet şiddeti ile yok edilmeye çalışılması sonunda büyük bir eylemler zinciri başladı.

Tüm bu baskıların yanı sıra toplumun, “kamu” tanımının dışında bırakılmaya başlayan bu kesimleri açısından bir temsiliyet sorununun da ortaya çıktığı aşikar. Temsili demokrasinin kurumları ve parlamento, bu kesimlerin ihtiyaç ve isteklerinin ifade edilmesinde ve giderilmesinde başarısız olmuştur. Muhalafette yer alan partilerin zayıfığı ve vizyonsuzluğu, içerisinde sıkıştıkları dar ve sığ siyasi anlayışlar sebebiyle kendisinin ihtiyaçlarına burjuva temsili demokratik sistemi içerisinde yer bulamadığını fark eden toplumların isyan etmesi kadar normal bir durum yoktur. İşte bu siyasal alandan dışlanan kesimler gündelik hayatın politik olduğunu fark etmişler ve bilinçli olmasa dahi kentin bu mücadeledeki önemini ortaya çıkarmışlardır. Kentin ve kentsel siyasetin ise bu eylemlerde kurucu unsur durumuna gelmesi son derece doğaldır. Kent, sosyal süreçler doğrultusunda şekillenen bir alan olmasının yanı sıra tüm bu sosyal süreçlerin mekanı olarak kurucu bir öğe durumundadır. Siyasal kamusallığı baskılayan muhafazakar, neoliberal iktidar için de kentler sadece iktidarlarını uyguladıkları bir alan olmakla kalmaz aynı zamanda bu iktidarlarının da kurucu unsurlarından bir tanesi olarak öne çıkarlar. AKP’nin muhafazakar ideolojisinin verdiği hegemonik güç ile uyguladığı neoliberal ekonomi politikası için kent önemli bir ölçek olarak öne çıkmaktadır.

İktidar ve Taş

Richard Sennett’in, Ten ve Taş eserinde “iktidarın taşa ihtiyacı vardı”[1] derken kastettiği, bugün net bir biçimde karşımızdaki tablodur. Kent ve yukarıda değindiğimiz siyasal kamusallığın dönüşümü arasında nasıl bir ilişki vardır? Öncelikli olarak H. Tarık Şengül’ün bir tespitini hatırlamamız yerinde olacaktır. AKP iktidarında kent mekanının hızlı bir biçimde metalaştırılması ve kent mekanının muhafazakarlaştırılması projesine vurgu yapan Şengül “…mekanın hızla metalaşması şiddet ve otoriterliği esaslı biçimde tetiklemektedir. Bu tetiklemenin gerisinde; a) Mekanın meta olarak üretiminin hıza endekslenmesinin doğrudan bir sonucu olarak demokratik süreçlerin “hız kesicilikleri” nedeniyle askıya alınması, b) Metalaştırmanın kurumsallaşmış piyasa mekanizmaları aracılığıyla mümkün olmadığı, dirençle karşılaştığı ya da yüksek maliyet yarattığı durumlarda ilkel birikim ya da el koyma yoluyla birikim olarak ifade edilen ve çoğu durumda liberal hukuk ve ahlak kurallarını bile çiğneyen zor ve şiddet kullanımının yaygın ve normalleştirilmiş uygulamalar haline getirilmesi, c) Metanın mantığına uygun olarak mekanın yeniden üretimin değil, şiddete dayanan bir yaratıcı yıkıcılığın hedefi haline gelmesi vardır”[2] ifadeleri ile kent mekanı ve iktidarın otoriterleşmesi arasındaki ilişkiyi açık bir şekilde göstermiştir. Kentsel mekanı hedef alan bu saldırı, zincirleme bir reaksiyona neden olarak siyasal bir temsiliyet krizine evrilmiştir, ve toplumun temsiliyetini güçlendiren STK’ların, siyasal partilerin, örgütlerin, meslek odalarının tasfiye edilmesi ve güçsüzleştirilmesi ile ortaya çıkan bu temsiliyet krizi, Gezi isyanlarının da temelinde yatan unsurlardan bir tanesi olarak ortaya çıkmıştır.

Sokak Başka Bir Kent İnşaa Ediyor

Gezi ile beraber başlayan eylemlerin en büyük kazanımlarından bir tanesi de kent algısında yarattığı değişimdir. Sokaklar haftalarca insanların olmuş ve belki de uzun zamandan sonra ilk kez sokak kendini gerçekleştirebilmiştir. Sokağı sadece bir sirkülasyon mekanı olmaya indirgeyen ve hatta bu sirkülasyonu da tüketim adına düzenleyen neoliberal kentleşme anlayışına büyük bir darbe vurmuştur Gezi. Sokak hayatın, yaşamın mekanı haline getirilmiş; direnişin düzensizliği ile yeni üst bir düzenin mekansal temelleri atılmıştır. Karşıdan karşıya geçmekten bile korktuğumuz yollar insan seli tarafından doldurulmuş ve barikatlarla sokağı baskı altında tutmak isteyen kuvvetler bu mekanın dışarısında tutulmuştur. TOMA ve akrepler neredeyse birer kentsel mobilya haline gelmişler ve duvar yazıları ise sokakları devasa bir forum haline getirerek yeni bir iletişimsellik meydana getirmiştir. Verilen mücadele belki de ortaya konulan iddialı hedefere ulaşmamış gibi gözükmektedir ancak Gezi ve sonrasında başlayan süreçte kent algısı ve sokak yeniden tasarlanmıştır. Mekan kurgusunda ortaya çıkan bu sosyal değişimin zamanla başka alanlara genişleyerek kendisini her yerde göstereceğini söylemek mümkündür. Temelini hazırlayan etmenlerden bir tanesi olan temsili kamusallığın krizine karşılık olarak Gezi, kent forumlarıyla farklı bir siyasetin ve kamusallığın mümkün olduğunu gösterdi. Forumlar her ne kadar belirli konularda başarısız olmuş gibi gözükseler de yerel siyasetin önemini tekrar gözler önüne sermiş ve farklı bir yerelliğin inşaa edilebileceğini ortaya koymuştur.

 Yolsuzluk ve Kent Siyaseti

 Son günlerde ortaya çıkan yolsuzluk gündeminde adı geçen belirli isimlere baktığımızda durum netleşmektedir. Bazı “ufak tefek mimari i.nelikler” AKP iktidarının taşa olan ihtiyacını gözler önüne sermektedir. Kentlerimizin son yıllarda içerisinde bulunduğu “yaratıcı yıkım” süreci bunun en büyük ispatıdır. Alt sınıfarın mahallelerini işgal eden ve kentsel dönüşüm adı altında sermayenin ellerine teslim eden, mülksüzleştirme operasyonunu adeta bir askeri operasyon gibi polis şiddeti ile uygulayan iktidarın karşısına çıkan muhalefetin -kimden gelirse gelsin- kentleri ve kentsel rantı yöneten kurum ve kişileri hedef alması kaçınılmazdır. Ancak bu noktada hafife alınmaması gereken bir zorunlulukla da karşı karşıya bulunmaktayız. Kimin yönettiği konusunda farklı görüşlerin bulunduğu yolsuzluk operasyonları sadece AKP iktidarı açısından kentlerin önemini ortaya koymamış, egemen söylem içerisinde Gezi ve bu operasyonları yapanların da aynı başlık altında değerlendirilmesine neden olmuştur. Bunun nedenlerinden biri açık bir şekilde iktidarın her türlü muhalefeti “dış mihrak” olarak addetmesidir ancak hafife alınmaması gereken bir diğer neden ise kendi hegemonyasını ve iktidarını tehdit eden her iki eylemin de hegemonyasının temel dayanaklarından biri olan kentsel rantını hedef tahtasına koymasıdır. Bu, direnişin kendisini içerisinde bulunduğumuz süreçte izlediğimiz operasyonu yöneten veya yönetebilecek kesimlerden ayrıştırması gerekliliğini ortaya çıkartmaktadır.

Bu noktada ileri doğru atılacak adımları tartışırken belki de Gezi’nin bize bıraktığı ve arkamızda kaldığını düşünmememiz gereken mirasları da tekrar canlandırmak gerekmektedir. Kent forumlarının tekrar canlandırılması ve yaklaşan yerel seçimler öncesinde mevcut sisteme alternatif oluşturacak farklı bir yerel siyasetin inşaasına devam edilmesi önemli bir adım olabilir. Düşmanımın düşmanı dostumdur şiarı benimsenmemeli ve her iki iktidar odağına karşı mücadele gerek söylem gerek eylem düzeyinde devam ettirilmelidir.

 [1]Sennett, R. ; Ten ve Taş. Metis Yayınları.

[2]http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/direnisin-ardindangezi-parki-baskaldirisi-ertesinde-kent-ve-siyaset-haberi-77713

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış