Hepimizin sıklıkla geçtiği bir kent merkezinde ne insanların ne de iktidarın gözünü kapatabileceği bir eylem gerçekleştiriliyor. Açlık grevi direnişinin 33. gününde Semih Özakça, Nuriye Gülmen ve İstanbul’dan Ankara’ya desteğe gelen Nazife Onay’la konuştuk.
Bir direniş alanı olarak Ankara’yı seçtiniz. Neden İnsan Hakları Anıtı, burayı seçmenizin özel bir nedeni var mı?
Semih Özakça:Her yer direniş alanı olabilir. Bu tabii toplumsal muhalefetin veya devrimci-demokrat örgütlerin etkinliğine/hareketine bağlı. Muhatap olduğumuz kurumlar burada. İnsan Hakları Anıtı’nı seçme nedenimiz de merkezi ve uğrak olması... Yüksel Caddesi’nde çeşitli siyasi anlayışlar stant açıp eylemler yapıyor, taleplerini dile getiriyorlardı. Son geldiğimde buradaki tüm etkinliklerin kaybolduğunu gördüm.
Bir yerin direniş alanı olabilmesi için her türlü bedelin göze alınıp oranın ısrarla kullanılması gerekiyor. Burada defalarca saldırıya uğradık ama direniş alanını bırakmadık, kazandık ve bir mevzi oluşturduk.
Umut olma iddiasıyla yola çıktık. Direnişimiz kendi işimize dönme talebi gibi görünse de aslında iktidarla mücadele halindeyiz; haksızlığa, mağduriyete uğrayan halkın taleplerini dile getiriyoruz. Polis saldırırken insanların bizi sahiplenmesi, bu tepkinin iktidarın baskı ve anlayışına karşı olduğunu gösteriyor. Burayı her siyasi görüş ve anlayıştan insanın izlediğini biliyoruz. Bu direniş alanının haksızlığa uğrayan herkese nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini gösterdiğini düşünüyorum.
Başka illere ve Ankara’nın çeşitli yerlerine eylemlerin yayılması, eylemin karşılığını bulduğunu ve yeni eylemlerin başlayacağını gösteriyor.
Nuriye Gülmen: Ankara benim için bir direniş alanı değil, direnişimizin somutlaştığı bir şehir. Burada olmanın hem olumlu hem de olumsuz tarafları
var. Bir saldırı olduğunda korunacağımızı biliyoruz, kendimizi daha güvende hissediyoruz. Diğer taraftan da bir alışmışlık var. Yüksel Caddesi hemen her gün eylemlerin olduğu ve insanların artık duyarsızlaştığı bir alana dönüşmüş. Ankara’yı direnişimizin mevzisi olması anlamında herhangi bir şehirden ayıran ne bilmiyorum ama benim için muhatapların burada olması yönüyle önemli. İnsan emek verdiği yeri seviyor; direnişle birlikte Ankara’yı daha çok sevdim. Daha önce de yaşamıştım Ankara’da ama bu kadar emeğe dayalı bir ilişki kurmamıştım. Buranın insanlarını çok seviyorum çünkü burası bize bir sürü güzel insan getirdi.
24 saat eylem alışılmışın dışına çıkıyor. Akşamları/ geceleri ne oluyor burada?
Nuriye Gülmen:Gündüzle gece arasında çok büyük bir fark yok. Bildiri veriyorsunuz insanlar ilgilenmiyor ya da buradan geçip gidiyorlar- bu gerçekliğin
bir boyutu. Bir taraftan da bildirileri almayan ama kafasında bambaşka şeyler olan bir sürü insan var. Buradaki gerçeklik salt bize ait değil o anlamda. “Buradan çok geçtim ama bir türlü yanınıza gelmeye cesaret edemedim. Bazen başıma bir şey gelmesinden korktum, bazen ne diyeceğimi bilemedim ama sonunda çıktım geldim” diyen insanlar oluyor. Özellikle de açlık grevi başladıktan sonra böyle şeylere çok rastladım. Aslında buradaki ısrarımız, kitleyi sürekli çağırmaya devam ediyor. Dün uzun zamandır
bizi izleyen biri geldi ve çok yürekten dayanışma duygularını iletti. Ne yapabileceğini sorduğunda bu kadar örgütlü bir güce karşı örgütlenmemiz gerektiğini söyledim ona. “Örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez” dedi ve gitti, çok hoşuma gitti.
Ankara’dan Türkiye’ye yayılan bir direniş... Bunu öngörmüş müydünüz?
Nuriye Gülmen: Belki bir kıvılcım olmasını, insanların buna katılmalarını çok gönülden istiyordum ama bir öngörü diyemem buna. Belirli illere yayıldı, bir şekilde bir örnek teşkil etti. Direnişin en güzel taraflarından birisi de bu oldu aslında. Temennimiz daha çok yayılması. Açlık grevini ilan ettikten sonra alındığımız gözaltında siyasi şubede “Halkı galeyana mı getirmeye çalışıyorsunuz, bu direnişlerin çoğalmasını mı istiyorsunuz?” diye sordular. Bu direnişlerin büyümesini ve hatta direnişin kendisini suç olarak görüyorlar. Henüz buna uygun hukuki bir kılıf bulamadıkları için şu an hâlâ buradayız.
“Politik kimliğimize bir saldırı”
Ankara’dan örnek alarak mı çıktınız direnişe yoksa aklınızda böyle bir şey var mıydı?
Nazife Onay: 11 yıllık Sosyal Bilgiler öğretmeniyim.
7 Şubat’ta ihraç edildim. Evimi kapatmak zorunda kaldım. Daha önce devlet tarafından çok çalışan öğretmenlere verilen bir teşekkür belgesi almıştım. Yani aslında öğretmenliğimizden yana şikâyetleri
yok, bu yapılan politik kimliğimize saldırı. Bu bizim onurumuzdur, kimliğimizle varız. AKP’nin bizi bu şekilde tecrit etmesine, öğrenci ve velilerimizin gözünde terörist ilan etmesine müsaade etmemek için direnişe geçtik. Bu hem bir ekmek kavgası hem de bir onur mücadelesi.
Her haksızlığa uğradığımızda aklımıza ilk gelen bir direniştir. Bu direnişin sadece şekli değişiyor. Basın açıklamalarına, en demokratik ve en yasal hakka
bile saldırının olduğu yerde “Ne yapabilirim” diye düşünüyorsun. Eline dövizini alıp sesini duyurmak bu koşullarda yapabileceğimiz en iyi eylem biçimiydi. Ankara hem kamu emekçilerine hem de halka çok güzel bir örnek oldu.
Buraya açlık grevine desteğe geldiniz. Daha önce gelmiş miydiniz?
Nazife Onay:Nuriyeler burada direnişe başladıktan 2-3 hafta sonra ben de hafta sonları İstanbul’da onlar nasıl burada döviz açıp oturmaya çalışıyorsa ben de dövizimi alıp “Nuriye, Semih, Acun işine geri alınsın” diye Cevahir Alışveriş Merkezi’nin önünde oturmaya başladım. Oturmamla saldırmaları bir oldu. Sonra vazgeçmek zorunda kaldılar ve ben her hafta sonu onlar için gidip bildiri dağıtmaya başladım. İhraç edildikten sonra bunu kendi direnişim olarak devam ettirdim. Hafta sonları koşullarım el verdiğince Ankara’ya gelip onlara destek oluyorum, hafta içleride kendim için İstanbul’da devam ediyorum. Son gözaltına alındıklarında serbest bırakılmaları için adliye önünde bir eylem yaptık örneğin.Bir yanımız Ankara, Malatya, Düzce, Bodrum, Aydın; bir yanımız da İstanbul.
“Üyelerin hapsolacağı yerler sendikalar değildir”
Sendika genel merkezleri de Ankara’da. Sendika üyeleri direnişe destek veriyorlar ama yöneticileri göremiyoruz...
Semih Özakça: İlk açığa almalar ve ihraçlar başladığında herkes direnmekten yanaydı ama sendikamız bizi oyaladı. Ben de bir süre bu hataya düştüm. Basın açıklamalarını hem üyelere bir karşılık vermek için hem de biraz da göstermelik yaptıklarını düşünüyorum. Tekil eylemlerle başladık ve yöneticilerle birebir konuşmalarımızda bunların küçümsendiğini gördük. Eğitim-Sen Başkanı yaptığımızın etkisiz olacağını, kendileri bir şey yapsa da işe yaramayacağını söyledi. Burada hiçbir şey boşa gitmiyor, bunu onlar da biliyorlar ama o cüreti göstermiyorlar. KESK yöneticileri hukuksal ve maddi yardımlar gibi ellerinden geleni yaptıklarını söylüyorlar. Bunlar KESK’in gelecekte var olmasına yeterli veya insanların işlerinden atılmasını engelleyecek şeyler değil. Bu kadar büyük bir saldırıya karşı fiili, demokratik, radikal ve sürekli eylemlilikler olması gerekiyor.
“Eylem kararı alındığında üyeler sokağa çıkmıyor” diyorlar. Yöneticilerin idari işleri yürütmek kadar filli direnişleri örgütlemek ve onların başında olmak gibi yükümlülükleri var. Bu nedenle üyeler çıkmıyorsa kendilerinin çıkması gerekiyor.
Açlık grevinin ilk günlerinde KESK’in ve KESK’e bağlı sendikaların kapılarını çaldık, çeşitli ihtiyaçlarımızı gidermek için yardım istedik ve bunlar kabul edilmedi. Çok umutlu değildik ama tuvaletin bile kullandırılmayacağını düşünmemiştik açıkçası. Kimin için var bu sendikalar, kimin bu sendikalar? Demek ki sendikalar yöneticilerinmiş. Her şeye rağmen zorladık ve zorlamaya devam ediyoruz çünkü en nihayetinde KESK’li ve Eğitim Sen’liyiz ama kendimizi onlarla var etmiyoruz. Direnişimizi belirleyen buradaki örgütlülük. Devrimci-demokrat anlayışla hareket ediyor ve irademizi, kararlılığımızı buradan alıyoruz. Üzücü şeyler ama üyelerin hapsolacağı yerler sendikalar değildir. Burada bunu gösteriyoruz. Sendikamız hareket etmese de hakkımızı aramak için bir direniş ortaya koyabiliriz. İnsanların da buna yönelmesi gerekiyor.
Burada tarihsel bir görevi yerine getiriyoruz. Direnmek lütuf gibi
algılanmamalı, bir zorunluluğu yerine getiriyoruz. Bunun farkında olduğumuz için buradayız yoksa azmimiz çabuk kırılırdı.
Nazife Onay: Eğitim-Sen üyesiyim, KESK’liyim yani. KESK bu kadar ciddi bir saldırıyı öngöremedi mi, öngördüyse neden buna denk düşen bir tavır almadı diye onları eleştiriyorum. Geçen sene yayımlanan Başbakanlık genelgesiyle hangi öğretmen hangi görüşteyse bir baskı kurmak ve onları fişleme yoluna gidildi. Zaten 3-4 yıldır kadroların, devlet memurluğunun bitirileceği ilan ediliyor açıkça. KESK bunlara da denk düşen bir tepki örgütlemedi. Ama biz bir Ankara yürüyüşü gerçekleştirdik, Meclis önünde iş güvencesi için eylem yaptık. Bu nedenle tutuklandık, iddianameler hazırlandı hakkımızda. KESK’i eleştirirken evinde oturmak da doğru değil. Bu nedenle onların yapmadığı yerde biz bir tavır ortaya koyduk ve iktidarın saldırısına vereceğimiz tepkinin ne olduğunu onlara göstermiş olduk.
“Eylemimiz artık daha umut verici”
Açlık grevi açıklaması yaparken eylemi bir adım ileri taşımaktan bahsettiniz. Kazanım olmazsa ne olacak?
Semih Özakça: Herhangi bir somut, dolaylı kazanım olmadığı takdirde açlık grevimiz sonlanmayacak.
Bizim geleneklerimiz var; bir yola girildiğinde kazanım olmadı mı bırakılmaz. Ben buradaki herkesin bu iradeyi göstereceğine inanıyorum. Açlık grevinin sonlanmasıyla direniş bitmez, bunu da belirtmek isterim.
120. günlerde açlık grevine girmeye karar verdik. Öncesinde oturma eylemi yaptık, imzalar topladık, onları teslim ettik, çeşitli eylemler düzenledik, panellere/toplantılara katıldık, yurtiçi/yurtdışı basın haberimizi yaptı, Bakanlıkla ilgili şeyler yapmaya çalıştık, suç duyurularında bulunduk ve daha bir sürü şey yaptık. Daha fazla ne yapılabilirdi? Önümüzde daha önce pek çok kişinin uyguladığı bir eylem biçimi vardı: etkisinin daha büyük olduğunu düşündüğümüz süresiz ve dönüşümsüz açlık grevi... Çoğu insana radikal gelebilir. Yaşadığımız şeyler çok sert ve bu saldırıya karşı açlık grevi de sert bir eylem. Böyle bir denge elde olmazsa kazanımı edemeyiz.
Bununla birlikte eylemimiz büyük bir ivme kazandı. Ben 12 gün sonra katıldığım için buraya dışarıdan da bakabildim, eskisi gerçekten umut vericiydi. İnsanların tepkilerinden ve dönütlerinden yola çıkarak söylüyorum, şimdi daha umut verici. 24 saat alandayız, daha fazla insana temas edebiliyoruz. Medyanın ve katılımcıların ilgisi arttı. İktidar üzülsün veya bize acısın diye yapılan bir eylem değil bu. İnsanlar üzerinde
bir duyarlılık yaratma ve onları harekete geçirme,
bu etkiyle birlikte işimize geri dönme aracıdır açlık grevleri. Tek başına kazanma ihtimali elbette yok. İnsanların baskı unsuruyla bir kazanım olacak. Bu direniş kazanırsa toplumsal muhalefet kazanacak. Bu direniş elbette kazanacak, biz elbette kazanacağız. Geç kazanırsak daha fazla bedellerle kazanacağız, erken kazanırsak daha az...
“Korku bulaşıcıdır ama cesaret de bulaşıcıdır” dedi ya geçenlerde cezaevindeki bir arkadaş, direnişin büyümesi için somut olarak ne yapmamız lazım sizce?
Nuriye Gülmen: Bununla ilgili reçeteler yok elbette. İnsanlar bize sorduklarında buraya gelmekten, bu direnişi desteklediğini ifade etmekten fazla ne yapabilecekleri konusunda yol gösterici olmaya çalışıyoruz. Ama kendilerinin düşünmeleri, buna yoğunlaşmaları ve kendi cephelerinden ne yapabileceklerini bulmaları gerekiyor bana kalırsa. “Sizi canı gönülden destekliyorum ama yapacak bir şey yok” diyen kişilerle de karşılaşıyoruz. Yapacak bir şey mutlaka var, gerçekten istenirse bulunur. Çağrılarımız olacak, onların takip edilmesi çok önemli. Mesela Türkiye’nin dört bir yanından yapılabilecek eylemlerimiz olacak; Bakanlığa telefon açma eylemi, sosyal medyada hashtag çalışmaları gibi... Herkesi buraya bekliyoruz.
Sizin eklemek istediğiniz bir şey, bir çağrınız var mı?
Nazife Onay: Çağrım aslında tüm kamu emekçilerine... İhraç edilmiş veya edilmemiş olsun, kesinlikle gün kaybetmeden bir şekilde bir mücadele yürütmeliler. Bunu nasıl ve ne kadar yapacağına herkes kendisi karar verir. Direnmek şart. AB, yurtdışı ve AİHM gibi umutlara kapılmadan, fiili olarak meşru olduğuna inanıp harekete geçmeleri gerekiyor. Ancak bu bizi işimize geri döndürür ve yeni saldırıları önleyebilir. Biz eğitimliyiz, doktoruz, hemşireyiz, öğretmeniz; biraz da bize bakıyor ve misyonumuz da önemli. Bu bilinçte olan tüm kamu emekçilerini bulundukları yerlerde faşizme karşı mücadele etmeye davet ediyorum.
Yorumlar (0)