Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Göçmen Krizi ve Avrupa’daki Türkiye Seçmeni

Göçmen Krizi ve Avrupa’daki Türkiye Seçmeni

16 Nisan ‘Cumhurbaşkanlığı’ Referandumuna 15 Temmuz darbe girişiminin gölgesindeki OHAL hukuksuzlukları ile giriyoruz. Seçim süresince yaşayacağımız ve özellikle bizim alışkın olduğumuz algı operasyonlarının ve iç savaş tehditlerinin Türkiye seçmeni harici diğer bir hedef kitlesi de sayıları 3 milyonu bulan ve son iki seçimde AKP’nin oy oranını yükseltmesine katkı sağlayan yurtdışında yaşayan seçmenler. Türk medyası önderliğinde uluslararası ilişkilerdeki başarı ve başarısızlıkların yurtiçi siyasi söylem ve parti propaganda mekanizması haline getirilmesinin en önemli sebeplerini sıralarken, sağ seçmen arasında pekiştirme dışında yurtdışında Türk pasaportuyla ya da çifte pasaportla oy verme hakkına sahip olan bu seçmenleri de saymalıyız.

Bu yazıda özellikle Erdoğan’ın 2009 Davos Zirvesi ‘çıkışı’ sonrasında benimsediği dış politikanın parti politikasına endekslenmesinin sebeplerini, yani kısa dönemde ülkenin güvenliğini sağlama ve uzun dönemde de vatandaşlarına refah sağlama ilkelerini devlet politikası olmaktan çıkartarak bir iç politika ve seçim malzemesi haline getirmesini yurtdışında yaşayan Türkler üzerinden okumaya çalışacağım. Siyasi kutuplaştırmalar, anti-demokratik uygulamalar ve OHAL koşulları altındaki ekonomik krizi Türkiye’de yaşayanlar gibi birebir hissetmeyen bu seçmenler, çarpık siyasi söylemlere ve algı operasyonlarının etkilerine daha da açık bir durumda. Özellikle bu nüfusun yaklaşık yüzde 70’inin Avrupa’da yaşaması Avrupa Birliği’yle ilişkilerinin oralarda bulunan toplumlarının ulusal reflekslerine, göç ve bütünleşme politikalarına olan etkilerini daha detaylı incelememiz gerektiğini gösteriyor.

AB Türkiye ziyaretlerinde basın ve ifade özgürlüğü gibi demokrasinin temeli olan kavramlara, sokağa çıkma yasakları sonrası oluşan sivil ölümlere ve muhaliflere yapılan baskılara göz yumarak üyelik görüşmelerine devam etti. Bu da geçtiğimiz yıllarda AB yanlısı bir politika izlediğini öne süren AKP için yeni bir etki alanı yarattı. Görüşmeleri yaklaşık 10 yıl süren ve taraflar arasında 16 Aralık 2013 tarihinde imzalanan Türkiye-AB Geri Kabul Anlaşması, özellikle Türk-Alman ilişkilerinde yeni bir dönüm noktası

oldu. AB’nin içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik krizden çıkış yolu olarak gösterilen bu anlaşma, kısaca yasadışı yollarla Türkiye üzerinden AB üyesi ülkelere mültecilerin Türkiye’ye iadesini öngörüyor. AKP’nin elini güçlendiren bu anlaşma, İsrail’e kitleler önünde “karşı çıkmış”, Mısır’da “mağdur demokrat” ilan edilen Müslüman Kardeşleri savunmuş, Suriye’de Süleyman Şah Türbesini “ikonlaştırmış”, Suriye Türkmenlerinin “kurtarıcısı” olmuş, Diktatör Es’ed’in “karşısına dikilmiş” ve tarihi Şii düşmanımız İran’a “ayar vermiş” olan ama hep yeni bir hikâye ve yeni bir dış düşman arayışında olan hükümetimiz için yeni bir propaganda malzemesi çıkartmıştır. Özetlemek gerekirse Türk-Kürt, Sünni- Alevi ve İslamcı-laik gibi toplumsal ikilikler yerine, “vatansever-hain” kimliğine geçmeye çalışan hükümete, suni ve popülist bir göçmen buhranı yaşayan Avrupa yardım eli uzatmış oldu.

Önce bu yardımın Avrupa’ya olan getirilerinden bahsedelim. Bu yardım ile ilk olarak Avrupa kamuoyunda oluşan “demokrasi düşmanı Erdoğan” nefreti pekiştirildi ve Müslüman toplumların demokrasiye asla sahip olamayacağını iddia eden Huntington’ın miadı dolmuş ‘Medeniyetler Çatışması’ savları canlandırıldı. İkinci olarak, göçmen ve mülteci krizi esnasında varoluş krizi yaşayan Avrupa’ya – coğrafi, dolayısıyla dini ve kültürel birleşmenin önemi yani - kim olmadıkları hatırlatıldı. Türkiye tarafının kazanımları ise (1) Almanya ve Belçika’nın PKK destekçiliği yapma suçlamaları ile Türkiye’deki Kürtlerin ekonomik ve siyasi hayattan dışlanması, (2) Kürt karşıtı söylemler ile İslami kimlikten Türkçülüğe (MHP seçmenlerine) kucak açılması, (3) güncel politikalara gelen eleştirilerin Türk halkına gelen hakaretler olarak gösterilerek ‘dış mihrak retoriği’ yaratılması ve en nihayetinde AKP’nin kendi geleceğini Türkiye’nin geleceği ile bir bütün olarak lanse etmesi oldu.

Bizim burada odaklanmamız gereken nokta ise yaşadıkları toplumlardan dışlanmaları pahasına yurtdışı seçmenlerinin bu çatışma alanlarına taşınmasıdır. Özellikle 15 Temmuz sonrası Türkiye’de yaşanan her türlü siyasi “cinnetin” yan etkilerini ortak etnik ve kültürel kimlik taşıyan Türklerin yoğun olarak yaşadıkları ülkelere aktarmamız “Büyük Türkiye”, “Yeni Türkiye” ya da “Osmanlı’nın devamı olan Türkiye” de rutin bir siyasi pratik haline geldi. Aynı Türkiye’deki gibi yurtdışında da demokrasi yanlısı yerli/yabancı yerli tüm kişi ve kurumların tüm aktiviteleri vatan hainliğiyle/ düşmanlıkla suçlanmadı mı?

Basın özgürlüğünün yok edilmesiyle Can Dündar’ın genel yayın yönetmeni olduğu Özgürüz Haber Portalı Berlin’den yayın yapmaya çalışırken, Türk işçi göçünün 55.yılı olan 2016’dan beri KHK’larla işten atılan akademisyenler Avrupa üniversitelerinden çağrılar alırken, Ermeni Tasarısı Türk kökenli vekillerin düzenlemeleriyle Alman Parlamentosu’ndan geçerken, Alman komedyen Jan Böhmermann eleştiri hakkını kullanırken, HDP’li vekilleri hapiste ziyaret etmek isteyen Avrupalı delege ve vekiller engellenirken, Kürtlerin durumu hakkında soru soran yabancı gazeteciler gözaltına alınırken hain yaftalamalarıyla hedef haline getirilmeleri yurtdışındaki seçmenlere de bir mesaj vermiyor mu sizce de?

Peki, Diyanet İşlerine bağlı DİTİB (Diyanet İşleri Türk İslam Birliği) İmamlarının Almanya’da Türk hükümeti adına casusluk yaparak oradaki Türklere fişleme yapması, konsolosluklar tarafından Türk kökenli öğrencilere Alman toplumuna uyumu engelleyen ve siyasi propaganda içeren eğitimler vermesi, Almanya’da darbe karşıtı mitinglerde idam lehine tekbirli sloganlarla karşıt görüşlüler arasında çatışma çıkartılması, Müslümanlara karşı önyargıların artması ve yükselen göçmen karşıtlığının Avrupa toplumlarında kabul görmüş olan Türkiyelileri de içine kapsayacak şekilde büyümesine göz yumulması...? Bizim zorla alıştırıldığımız bu kutuplaştırma politikaların faturası bizimle beraber oradaki seçmenlere ve en vahimi de uzun dönemde Avrupa’da hayata tutunmaya çalışan tüm göçmenler ve mültecilere çıkacaktır.

Türk göçmenlerin evlerinin yakıldığı 1990’lardanbugüne çok yol almış, farklı kimlik, inanç ve siyasi kimlikleriyle bulundukları toplumlarda kabul gören bu insanlar, şuan her zaman olduğundan daha büyük bir tehlikede. Almanya sığınmacıların telefon ve bilgisayar verilerine erişebileceği, oralarda sığınma talebinde bulunanlara karşı yeni bir yasa hazırlığına başladı bile. Terör önlemi olarak çifte vatandaşlıkların kaldırılması tartışmaları zaten çoktandır gündemde.

Son iki yıldır yurtdışında Türkiye seçimlerine katılma oranı yüzde 35’lerden yüzde 60’lara kadar yükselmiş gözüküyor. Bu oylar Türkiye’deki seçime katılma oranları oranında bölünerek tüm illere dağıtılıyor ve önemli ölçüde etki sağlayabiliyor. Elçilik veya konsoloslukta verilen bu oylar refakatçi eşliğinde Türkiye’deki seçim merkezlerine getiriliyor. Ülke sınırları dışında yaşayan bu seçmenlerle beraber bizim ülkemizde yaşayan göçmenlerle ya da tüm dünyada yerlerinden sürülmüş yabancı topraklarda yeni bir hayat kurmanın zorluklarıyla boğuşan tüm bu insanlarla olan gönül bağımızı sağlamlaştırmak için, demokrasi ölçütünü sadece seçime katılım oranı olarak gören bu kutuplaştırmacı politikalara dur demek bizim elimizde. Hepinize HAYIR’lı günler!

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış