Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

"İçki olsa şampanya, Sultan olsa Hürrem olurdu"

"Kadıköy’de, iskeleyle Moda arasında dar sokaklardan birinde küçük bir ev hatırlıyorum. Evde annem, sarı uzun saçları çözülmüş yatakta. Ben koynundayım. Karşısında, divanda Melek Teyzem. Annem ile ikisi, ayaklarını havaya kaldırıp çıplak bacaklarını seyrediyorlar. Ayaklarına bakıyor, kıkır kıkır gülüyorlar. Annem beni bir öpücüklere boğuyor, bir Melek Teyzemin kucağına top gibi atıyor. İlk anılarım olacak bunlar..."

"İçki olsa şampanya, Sultan olsa Hürrem olurdu"

PAŞA TORUNU...

Yıl 1928... Padişah Abdülhamit'in kilercibaşı İbrahim paşanın kızı Suzan ile Nazif paşanın
oğlu Lütfullah, pek popüler bir dans salonunda tanıştıklarında birbirlerine aşık oldular. Fakat aileleri evlenmelerine izin vermedi. İki paşa torunu ne yapsınlar çareyi elele tutuşup kaçmakta buldular. Suzan'ın yakın arkadaşı Melek'in babası Muhlis Sabahattin Bey onlara evini açtı. Meşgul bir müzisyendi bu adam, operetler besteliyordu. Genç çift ile hayatları kesiştiğinde "Ayşe" isimli operetini henüz yazıp bitirmişti. Aşklarından etkilendiği bu genç çifte operetin başrollerini verdi. Suzan, doğuştan yetenekli bir kızdı, sahneye adım attığı anda herkesi kendine hayran bıraktı. Fakat o gece sahnedeyken, karnında küçük bir bebek taşıdığından habersizdi.

"TİYATRO BENİM ANNEM"

Yıl 1943... Muhsin Ertuğrul, arabası Boncuk ile tiyatroya doğru gidiyor.. Şehir Tiyatrosunun geceli gündüzlü çalıştığı yıllar, ışıklar sabahlara kadar yanıyor. Bu yoğunluğun müsebbibi Reşat Nuri Güntekin'dir. "Onbeş senelik bir romanımdan çıkardım diyerek Muhsin Ertuğrul'un ellerine bıraktığı oyunu Yaprak Dökümü'nü sahnelemek için bütün tiyatro deli gibi çalışıyor.

Muhsin Ertuğrul, arabayı parkedip tiyatroya girdiğinde Reşat Nuri'nin çoktan geldiğini ve kendisini beklediğini gördü. "Yahu Reşat!" diye seslendi, "oyuncu meselesinin içinden çıkamıyorum"

– Neden?
– Yetenekli çok çocuğum var ama yazdığın rol için hepsinden küçük, miniminnacık bir kız çocuğu lazım.
– Evet
– Üstelik oyunun başında küçük olacak, sonraki perdelerde büyüyecek..
Reşat Nuri gülümsedi, "Biliyor musun, benim aklıma biri geldi. Aslında böyle bir kız çocuğu var" – Kimi diyorsun?
– Suzan hanımla Lütfullah beyin kızı.. Hatırlıyor musun?

İki arkadaş içleri burkularak birbirlerine baktılar. Suzan hanım, Ayşe operetinden sadece iki sene sonra 23 yaşındayken ölmüş, geride küçücük bir kız çocuğu bırakmıştı. Annesinin ölümü 6 yaşına kadar saklanmıştı çocuktan. ‘Almanya’ya plak doldurmaya gitti’ diyorlardı. Fakat küçük kız bir gün parkta bir Rum kadının annesi için "pethane" dediğini duydu. Sadece 6 yaşındaydı, inat etti, unutmadı, ezberledi bu sözcüğü sonra da balıkçı Niko'ya sordu.. Petane.. "öldü" demekti. İşte böyle öğrendi annesinin öldüğünü.. Muhsin ve Reşat'ın onun hakkında

Güzel yaşayıp güzel ölen insanlardan Gülriz Sururi... Mesleği yaşamakmış gibi davranan, hayatı seven, aşkı seven bir kadın. Ne demişti yıllar önce Haldun Taner, onun için? "İçki olsa şampanya, sultan olsa Hürrem olurdu"

bildikleri şeyler hep böyle trajikti. Hemen ailesine haber yollayıp küçük kızı provaya davet etti Muhsin Ertuğrul. Ertesi gün, çocuk tiyatrodaydı.

Daha provaya başlar başlamaz ışıltısı hissedilmişti. "Annesi gibi yetenekli" diye fısıldamıştı Muhsin Ertuğrul. İşte sahnede küçülüp büyüyen, gülüp ağlayan bu 14 yaşındaki kızın adı Gülriz Sururi idi.

"Yaprak Dökümü", seyirciyi can evinden vurdu ve 100 temsili aşan ilk yerli oyun oldu. Gülriz, rahat bir soluk aldı, bundan sonra tiyatro onun için bir sığınak olacaktı, yıllar sonra vereceği röportajlarda "tiyatro benim annem" diyecekti.

İstanbul Belediye Konservatuvarı Tiyatro ve Şan bölümlerinde okudu Gülriz Sururi. 19 yaşındayken ilk evliliğini yaptı, sadece 1.5 yıl sürdü. 1955'de Muammer Karaca Topluluğu'na katıldı, burada Adile ve Selim Naşit ile turneye çıktı. Yıllar sonra o günler için "Çırak gittim usta döndüm diyecekti." 5 yıl sonra da Dormen Tiyatrosu'na girdi. Oyunlar oyunları izledi, perde kalkıp iniyordu.

SOKAK KIZI ile PRENSİN

İNTİHAR GİRİŞİMİ

Tiyatronun yükseldiği yıllardı. Yeni yazarlar, yeni topluluklar, yeni oyunlar ardarda geliyordu... Haldun Dormen'in bir müzikal sahnelemek istediğinden söz ettiğini duyanlar kaşlarını çatıp; "Kolay mı?!" diyorlardı, "var mı hem dans edecek, hem şarkı söyleyecek oyuncun?" "Var mı müzisyenin?" "Var mı paran, ödeneğin?" Haldun Dormen ne düşündü bilmiyoruz ama "Sokak Kızı İrma'yı oynayacağız" dedi ve İrma rolünü Gülriz Sururi'ye verdi. Dram, komedya, müzikli oyun farketmiyor, sahnede her rolün hakkını veriyordu Gülriz. Oynuyor, şarkı söylüyor, dans ediyordu çünkü. Perde açılır açılmaz hem oyun hem Gülriz, seyircinin aklını başından aldı.

O sıralarda katıldığı bir davette Engin Cezzar ile tanıştı. Cezzar Amerika'da Yale Üniversitesi'ni bitirmişti. Elia Kazan'la yaptığı kontratı yakarak Muhsin Ertuğrul'un davetiyle Türkiye'ye dönmüş ve Hamlet oynuyordu ve dünyanın en genç Hamlet'iydi. İkisinin de tiyatrocu olmasına rağmen Cezzar ailesi evlenmelerini istemedi. Gülriz ve Engin, intihar etmeye karar verdiler. Evdeki havagazını açıp ölümü beklemek istediler. Allahtan, komşular kokuyu farketti de kurtarıldılar, ölmediler.

1962'de, "Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu"nu kurdular. Yerli-yabancı çeşit çeşit oyunla perde açtılar. Bu oyunların arasında Haldun Taner'in unutulmaz "Keşanlı Ali Destanı" ile, Edith Piaf'ın yaşam öyküsü "Kaldırım Serçesi"nin ayrı bir yeri var elbette. Gülriz Sururi, hiç durmadan çalıştığı yaklaşık 40 yılda, sayısız oyunda rol aldı, sayısız öğrenci yetiştirdi, oyunlar yazdı, öyküler yazdı, bir de roman... Ve sonra da anılarını. 1999'da yine kendi kaleminden çıkan "Söyleyeceklerim Var" adlı oyunla son kez sahneye çıktı. Siyasetin tiyatroya getirdiği baskıdan biraz küskündü ama sadece sahneye ara verdi, yazmaya, yönetmeye, derslere devam etti.

Bu arada özel hayatında da çok şey olup bitiyordu. Hayatının aşkı Engin Cezzar ile bir çapkınlık hikayesi sonunda ayrılmaya karar vermişti, 1997'de boşandılar. Ama ilişkileri bitmek bir yana kesintiye bile uğramadı. "Evler ayrıydı ama Engin bunu nasıl yapsam?" diye açıp sorardım" diyordu Gülriz Sururi, "o kadar güvenebileceğim başka kimse yoktu çünkü." Ayrılıkları iki yıl sürdü, 1999'da yeniden evlendiler. Fakat kötü günler yakındaydı.

HAYAT...

2000'lerde Engin Cezzar'da kalp sorunları başgösterdi. İyi bir hasta değildi, ilaçlarını almıyor, oraya buraya saklıyor, tedaviyi reddediyordu. Bedeni hızla güçten düşmeye başladı. Oyunlara gitmek, evden çıkmak istemiyordu. Kısa süre sonra da bir felç geçirdi ve konuşamaz oldu. Hayatlarında yeni bir dönem başlamıştı.

Evet konuşamıyordu ama bu ikisi anlaşmanın bir yolunu buldular. Önce mimiklerden tonlardan anlıyorlardı birbirlerini sonra da kendi dillerini kurdular. İşte bu inanılmazdı. Felçli birinin hayatı gibi değildi yaşanan. Karı koca yine bir kadeh şaraplarını içiyor, kadeh tokuşturuyorlardı.

Öğle yemeğinden sonra kahve içip sohbet etmek adetlerinde de bir değişiklik olmamıştı. "Engin çok romantik biridir. Laylaylom bile olsa bana şarkılar söylüyor. Bir gün uykum kaçtığında "Engin sen bana eskiden masallar söylerdin" dedim ve yine söyledi. Hangi masal olduğunu da anladım." İkisinin aralarındaki dili bir başkasının çözmesine imkan yoktu. Gülriz yolculuğa çıktığında eve telefon açıyor ve Engin Cezzar ile konuşabiliyordu. "Konuşmayan bir adamla telefonda konuşabiliyordum ve her söylediğini de anlıyordum" diyecekti televizyon röportajında. "Seslerden kendince kelimeler yarattı ve bir süre sonra aramızda özel bir dil oluştu. Tiyatrocu olduğu için Engin'in iletişimi her zaman çok kuvvetlidir. Hayata bağlılığından taviz vermedi. Ben anlıyorum onu zaten anlaşmak için konuşmaya gerek yok."

Gülriz Sururi'den bahsederken aşka yaklaşımını atlamak olmaz. O her zaman aşık bir kadındı. Söyleşide: "Kadın vazgeçmediği sürece cinselliği onu bırakmaz" derken 88 yaşındaydı. Yine aynı yaşta çektirdiği bikinili pozlarını “İlham versin istiyorum. Ayrıca kendimle de iftihar ediyorum. “Benim yaşımda böyle olabilmeniz mümkün” demek istiyorum” diyerek internete koyuyor ve içtenlikle ekliyordu "Ama tabii bir yaştan sonra yerçekimine karşı koyamıyorsun." Bu fotoğraflar için epey övgü almıştı ama farklı tepkiler de vardı; “Ölsene”, “Sen hâlâ yaşıyor musun” gibi şeyler de

yazdılar. Ama zaten geçen sene de öldürmüşlerdi beni. Çok yakınlarım görüp heyecanlanmıştı hatta. Bunlara cevap verecek değilim.”

Görünüşüyle her zaman ilgi çekiyordu. Hatta 80 yaşındayken hala saçını, makyajını değiştirmediği için de eleştiriler almıştı.. "Tiyatroda yapmadığım kalmadı. Her türlü peruğu denedim, her renge boyandım. Ama bana yakışan bu. İnsan kendine yakışanı bulduktan sonra neden değiştirmeye kalksın ki? Bazen “Değiştireyim” diyorum ama kapıdan çıkarken hemen vazgeçiyorum."

DÜNYAMIZDAKİ

YOLCULUKLAR...

Engin Cezzar ile birliktelikleri 56 yıl sürdü. "Büyük mutluluklar, büyük acılar yaşadık. Ama en başında aşk olmasa, hayatta buralara erişemezdik!" diyordu inanarak. 2017, Engin Cezzar'ın "dünyamızdaki yolculuğunu tamamladığı" yıl oldu. Gülriz Sururi, eşinin isteğiyle, onun ölümünü defin yapıldıktan sonra duyurdu.

Ve işte 2019'un ilk günlerinde Gülriz Sururi de tamamladı kendi yolunu.. 1929 doğumluydu, 2018'de verdiği bir söyleşide; "Hatırlıyorum, bir ara hesaplamak istedim, bir baktım 80 yaşıma girmişim. 'Hadi canım olmamışımdır o kadar, bir yanlışlık vardır' dedim kendi kendime. Bu kadar yaşayacağımı bilmiyordum, ben de çok şaşırdım." diyordu.

Oyuncu, yazar, çevirmen, dansçı ve daha pek çok şeydi. Fakat hiç sinema yapmamış, dizilerde boy göstermemişti.. Onu bu kadar farklı kılan sadece zekası, oyunculuğu, tiyatral yetenekleri değil, hayatını yaşayış biçimiydi. Ele avuca sığmaz, inatçı ve kararlı bir politik/eylemci yanı vardı. Aydınlar Dilekçesi'ne imza atan, Akün ve Şinasi sahneleri yıkılmasın diye düzenlenen gösterilere, eylemlere destek veren, sonrasında (Eren Aysan'dan öğreniyoruz) Afrin mektubuna da imza koyan Gülriz Sururi, gençlere ve kadınlara inanıyordu."Kadınlar iktidarda olduğu gün bu ülke bambaşka olacak" derken samimiydi. Kız çocukların okumasına hep bir yer ayırmıştı hayatında; "Mesleğimde hırslıyım ama onun dışında hırsım yok. Kürk, mücevher... Bunlar
beni tatmin etmez. Elime para geçtikçe çocuk okuttum" diyordu.

VASİYETLER.. VASİYETLER...

Hemen her röportajında "tiyatroda tören istemiyorum, camide tören istemiyorum çünkü avluda kokteyl gibi oluyor" demiş. Engin Cezzar'la öte tarafta bulaşcak mısınız diye soranlara "Hiç sanmıyorum. Belki bir testinin kulpunda" diye cevap vermiş. Bugün, vasiyeti gereği sessiz sedasız uğurlanışına bakınca "meğer ne kadar samimiymiş" diye düşünmeden edemiyor insan. Meğer rastgele sözler değilmiş söyledikleri... Tiyatro sahnesinde saatlerce bekleyen bir tabut olabilirdi, onlarca, yüzlerce oyuncunun, tiyatrocunun önünden geçtiği bir tabut... Caminin 3 kilometre çapında siyah arabalardan park edecek yer bulunamayan bir tören olabilirdi.
Biz alışık değiliz bu kadar samimiyete. Hem söyleyeceksin hem yapacaksın?! Çok fazla.

Oysa samimiyet sürüyor.. Bir binaları varmış Engin Cezzar ile ikisinin, kültür sanat evi yapılsın diye Nesin Vakfı'na bağışlamışlar. Vasiyetinde bir de ÇYDD'ye bağışları olduğunu biliyoruz...

Güzel yaşayıp güzel ölen insanlardan Gülriz Sururi... Mesleği yaşamakmış gibi davranan, hayatı seven, aşkı seven bir kadın. Ne demişti yıllar önce Haldun Taner, onun için? "İçki olsa şampanya, sultan olsa Hürrem olurdu"

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış