M.S.: Sevgili Kayuş Hanım, sizin şehir algınız ile başlayalım.
Kayuş Gavrilof: Bir merkez etrafında gelişen büyük bir mekân. O merkezde kültür ve sanat yaşamı var, endüstri var. Tabii benim için olmazsa olmazlardan biri sinema. Bütün güzel şehirler ya deniz kenarında ya da ortasından bir nehir geçiyor. Haliyle benim için de şehir, deniz demek. Denizin uygarlık ve esnekli getirdiğini düşünüyorum. Kültürel zenginlik için, deniz büyük bir faktör. Örneğin, bir özel ilgi alanım olan Ermeni minyatürlerine bakınca genelde soğuk renkler görürüm. Oysa Kilikya Kralığı döneminde motiflerinde renkler, desenler coşuyor; denizin etkisi olduğunu düşünüyorum bu renklilikte. Şehir, benim için merkezi olan bir yerdir. İstanbul’da merkez var mı artık emin değilim. Los Angeles’e gidince fark etmiştim. Bana hiç de şehir gibi gelmemişti. Bir merkezi yoktu. Yalnızca çok büyüktü. İstanbul’da bir merkez varsa eğer, orası benim için Taksim’dir.
M.S.: Taksim ne ifade ediyor?
Kayuş Gavrilof: Gezi parkını bir yana bırakalım. Beyoğlu’nda çok güzel bir düzenleme yapılmıştı önceden. Bir kere, ağaç vardı. Art Nouveau binalar, nefis yapılar. Ama tabii restore edilirken kuralara uyulmadan yapıldı. Önce ağaçları yok etiler. Sonra Demirören, Emek vs. Böyle bir kültürleri yoktu bu işleri yapan insanların. Tabii niyetleri de yoktu. İsteselerdi, bilen insanlardan yardım alabilirlerdi, pek çok kurum var. Ama niyetleri yoktu. Taksim, Beyoğlu, Pera, Müslüman olmayan azınlıkların tarihsel izlerini barındırıyor. Niyetleri, bana kalırsa, bu izi silmekti. O binalarda sosyal açıdan orta sınıf olan azınlıklar yaşıyordu. O insanların hatıraları vardı. Kaçırılanların yerine o kültürden olmayan insanlar gelip yerleşti. Yeni yerleşimciler; Kürtler, Romanlar vs. birbirine düşürülmeye başlandı; semt çökertildi. İnsanlar hızla çekilince bu kez ucuza mekân kapatmak mümkün oldu.
M.S.: Şehir farklıkları barındırıyor. Farklılıklar, eşit yurttaşlık temelinde yaşıyor mu peki?
Kayuş Gavrilof: İstanbul, eşit yurttaşlık temelinde örgütlü bir şehre hiç benzemiyor doğrusu. Taksim’i hiç görmemiş ve görmeyecek çocuklar var. Şehrin hali hazırdaki yapısı, o insanlara bu fırsatı sunmuyor. İstanbul’un büyük sorunlarından biri de bu. Senin olmayanı, ona bir şey katmadan, yalnızca tüketiyorsun. Bu da şehri, şehir olmaktan çıkarıyor. Tabii o farklılıkların ısrarla görmezden gelinmesi durumu da var. Biliyorsun, Balyan ailesi İstanbul mimarisinde çok önemli bir yere sahiptir. Dolmabahçe sarayı vs. Ama üç dört yıl öncesine dek bu Sarayı gezdiren rehberler, ‘İtalyan Balyani ailesi’ diyerek gezdiriyordu. İnanabiliyor musun? Bu durumda bir insanı, böyle bir kimlikle (Ermeni) şehre bağlayan nedir? Benim için tek bağ İstanbul kaldı. Ane tarafım yedi göbek İstanbulu. Bu kadar bağım olmasa, sevmesem, beni istemeyen bir yerde ne işim var? Bu nedenle kendimi şehirle; İstanbullu olarak tanımlıyorum. Babamın babası Geyveli. Babam Romanya’da doğmuş. 1929’da. Cumhuriyet sonrası gitikleri Romanya’dan tekrar İstanbul’a, Ortaköy’e dönüyorlar babam çocuken. Ben bu nedenle kendimi hep Boğaz çocuğu hisetim. Büyükdereliyim. Aneanem Kartal’dan. Kadıköy bu yüzden çok önemli benim için. Ama Pera’nın yeri başka benim için, İstiklal’in. Jan ile Yeniköy’de evlenip Kurtuluş’a taşındık. Tüm bu mekânlar çok önemli benim için.
M.S.: Sizin için İstanbul’un rengi denilmesi benim canımı çok sıkıyor. Ne düşünüyorsunuz?
Kayuş Gavrilof: Hiç sorma. Daha dün gelip her şeyi tüketen birileri bana, yani tüm yaşamını burada geçiren birine dekoratif unsur muamelesi yapıyor. Oysa ben, her şeyini sahipleniyorum. Böyle sözler nedeniyle, bir vücudun habis uru gibi hisediyorum bazen. Yok sayılıyoruz. Sadece nefes alıp vermeye imkân veren bir sistem kurulmuş. Kanun, eşitlik vs. yalan aslında. Ne rengi, ne çeşnisi Alah aşkına? Ermenileri bu şehre olan katkısı, kültürel katkısını gör önce onu bil, inkâr etme! Mimariyi İtalyanlaştırdın, tiyatroyu Türkleştirdin, maksat burada hiç Ermeni yaşamamış gibi bir tarih kurgulamak ve şehrin yapısını bu kurguya göre yeniden düzenlemek (berbat etmek!) Daha Gülü Agop’tan önce 19.yüzyılın ortaları gibi, bu şehirde Ortaköy’de, Hasköy’de evlerde tiyatro yapıyor insanlar. Şairler, yazarlar, genç sanatçılar… Bu dönem ayrıca Ermeniler için bir uyanış dönemidir de. Zaman içinde bu etkinlikler kurumsalaşıyor. İlk kadın tiyatrocu Fani takma adlı bir Ermeni mesela. Sonra, çeşni, dekorasyon muamelesi görüyorsun.
M.S.: Dil çeşitliliği meselesi?
Kayuş Gavrilof: Şehirdeki dil çeşitliliğinde Ermeni ve Rumlar önemli. Dil çeşitliliği şehre zenginlik katan en önemli unsurlardan biridir. Bir de azınlıkların batı dilerine verdikleri önem de var, onlar, eğitimin önemine, gerekliliğine inanmışlar, bunu çabuk fark etmişler. Yurt dışında eğitime de çok önem veriyorlar Örneğin adam ziratçı, hemen çocuğunu yurt dışına gönderiyor, şarapçılık vs. öğreniliyor. Tabii yabancı dileri de öğreniyorlar. Buraya o dil ve eğitimle geliyorlar. İşte bunlar yok olunca koskoca bir kültür de yok oluyor. Diler yok oluyor. Bir de tabii zanatlar zafa uğruyor. Çoğu zanatlar giderek yok oluyor ya da el değiştiriyor, ama bu el değiştirme el emeği üzerinden gerçekleşmiyor aksine sermaye üzerinden gerçekleşiyor. Örneğin kuyumculuk. Artık büyük kuyumculuk şirketleri kuruldu. Ermeniler bu şirketler karşısında kendi atölyelerini kapatıp bu şirketlere fason iş yapmak zorunda kalıyorlar. Yani 6-7 Eylül’de hızla el değiştirme varken, şimdi bu işler, yavaş ve kansız oluyor! Bir arkadaşım var. ‘Ben evime plastik pencere çerçevesi takmayacağım’ dedi. Epey aradıktan sonra Ermeni bir usta (dülger) bulduk. Bunlar çok önemli mesleklerdi. Ustalık çok önemliydi...
M.S.: Sizin mutfak çok başarılı. Şehir yaşamı için dışarıda yemek çok önemli.
Kayuş Gavrilof: Ermeniler’in iyi yemekleri olduğu algısı hep vardır. Ama şöyle bir gerçek de var. Ermeniler bir şeyi üretmeye başlar; sonra Türkler yavaşça ele geçirir, sahiplenir. Yukarda anlatmaya çalıştığım tiyatro veya kuyumculuk örneğinde olduğu gibi, Örneğin şimdi bir ‘Topik’imiz var. Son yılarda çok meşhur oldu bu, korkarım birkaç sene sonra mili yiyeceğimiz diye onu da sahiplenirler. Son yılarda bir iki yer açıldı. Günlük mutfak yemeği yapan da var. İki üç meşhur lokanta Beyoğlu ve Cihangir’de…
M.S.: Son olarak ekleyeceğiniz bir şey var mı?
Kayuş Gavrilof: Birkaç yıl önce Arte’den gelmişlerdi bir söyleşi için. Onlara şunu söylemiştim. Benim için Kadıköy, Kartal Aneanem demektir; Samatya ve Balat dedem demektir; Boğaz demek kendim demektir. Şişhane’ye giderken Haliç’i görürüm. Mavi deniz… Eğer bir de güneş yansıyorsa ve kenarından yeşil görünüyorsa kalbim pıt pıt atmaya başlardı. Artık atmıyor. İstanbul, ‘benim’ olmaktan çıkıyor. Bunu bana hisetiriyor. Artık sevgilim İstanbul değil. Eskiden hiçbir güç beni buradan alamazdı. Arık böyle hisetmiyorum. Bunu başardılar.
Yorumlar (0)