Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

İyi bir adamdı memurum...

Bugün ikinci günüm. Nezarethanedeyim hala. Tanımadığım pek çok kişi var burada. Kimse kimseyi de tanımak istemiyor aslında; hepsi de bir suçunun olmadığını söyleyip, homurdanıp duruyor... Hiçbiriyle konuşmuyorum.

İyi bir adamdı memurum...

Kim bilir ne yaptılar, durduk yere getirirler mi adamı buraya?

Savcı anladı neyse ki beni; suçsuz olduğumu, örgütle hiçbir bağımın olmadığınıhemen anladı... Kaçın kurası bunlar! Kimler gelip geçiyor kim bilir ellerinden; adamın suratına şöyle bir baktılar mı, azıcık konuştular mı,anlayıveriyorlar ne mal olduklarını...

Esasen, savcının hangi örgütten söz ettiğini, savunmamı yaparken, hangi örgütü kastederek ‘hiçbir bağımın olmadığını’ söylediğimi de bilmiyordum. Kendi halinde bir adamım sonuçta ben; işten eve, evden işe... ‘Örgüt’ ne demektir, onu bile bilmiyorum...

Bir yanlış anlama olmalı, dedi savcı; oluyor bazen böyle, sahte ihbarlar oluyor, hepsini değerlendirmek zorundayız. ‘Doğru’ geç de olsa anlaşılıyor ama, adalet yerini buluyor. Size inanıyorum ben; akıllı bir adama benziyorsunuz. Yeniden ailenizin yanında olursunuz yakında; şu formaliteleri bir tamamlayalım da.

Tamamladık bütün formaliteleri. Nihayetinde, hepsi formalite; aklı evvel birinin şikâyeti işte, ne derdi varsa benimle... Kimseye bir kötülüğüm olmamıştır bu yaşıma kadar, herhangi birinin bana kin beslemesi için de hiçbir neden göremiyorum doğrusu.

Savcıya da söyledim bunları; şikâyetçi değilim, dedim. Belki istemeden, farkında olmadan kırdımsa birilerini... Yine de, böyle bir intikam şeklini çok anlamlı bulmadığımı da söyledim savcıya.

Haklısınız, insanlar işte, dedi... Bizi de uğraştırıyorlar bu yoğunlukta, gereksiz dosyalarla...

Adımı sesleniyor bir memur. Kapıyı, demirin verdiği ağırlığın gürültüsüyle açıp, çıkarıyor beni nezarethanenin insana daralmış odasından. Aynı gürültüyle kapatıp, tekrar kilitliyor kapıyı, ötekilerin üstüne.

Allah sizi de kurtarsın, diyorum geride kalanlara; bir yanlışlık varsa, er geç anlaşılıyor işte!

Memur, ellerimi arkamda birleştirmemi söyleyip, cırt cırt kelepçelerden birini takıyor bileklerime; formalite olsa gerek. Geride kalanların psikolojileri bozulmasın, durumlarına üzülmesinler diye alınan tedbirlerden biri sanırım.

Dar bir koridordan geçiyoruz sonra memurumla. Kolumu hiç bırakmıyor. Yorgun olduğumu, iki gündür uyumadığımı biliyor olacak ki, destek oluyor bana yürürken; sendelememden, düşmemden korkuyor.

Kalabalık bir odaya getiriyor beni; bir sürü memurun hararetle çalıştığı bir odaya. Duvar kenarında duran metal bir banka oturtuyor beni; evraklar hazır olunca gidecekmişiz.

Tahliye evraklarımın hazır olması, neredeyse yarım saati buluyor. Bir ara yorgunluktan kafamın düştüğünü, uyuyakaldığımı hatırlıyorum. Memurumun, ‘uyuma!’ diye omzumu silkelemesiyle uyanıyor, kendime geliyorum tekrar.

Böyle bir anda uyunur mu hem? Tamamen benim hatam... Yorgunluktan işte; iki gündür uyuyamamaktan kaynaklanan bir durum! Birazdan özgür kalacağım. Eve gidince, üç gün deliksiz uyuyacağıma dair bahse bile girerim... Çocukları, sessiz kalmaları, gürültü yapmamaları konusunda uyarmalıyım elbette.

Elinde, kaşeler basılmış, mühürlenmiş ve altında kocaman bir imza olan bir evrakla yanıma geliyor memurum; kalk, gidiyoruz, diyor.

Siz de mi geliyorsunuz benimle? Zahmet etmeyin efendim siz, rica ederim, işiniz gücünüz vardır sizin, ben giderim kendim... Zaten şuracıkta evim; bir dolmuşluk mesafede. Evimin tam önünden geçiyor hem dolmuş hattı. Uyuyakalmazsam hiçbir sıkıntı olmaz. Dolmuş şoförüne de tembihlerim olmadı, ineceğim yeri söylerim önceden; o da unutmazsa hiçbir sıkıntı olmaz benim için...

Hem unutsa ne olur ki, uyumuş, dinlenmiş olurum; yarım saat uyusam yeter bana, kendime gelirim; önünde sonunda giderim evime.

Kolumdan tutarak, başka bir koridora, oradan da bir alt kata, nemli ve küf kokan, karanlık, depo gibi bir yere götürüyor beni memurum. Eski, gıcırdayan bir sandalyeye oturtuyor bu sefer de.

Birkaç kişi daha var içerde, arkamda kalıyorlar, anlamadığım bir dilde konuşuyor onlar da.

Bir süre misafirimiz olacaksın burada. Memnun kalırsın inşallah. Birazdan ilgilenecek arkadaşlar seninle, rahatına bak sen, diyor memurum... Gidiyor sonra; alışmıştım oysa ona.

Ne alırsınız beyefendi; çay, kahve... Türkçe konuşuyor... Teşekkür ederim, almayayım; uykumu açıyorlar sonra...

O zaman bir viski ikram edelim size, ne dersiniz? Madem buraya kadar gelmişsiniz zahmet edip, bir şey ikram edelim size...

Tam ‘alkol kullanmıyorum’ deyip, teşekkür edecektim ki, benimle konuşan adamın gür sesi patlıyor kulağımın dibinde;

‘Viski getirin arkadaşa, biraz da kuruyemiş, kabuksuzlarından; kirletmeyelim ortalığı!..’

Loş bir ışık süzülüyor memurumun uzaklaştığı koridordan...

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış