Bu sabah, darbe girişimi sonrasında “Oooo bir sürü kadro açılır şimdi olur ya belki memur oluruz” fırsatçılığıyla kayıt olduğum YDS’ye girmek için Bahçelievler’de bir imam hatip ortaokuluna gittim. Otobüs kartımı, bozuk paralarımı, anahtarımı, güneş gözlüğümü, kol saatimi, küpelerimi (kısaca kopya çekmek için gerekli düzeneği kurabileceğim bütün malzemeleri) evde bırakmam gerekiyordu, zira biliyorsunuz 2010 KPSS’de soruların belli hanelere servis edildiği skandalı ortaya çıktığından beri “en azından kopya çekmesinler” diyerek ÖSYM sınavları sıkı yönetiliyor.
Neyse ki 27 yaşında hala ailesiyle yaşayan kocaman bir kadındım ve beni babam bıraktı. Girişteki kadın polisin beni çeşitli yerlerimden okşamasını müteakip, başvuru koşulları gereği en az yüksekokul mezunu olan kaderdaşlarımla, en son ortaokulda oturduğum genişlikteki sıralarda konforlu bir 180 dakika pozisyonunu aramaya giriştik. Bu sene şeker yoktu, peçeteler seviye atlamış ve çoğalmıştı. Sebebini neden sonra anladım, minimum 135 dakika sonra gidebileceğim tuvalette minimum hijyen koşullarını sağlamak için birden fazlasına ihtiyacım olacaktı. Her neyse, kitapçıklar açıldı, karekodlar yapıştırıldı. Bu yıl optik formlar ortadan kalkmıştı ve ÖSYM el yazımı daha yakından tanımak istiyordu, tek tek karakterler girildi, sınav başladı. İtiraf edeyim, memleketin bütün potansiyel memur kadrolarını iklim değişikliği ve çevre meseleleri konusunda haberdar etmek için ÖSYM sınavlarını kullanmak takdire şayan bir plandı!
Sonunda sınav bitti, EGO kartım olmadığı için metroya binemedim. Onun yerine Kızılay taraflarına yürümem gerekti. Yürürdüm yürümesine de, en azından güneş gözlüğüm olsa ne iyi olacaktı. Vurdum Anıtpark’tan yukarı, önce Kara Kuvvetleri’nin önünden geçtim, telsizli abiler şüphe katsayımı tespit edene kadar çatık kaşlarıyla baktılar. Yol bitince İnönü Bulvarı’na döndüm ve şubatta patlatılan Merasim Sokak’ın önünden geçtim. Belli ki o zamandan beri kapalıydı, polis abiler bariyerlerin arkasında çay içiyordu, onlar da şöyle bir süzdüler. Sonra 4 yıl önce metro inşaatının çöktüğü ve bir vatandaşımızın hayatını kaybettiği yerden geçtim. Daha sonraları öğrenmiştik ki aslında oranın altında Dikmen ve Sokullu dereleri birleşiyordu. Devam ettim, bu sefer 15 Temmuz gecesi bombalanan meclis binasının önünden geçtim. Hayat ve inşaatlar devam ediyordu, demokrasi anıtı olarak korunacak kısmı göremedim. Açıkçası meclisin önündeki bahçelerle aramda bariyer olmaması, o merdivenlerden koşarak çıkarak meclise ulaşabilme fikri beni hep cezbetmişti, ama kendimi vazgeçirdim. Çünkü büyük ihtimalle o bahçeler devriye gezen askerlerle değilse de İçişleri Bakanlığı’nın çatısındaki keskin nişancılarla korunuyordu. Yarımşar metre genişliğindeki iki kademeli kaldırımdan bir yukarıda bir aşağıda yürümeye devam edip, tıpkı 13 Mart günü yaşanan patlamadan yarım saat önce yaptığım gibi güneşli ve sakin bir günde Meclis durağından otobüse bindim.
Fark edeceğiniz üzere, hala umut doluyum. Dört nala gelip Uzak Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket, bu Ankara bizim.
Yorumlar (0)