Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

İnci Gürbüzatik’in Misket Romanı Üzerine

Doğadaki en aciz canlı olan insan korunma içgüdüsüyle bir arada yaşamayı seçmiş, ortak yaşam alanları oluşturmuş, çevresine yığdığı eşyanın yanı sıra belleğinde geçmişini biriktirmiştir. İnsanın belleğinde tuttuğu geçmiş onun insan olma yolculuğunda en önemli malzemesidir. İnsan böylece kültürler ve uygarlıklar yaratmış, kendine ait ortak değerler üretmiştir. Dil, çeşitli söylem biçimleriyle kuşaktan kuşağa bu değerleri aktarır, kuşaklar arası devamlılığı sağlar. Dil gibi toplumsal hafızayı diri tutan temel araçların başında evler, sokaklar, mahalleler, caddeler, pazar yerleri, ibadethaneler, tiyatrolar, sinemalar, hastaneler, vb. gibi ortak yaşam alanları gelir.

İnci Gürbüzatik’in Misket Romanı Üzerine

Bellekte taşınanların devamlılığı insanın insan olma yolculuğunda yaşamsal öneme sahiptir. Görüntülerin, anların, tat ve kokuların kesintiye uğraması insan için ağır sonuçlar doğurur. Savaşlar, zorunlu göçler, ömürlerin geçtiği evlerin yok olması insanda onulmaz yaralar açar.

Bu sebeptendir ki, Ruslar, Moskova’da yıkılan kiliselerinin, birebir, tıpkısının aynılarını yeniden yapmış, Almanlar İkinci Dünya Savaşı sonrası patatesin kabuğundan bile tasarruf ederek, önce tiyatro binalarını ve sonra şehirlerini yeniden inşa etmişlerdir. James Joyce’un kitaplarında anlattığı Dublin sokaklarında okuyucuya kılavuz ayak izleri vardır; sokaklar hâlâ Joyce’un anlattığı gibidir. Kaldırımlardaki ayak izlerini takip ederek, Dublin sokaklarında kitapta dolaşır gibi dolaşabilirsiniz.

Peki, Ankara’da bu mümkün müdür? Günümüz Ankara’sında 1950’li yılların sokaklarını, evlerini, mahallelerini bulabilir miyiz? Bu soru, İnci Gürbüzatik’in Misket romanında acıya bulanmış bir hüzünle karşılık buluyor. Otobiyografik ögeler kullanılarak kurgulanmış olan anı-roman; ancak savaş sonrasında tanık olunabilecek kadar travmatik bir yıkımı, ideolojik cehaletin cumhuriyet insanına ve Ankara’ya yaptıklarını anlatıyor.

Bu savaşta ne yazık ki cehalete yenik düşülmüştür. Cehalet önce o mahalleleri kendi haline bırakmış, sonra da yıkıp yok etmiştir. Ankara cehaletin elleriyle kültürel, mimari, ekolojik bir erozyona uğramıştır.

Yazar, Misket romanında çocukluk anılarının izlerini sürerek, Ankara'nın yok edilen mahallelerinde dolaşıyor, okuyanı hüzne boğan deli bir telaş ve acıyla Ankara'yı, başkentimizi, “bir ulusun evi”ni; ortak tarihimizi hafızalarımızda yeniden inşa ediyor.

Misket romanı yazarın kendi deyimiyle, içten dışa açılan, söküldükçe ilmeği geçmişe bağlanan bir yumak gibi sarılarak bizi 1950’i yılların Ankara’sına götürüyor. Ankara’nın eski sokaklarında, mahallelerinde dolaşıyor, evlerin içine giriyor, insanlarıyla tanışıyoruz. Yazar, o mahalleleri, evleri, sokakları ve insanları hüzne bulanmış bir üslupla, şiire yaklaşan bir dille anlatıyor; çocukluk dönemindeki tanıklıklarını, gözlemlerini, yine bir çocuğun duru bakışıyla aktarıyor okuyucuya.

Misket romanında, “annesiz kalan çocukların masal kahramanlarına dönüştüğünü”, kimsesiz kalmanın ağırlığını fark ediyor çocuklar. Babalarının “balını görmediğimiz bir işçi arı” ya da “karınca” gibi çalıştığını gözlemliyor, “Birine beddua mı edeceksin? Allah seni cahille uğraştırsın de yeter.” diyen anneannenin sözünü saklıyorlar akıllarının bir köşesine. 1950’li yıllarda çocuk olan yazarın gözünden olaylara, durumlara tanık olurken bir kez daha anlıyoruz: Çocuklar her şeyi görür, algılar, sezer. Çocuklar sessiz tanıklardır. Ama yetişkinler bunu hep gözden kaçırır. Kız çocukları çok küçük yaşlarından başlayarak cinsiyet ayırımına maruz kalır, bu yüzden kiraz sevmezler. Ancak erk hep yetişkinlerin elindedir; çocuklar bütün çırpınmalarına rağmen hiçbir şeyi değiştiremez, anne babaları tarafından korunmaları gerekirken, çaresizlikten erkenden büyür; yetişkinleri anlar, onlara anne baba olurlar.

İnci Gürbüzatik, çocukluğunun Ankara'sını anlatırken, koşulları ne kadar kötü olursa olsun, bireyin kendi yaşamından sorumlu olduğunu belirterek umut veriyor okura. Bütün kırılmışlığına rağmen, yazar (çocuk) hiç kimseyi suçlamıyor, kimseye kızmıyor, okuyucunun kızmasına da izin vermiyor.

Romanda sözü edilen insanlar, günümüzdeki kapı komşularımızdan daha yakın geliyor bize. Rum ve Ermeni komşularla, mahalleler daha güzel.

O zamanlar çocuk olan yazarın koruması altında mahalleden çalıştığı pavyona giden genç bir kız, hikâyesi yürek burkan Aysel abla. Gizli ırkçılığımızın yüreğimizi kızarttığı Menekşe teyze. Yazara “On beş lira” yazan, çocukların sevgilisi, adı gibi kendi de şahane Sivildeli paşa kadın. Mahalledeki hiçbir komşusunu kendinden aşağı görmeyen, kimseyi ayırmayan anne. Yürekte derin bir aşkla anımsanan ah o baba. Ve diğerleri. Teyzeler, enişteler, kara büyüden bıkmayan karanlık kimlikli akraba ve komşular...Kısacası her biri, ayrı ayrı, birer kitap kahramanı olacak kadar derin; unutulmaz karakterler.

Romanın akışı boyunca sık sık sözü edilen intiharları, onca yoksulluğa ve acıya terk edilmiş Ankara (ve insanının) metaforu olarak okudum. Ankara’nın yalnızca evleri, sokakları, mahalleleri değil; kendi hallerine terk edilmiş insanları da yok oldular.

Kitabın, yazarın eski komşu Hicran ile yıllar sonra yeniden karşılaşmasını anlattığı bölümle sona ermesi, okura çok güçlü bir şekilde o mahallelerin artık yok olduğunu, o insanların ortadan kaybolduğunu; ortada kalanın ise erke(ğe) teslim Hicran-halimiz de öyle- ve Ankara olduğunu acı bir şekilde vurguluyor.

Yazar, bu kadar fazla detayı nasıl anımsadığı sorulduğunda o sokaklara girer girmez belleğinde saklı duranların bir şişenin tıpasının açılması gibi ortalığa dökülüverdiğini söylüyor. Önce burun anımsar, sonra beden. Böylece bellekte canlanır
her şey. Ancak, izleri ortadan kaldırılırsa insan kim olduğunu anımsayamaz, nereden gelip nereye gittiğini unutur. Dönüp geçmişe bakınca her şeyi yerli yerinde bulmak bu nedenle huzur verici; sokakların, evlerin, ortak yaşam alanlarının korunması bu sebepten çok önemlidir.

Geçen yıl bir arkadaşımla birkaç günlüğüne İtalya’nın Bolonya kentine gitmiştik. Dünyanın ilk üniversitesinin bulunduğu şehrin sokaklarında dolaşırken fark ettiğim ilk şey, üstleri tozlu eski binaların sıvaları dökülmüş, renkleri solmuş duvarları oldu. Bir süre sonra sıvaları dökülmüş, soluk renkli duvarların sırrını kendi kendime çözdüğümde utançtan kıpkırmızı kesildim. Bolonyalılar geçmişe duydukları derin saygıyla, binanın o ilk boyasına dokunmuyor, sıvasını değiştirmiyorlar. Ülkemizin yakın geçmişinde bir cumhurbaşkanı, İtalya gezisi sonrasında; “Roma’da hiç alışveriş merkezi yok. Eski binaları korumuşlar.” diye bir açıklama yapmıştı; gülsem mi ağlasam mı bilememiştim.

İnci Gürbüzatik, Misket romanında belleğimizi tazeleyerek bizi Ankara’yı yeniden inşa etmeye çağırıyor. Önce anımsamak lazım ama. Biz anımsamasak
o mahalleler hiç olmamış, o evlerde hiç oturulmamış, o insanlar hiç yaşamamış gibi. Biz anımsamasak, bizi kimse sevmemiş, çocukluğumuz kimsesiz kalmış, o sokaklarda hiç misket yuvarlamamışız gibi. Biz anımsamasak hiç olmamışız gibi.

1994 yılında Hollanda’da bir kursa devam ederken, bir gün küçük bir ayakkabıcı mağazasına girmiştik bir arkadaşımla. Raflardaki ayakkabılara bakarken, mağaza çalışanı bir genç kız yanımıza yaklaştı, sorularımıza Türkçe cevap verdi. Sohbet sırasında; “Ermeniyim...” dedi. “Ankaralıyım...” 80 sonrası Hollanda’ya göçmüşler.

Ankara, başkentimiz, evimiz... Bozkırın bir çukurunda yeşermiş bir umuttu oysa. Bir zamanlar çevresi bağlarla çevrili, şırıl şırıl derelerin aktığı bir yerdi. Hiç kimse söylemese bile bunu, hiçbir kitap yazmasa dahi, bunları bize semt ve cadde adlarına saklanmış geçmiş fısıldıyor; hem de teker teker. Bülbülderesi, Seyranbağları, Bentderesi, Kavaklıdere, Keklikpınarı, Cevizlidere...Ve daha niceleri. Bu dereler, bu bağlar korunsaydı Ankara, Amsterdam ya da Venedik’ten daha güzel olmaz mıydı? O Ermeni komşularımız gözü arkada, o Rum teyze gözü açık gitmeselerdi öteki tarafa, biz daha güzel olmaz mıydık? Bu kadar ortada, bu kadar gözümüzün önünde olan bir gerçeği görüp de üzülmemek, acı çekmemek mümkün mü? Hatta daha da fazlasını; daha güzel bir Ankara, daha yeşil bir ev, doğanın içinde bir başkent istemek; bunun için ne gerekiyorsa yapmak gerekmez mi? Dönüp bakınca yerinde değil geçmişimiz. Gördüğümüz kocaman bir boşluk. Evlerimizin yerine koydukları legoya benzeyen çirkin gökdelenler; mahallelerimizin üstünde ise iğrenç alışveriş merkezleri yükseliyor.

İnci Gürbüzatik, Misket romanında belleğimizi tazeleyerek bizi Ankara’yı yeniden inşa etmeye çağırıyor. Önce anımsamak lazım ama. Biz anımsamasak o mahalleler hiç olmamış, o evlerde hiç oturulmamış, o insanlar hiç yaşamamış gibi. Biz anımsamasak, bizi kimse sevmemiş, çocukluğumuz kimsesiz kalmış, o sokaklarda hiç misket yuvarlamamışız gibi. Biz anımsamasak hiç olmamışız gibi.

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış