Cebeci Kampüsü her zaman önemli tarihsel dönemlerde adı anılan bir mekân olagelmiş. 1950’lerde Demokrat Parti karşıtı gösteriler yapılmış, meşhur 68 kuşağının önemli merkezlerinden birisi olmuş, 12 Eylül döneminde pek çok öğrencisi cezaevine
girmiş, 1402’likler üniversiteden yıllar boyu koparılırken Cebeci Kampüsü’nün öğrencileri çok değerli hocalardan mahrum kalmışlar.
Bu tarih üzerine çok yazılıp çizildi, daha da yazılır çizilir. Ancak Cebeci Kampüsü’nün anlamı büyük tarihsel olaylarla sınırlanamaz, her mekânda olduğu gibi Cebeci de öğrencisi, akademisyeni, idari personeli, çaycısı, kantincisi, taşeron firmaya bağlı işçisi çoğu insan için bir yandan yaşanmışlıkların bütünüdür, kişisel tarihimizdir. Okuyucuyu ne kadar ilgilendirir bilmem ama şimdi kampüsten bir ihraç ile uzaklaştırılmaya çalışılırken kişisel tarihimdeki Cebeci’yi hatırlama gereği duyuyorum.
Güzel bir yer
Kampüsü henüz görmeden adını biliyordum.
Annem bir zamanlar adı Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksekokulu olan İletişim Fakültesi’nin (İlef ) mezunlarındandı. 1998 yılında henüz ortaokul öğrencisiyken panayıra gitmiştik. Özgürlükçü bir atmosfer olduğu hemen hissediliyordu. Bu atmosferden faydalanan, fakültenin papyonlarıyla ünlü tasfiye dönemi dekanı o zamanlar kafasında bir şapka ile stand-up gösterileri yapıyordu. O gün İlef’te okumak istediğime karar vermiştim.
2001 yılının Eylül ayında İlef öğrencisi olarak kampüsteki hayatım başladı. Bugün pek çoğu ihraç edilmiş hocalarımla o günlerde tanışmaya başladım, hatta ilk dersine girdiğim hocam bugün beraber ihraç edildiğimiz doktora tez danışmanım Nur Betül Çelik’ti.
Kampüsteki yaşam daha önce görmediğim bir yaşamdı. Farklı yerlerden, farklı habituslardan gelen kısa bir duraksamanın ardından kaynaşan arkadaşlardık. F tipi eylemlerinden bir süre sonraydı, kampüse bizden önce girmiş bazı devrimci arkadaşlar cezaevlerinden yeni çıkmışlardı. Okulun açıldığı gün öğrencilerin düzenlediği alternatif açılışta devasa bir halay kurulmuştu, marşlar söyleniyordu. Polis o zamanlar da kampüse girmeye çok meraklıydı fakat “polis defol, üniversiteler bizimdir” sloganları ile kampüs dışına çıkmak zorunda kalmıştı. Canlı tartışmalar, okuduğumuz romanlar, şiirler, kampüsten yolu geçmiş şairlere duyulan hayranlık, bazı arkadaşları “yozlaşma” olduğu gerekçesiyle kızdırsa da çimlerde içilen plastik mantarlı ucuz şaraplar ve elbette sosyalizm üzerine uzun süren konuşmalar... Güzel bir yere gelmiştik.
Savaşa karşı Cebeci Kampüsü
11 Eylül saldırılarının hemen sonrasıydı. Bir derste önümüze konan ilk makalelerden birinde SlavojŽižek “Gerçeğin çölüne hoşgeldiniz” diyordu. (Laf aramızda Žižek o zamanlar daha az saçmalıyor, daha güzel yazılar yazıyormuş) 11 Eylül dünyadaki politik
atmosferi çok büyük bir hızla belirledi. Fakülteye başlayalı bir ay olmamıştı ki ABD Başkanı George W. Bush, Afganistan’a savaş ilan etti. Benim kampüste yaşadığım ilk yıllara damgasını vuran, savaş karşıtı hareket olmuştu. Afganistan ve Irak savaşlarına karşı Cebeci’de çok büyük eylemler olmuş, Cebeci Kampüsü Savaşa Hayır Platformu kurulmuş, 1 Mart 2003’te Sıhhiye Meydanı’nda savaş tezkeresini durduran büyük mitinge kadar da hız kesmemişti. Savaş başladıktan sonra da durmadık. İlef’teki son yılında İrfan Aktan’ın tek tek masaları gezerek herkesi çağırmasının ardından Kulis’te (İlef kantininin adı hâlen Kulis’tir) hocalarımızın da katılımıyla yaptığımız büyük forumu, arkasından medyanın savaş politikalarını protesto etmek için yaptığımız eylemi asla unutamam. Zaman zaman kantine inip öğrencilerin masasına oturarak bir sigara tellendiren hocamız Gülseren Adaklı foruma katılan asistanlardandı.
Daha sonraki yıllarda Küresel Barış ve Adalet Öğrenci Topluluğu’nda savaş karşıtı mücadeleye devam ettik. Elbette başka topluluklarla, başka isimlerle
de mücadele edenler vardı. Bizim topluluğumuzun danışmanlarından biri de hocamız Funda Başaran olmuştu. Birkaç yıl boyunca Irak Savaşı’nın yıldönümlerinde düzenlediğimiz etkinliğin adını ne zaman umutsuzluğa kapılacak gibi olsam kendime hatırlatırım: Umut İşgal Edilemez.
O güne kadar pek de farkında olmadığım Kürt sorununun gerçek bir sorun olduğunu, Edip Cansever’in ünlü dizesindeki gibi “gülmenin bir halk gülebiliyorsa gülmek olduğunu” da o günlerde öğrenmeye başladım. “Benim de Kürt arkadaşlarım var” cümlesinin tanınmayan bir halkın yaralarına merhem olamayacağını kampüste tanıştığım Kürt arkadaşlarım öğrettiler bana.
2000’lerin ortasında yeniden başlayan yirmi yıllık savaşa, bir milliyetçilik dalgası eşlik etti. Yine insanlar ölüyordu. Halkların kulakları bir kez daha kurşun seslerine kabarıyor, başka seslerin yankısı cılız kalıyordu. Cebeci’de ise bu sesler o kadar cılız değildi. Kantinlerde yeniden forumlar yapıldı, bu sefer birbirine temas etmesi şovenizm tarafından engellenen insanlar birbirlerinin yüzlerine baktılar, “savaşa hayır, barış hemen şimdi” sloganları bir kereden fazla yankılandı.
O zamanın milliyetçi dalgası, çözüm isteğinin toplumsallaşmaya başlamasıyla görece kolay geri çekilmişti. Bir gün aynı savaşın misliyle geri döneceği, otuzuncu yaşını da otuzlu yaşlarımızda göreceğimiz hiç aklıma gelmezdi.
Biraz da bohemlik
Merkezinde savaş karşıtı hareket yer alsa da pek çok farklı deneyim de yaşamıştım. Lisedeyken hayranlıkla izlediğim 6 Kasım protestolarına, 1 Mayıslara katılmıştım mesela. Kampüste neredeyse her gün bir konuda stant açıyorduk. Hukuk Fakültesi’nin meşhur “iç kantin”i henüz kapanmamıştı, Kulis’te bugün Fotokopicinin bulunduğu yerde duran masada solcular toplanıyordu, yıllar sonra beraber sendika işyeri temsilciliği yapacağım dostum İlkay Kara’yı o masada tanımıştım. Arkadaşlarımız alternatif bir habercilik anlayışı geliştirmek için Hermes diye bir dergi kurmuşlardı. Yemekhane zamlanınca boykotlar yapılıyordu. Bizim fakültenin olmamasına rağmen bizimmişçesine benimsediğimiz İnek Bayramı’nda mutlaka bir aşamada Avusturya İşçi Marşı söylemek gibi hâlen sürdürdüğüm garip bir huy da edinmiştim.
Hayat politikadan ibaret değildi elbette. Üniversite yılları belki de en özgürce yaşanabilecek zamandı (şimdiki özgürlük bir başka tabii). Ben de kendi yaş kuşağımdaki birçok genç gibi bohem olduğunu düşündüğüm şeylere ilgi duyuyordum. Aylaklık, sanat, ergenlikten kalma, hiçbir sebebi olmayan bir sıkıntının romantik bir hüzne tahvil edilmesi çabası...
Rockçı bir genç olarak girdiğim Cebeci’de sanatın her dalına ufaktan bulaşmaya çalışıyordum. Her birine “ufaktan” bulaşınca hiçbiri tam olmuyor. Bu sırada edebiyat heveslisi birkaç arkadaş, çaydan ucuza satıp paralarıyla genellikle Çubuk şarabı aldığımız ŞEY isimli bir edebiyat fanzini çıkarmayı ihmal etmedik.
İki yıllığına Hukuk Fakültesi’nin tiyatro topluluğuna katıldım. Lisede başladığım müziğe de devam ediyordum. 2004 yılında Dünya Tiyatrolar gününde arkadaki büyük basket sahasında konserimsi bir şeyler bile yapmıştık. Aynı günlerde Hukuk Fakültesi’nin genç asistanlarından Cenk Yiğiter, kardeşiyle birlikte Şubat Yolcusu grubu ile özgürlük şarkıları çalıyordu. Onlara özenmezdik desem yalan söylemiş olurum.
Bu kadar sanat olur da aşk olmaz mı? Oldu. İlef sıralarında tanıdığım Sultan’la Eğitim Fakültesi’nin hemen karşısındaki havuzun başında sevgili olmaya karar vermiştik. 10 yıl sonra nikâh eğlencemizi yine kampüste yaptık.
Bu kampüs arkandan gelecektir
Her günümüz güzel değildi elbette kampüste. Cinayetlerin, katliamların, ölümlerin haberlerini çoğunlukla kampüsteyken aldık. Yoldaşça birbirimize sarıldığımız da oldu, acımasızca kavga ettiğimiz de. İnsan olanın yapacağı pek çok iyi ve kötü şeyi yaptık diyebilirim. Ahmet Kaya’nın şarkısında söylendiği gibi dönenler de oldu, mum gibi sönenler de...
Ama geriye dönüp 16 yıla yaklaşan süreci toptan hatırlayınca eşitliğin, özgürlüğün ve barışın sesi galebe çalıyor sanki.
Cebeci’den hiç tamamen kopamadım. Mezuniyetin ardından yüksek lisans geldi. Yüksek lisans sürerken işe başladım, sonra doktoraya. Kampüse gelip gidiyordum. Yemekhane işçilerinin direnişini heyecanla dışarıdan izlemiş, ancak bir-iki kere ziyaret edebilmiştim. Derken 2011’de kampüse asistan olarak döndüm. Evime geri dönmüş, üstelik bir oda bile edinmiştim. Bundan sonrası adeta bir üniversite yaşamı daha yaşamı gibi dolu dolu geçti. Eğitim Sen’li oldum, yukarıda
adı geçen pek çok arkadaşımla hocamla yeniden buluştum, yenileriyle tanıştım, isimlerini tek tek saysam buraya sığdıramayacağım kadar dost edindim, bazıları en yakın arkadaşlarım oldular, pek çoğuyla beraber atıldım. Gözümü savaş karşıtı harekete açtığım kampüsten, yine savaşa karşı çıktığımız için koparılmaya çalışılmak kişisel tarihimde bir sürekliliktir. Pek çok arkadaşım için de böyledir.
Eğitim Sen’de omuz omuza mücadele ettiğimiz, kâh tartıştığımız, kâh birbirimize dertlerimizi anlattığımız ama her zaman beraber dayanışmayı ördüğümüz dostlarla bir arada olmaktan hayatım boyunca sevinç duyacağım. Sanmayın ki ayrılıyoruz. Kim bilir daha neler yaşayacak, ne anılar, mücadeleler, dostlar biriktireceğiz. Bizi bu kampüsten koparmaya çalışanlar bilsinler ki her birimizin dolu dolu Cebeci’ler var içimizde: Kişisel tarihlerimiz, kolektif tarihimiz. Bu tarih arkanızdan gelecektir. Hesap soracaktır. “Buradayım” diyecektir. Kazanacaktır.
Yorumlar (0)