Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

İhraç Hikayem

Selim İleri’nin sıkı takipçisi değilimdir ama “O Aşk Dinmedi”yi okuyordum o gece. İleri, çocukluğunu, gençliğini, okurluk ve yazarlık serüvenini anlatıyordu Ayşe Sarısayın’a. Sayfaları çevirdikçe, sıkı takipçisi olmadığım halde birçok kitabını okumuş olduğumu farkediyor, şaşırıyordum. Naifliği, hem hınzır, hem masum tavrı, “kırık inceliklere” ilgisi çekiyordu beni demek ki.

İhraç Hikayem

Neyse. “O Aşk Dinmedi”yi ve yakın gözlüğümü almış ve yatağa girmiştim. Niyetim, biraz okuyup uykuyu çağırmaktı. Gece yarısına yaklaşıyordu saat. Tam kaldığım yeri açmıştım ki, cep telefonum çaldı. Tabii ki fırladım yataktan. Aynı anda Levent de çıktı odasından. Yaşlı ana-babası, uzakta akrabaları ve bir miktar evhamı olan herkes zamansız çalan telefona, kapı ziline endişeyle yaklaşır.

Telefonun diğer ucunda bir dönem öğrencim de olmuş arkadaşım Çiğdem’in titrek ve kederli sesi...
Ben hala bir KHK konduramıyorum üzerime. Niyeyse? Halbuki çoktan
beri hazırlamışım kendimi. “Çiğdem” diyorum, “birine bir şey mi oldu? Ne bu telaş?”. Bunu sorarken de aklımdan ortak tanıdıklarımızın yüzleri geçiyor. Kesin biri öldü, diyorum kendi kendime. O ismi duymaya hazırlıyorum kendimi.

Çiğdem, “Çok üzgünüm” falan diye lafı gevelerken, Levent’le göz göze geliyoruz. Hah, şimdi anlıyorum. “Başka kimler var?” diye soruyorum panikle. Belki çok tuhaf ama o anda kendimi çok kötü ve yalnız hissetmemek için bir iki tane de olsa yoldaşa, yani muhriçe ihtiyacım var. Ki zaten öbek öbek attıkları için mutlaka kader ortaklığı edebileceğiniz tertipleriniz oluyor. Çiğdem’in önündeki bilgisayarda açık isim listesi. Çiğdem saymakla bitiremiyor. Aman Allahım! Ankara Üniversitesi’nin Cebeci Kampusu’nda kimse kalmamış nerdeyse. Barış İçin Akademisyenler Bildirisi’ni imzalamış kimse kalmamış tabii. Gönderilenler, muhalif olanlar, başkalarının dertleriyle hemdert olanlar, ötekileştirilip baskı altında tutulanlarla dilsizleştirilenler için mücadele edenler. Hepsinden öte barış isteyenler. Tabii bir de bizimle yoldaşlık eden bir avuç dostumuz kalıyor geride. Onları ilerleyen günlerde hep gözü yaşlı göreceğiz kapılarımızın eşiğinde. Eşyalarımızı toplarken yardım etmeye elleri varmayacak. "Geri döneceksiniz" sözünü adeta sayıklar gibi tekrar edecekler.

Çok da sarsılmıyorum haberi duyunca.
Biraz içim burkuluyor. Çünkü, dediğim gibi, tahmin ediyoruz hepimiz ihraç edileceğimizi aylardır. Sürekli mobbinge uğruyoruz. Özlük haklarımızın ihlali artık sıradan bir durum haline gelmiş. Bunun da ötesinde, ne zaman buluşsak, söz dönüp dolaşıp imzaladığımız metne, rektörlüğün tavrına geliyor. Bir türlü sonuçlandırılmayan soruşturmamız başlıbaşına bir mobbing ve cezalandırma pratiği zaten. Acıyla ve sabırsızlıkla bekliyoruz. Geçtiğimiz yılın Eylül ayından beri iki ayrı KHK ile çok sevdiğimiz, benzer şeyleri dert ettiğimiz onlarca arkadaşımız dışına itilmiş akademinin. Onların olmadığı bir kampus cenaze evi gibi. Fakülteye girip de, öğrencilerin kapılarını dayanışma mesajlarıyla donattıkları odalarının önünden geçerken eziklik, öfke ve hüzün karışımı duygularla doluyoruz. Geride kalmak çok zor, çok ağır bir yük. Niçin ben değil de o, sorusu beynimizi kemirip duruyor. Bizim yerimize onlarınseçilmesine makul gerekçeler ararken buluyoruz kendimizi ve utanıyoruz.

Çok geçmeden, Mülkiye dekanı uyarıyor fakültesindeki hocaları, “Hepinizi atacaklar!” diyor müjdeli bir haber verir gibi. Bize de haber veriyorlar Mülkiyeli arkadaşlarımız. Atacak olanlar kimler ama onu merak ediyoruz. Yo, çok da etmiyoruz aslında. Biliyoruz neredeyse. Ankara Üniversitesi Rektörü Erkan İbiş attıracak bizi. Attıracak, diyorum çünkü listeleri ilgili yerlere, KHK’larda yer alsın diye gönderen O! Ama bunu tek başına yapmayacak tabii. Bizi akademiden tasfiye etmek isteyen, muhalefeti bastırmak isteyen bir muktedirler bloku var. İçte ve dışta. Yani çalıştığımız kurumun ve memleketin idare mekanizmasının içinde.

Bizim vicdan, ahlak, onur, dayanışma dediğimiz şeye onlar anarşi, terör ve bölücü faaliyet diyorlar.

Bunu bildiğimiz için, aslında çoktandır yerleşik konumumuzu ve konforumuzu bozmuşuz. Sonradan diyorlar ki geride kalan arkadaşlarım bana, “Sen son haftalarda eşyalarını eve götürmeye bile başlamıştın ufaktan”. E, hal böyle olunca, büyük bir şok yaşamıyor insan.

Ne yaşıyor peki? Devasa bir öfke ve kırgınlık... Haksızlığa uğramışlık hissi. Bunca yıllık (benimkisi 23 yıl) emeğin, bağlılığın yok sayılmasının yarattığı öfke. Öbür taraftan, yeni yeni akademiyle bir bağ tesis etmeye çalışan genç araştırma görevlileriningeleceklerinin ellerinden alınmasını kabullenememek.

İfade özgürlüğü hakkını kullanarak, barış isteyen bir metne atılan imzanın terör örgütüne destek olarak nitelenmesinin ve böyle sunulmasının yarattığı öfke. Toplum kesimleri arasında büyük bir yarılma yaratan iktidar odağına ve bunu besleyen muhalefete yönelik öfke. Ama öte yandan beklenmedik bir dayanışma ve sarmalanma hali. Her kesimden, her ideolojiden, her yaştan, her sınıftan insanın gözyaşlarıyla sarılmaları, coşku dolu, gururlu mesajları, telefonları. Mektuplar, notlar, hediyeler, facebook duvarına bırakılan mesajlar, fotoğraflar, bir avuç muhalif yayın organındaki yazılar, haberler...

İşte bu, demin sözünü ettiğim öfke ve kırgınlıktan daha güçlü bir dayanışma tecrübesi. Geriye kalacak olan da bu. Bu olmalı yani. Çünkü bizi barışa, birbirimizi sevmeye değilse de birbirimize tahammül etmeye sevkedecek olan şey haksızlık karşısında kenetlenme hali. Birbiriyle iki saatlik bir sohbeti tartışmaya dönüşmeden nihayetlendiremeyecek olan insanların, farklı partilere oy veren, farklı inançları, dünya görüşleri, ideolojik angajmanları, kültürleri olan insanların bu yaşananlara yönelik ortak tepkisi.

Dönelim kişisel hikayeme.
Benim için bu yeni hayatımda, akademi dört duvar arasından çıkmış oldu. Çalışmayı, üretmeyi seven her arkadaşımız, dehşet verici bir yalıtılmışlık hissine kapılmazsa, bundan sonra da bunları yapmayı sürdürecek.
Tabii sosyal ölüme, hatta açlığa mahkum edilmeye çalışıldığımızı görüyoruz. Başka bir işte düzenli olarak çalışmamız engelleniyor.
Burs bulsak bile pasaportumuza el konulduğu için yurtdışına çıkamıyoruz. Kamu görevinden çıkarılma devletin ücretsiz sağlık hizmetlerinden yararlanmamıza da izin vermiyor. Bizim ve velisi olduğumuz çocuklarımızla, diğer aile bireylerimizin de. Parasız, güvencesiz hayatımızı sürdürmemiz bekleniyor. Çünkü barış istemenin cezası büyük. Bu cezayı çekmeliyiz. Neyse ki itibarımız var. Onu çok uğraşsalar da ortadan kaldıramadılar. Hatta, haketmediğimiz biçimde arttı itibarımız. Oysa, her meslekten birçok insan çoktandır, haksız bir şekilde açlığa ve sosyal ölüme mahkum edilmiş durumda. Bu durum kişinin kendisine olduğu kadar, toplum huzuruna da iyi gelmez. Nitekim barış bildirisine imza atan bir arkadaşımız, Mehmet Fatih Tıraş yaşamaya çabalamaktan vazgeçti. Muhtemelen bu sebeplerle. Yine bir barış İmzacısı Eren Deniz Tol'u uzun süredir mücadele ettiği hastalık neticesi yakın zamanda kaybettik.

Her gün gittiğim işimle ilgili en çok neyi özlerim diye düşünüyorum. Kendimi yansıtır şekilde rengarenk hale getirdiğim odamı ve kampus baharını özlerim. Onlardan çok şey öğrendiğim ve arkadaşlık da ettiğim öğrencilerimi. Tabii bir de artık çok azı içerde kalan sevgili arkadaşlarımı. Bir insanı ayakta tutmak için gerekli diğer şeyler dışarda var zaten.

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış