Türkiye Sosyal ve Ekonomik Etüdler Vakfı’nın (TESEV) “Sürdürülebilir Kentleri Desteklemek” projesi çerçevesinde ”Sürdürülebilir Kentler Yerel Müşterekler Siyaseti İçin e-Katılım” adlı bir rapor hazırladınız. Projeden kısaca bahseder misiniz?
Proje, Birleşmiş Milletler'in kabul ettiği Küresel Hedefler çerçevesinde kurgulanan sürdürülebilir kalkınma perspektifinin kentlerde hayata geçirilmesi adına kullanılabilecek yeni iletişim teknolojilerini ele almayı hedefliyordu. İzmir- Seferhisar, Samsun-Terme ve Mersin-Akdeniz'de belediye çalışanları ve sivil toplum temsilcileri ile bu kavramlar tartışmaya açıldı ve birlikte bu bağlamda modeller ortaya konmaya çalışıldı. Üç farklı partinin yönetimde söz sahibi (en azından proje esnasında öyleydi, sonrasında malum Akdeniz Belediyesi kayyum yönetimine sokuldu) bu kentlerin hepsinde sürdürülebilir kalkınma stratejisinin temel olgularından olan katılımın karşısında hem yapısal, hem de toplumsal zorluklar olduğunu gözledik. Yapısal zorlukların aşılması için de kağıt üstünde kalan reform düzenlemelerin ötesinde, tabanda kaynağını bulan bir dinamizmin gerekliliği kendini hissettirdi. Bu da bizi müşterekler siyaseti adını verdiğini yaklaşımı kurgulamaya sevk etti.
Çalışma Türkiye’nin üç farklı bölgesindeki
farklı siyasal partilere mensup belediyelerde gerçekleştirildi. Seferihisar - İzmir, Terme - Samsun, Akdeniz – Mersin. Katılım konusuna bu üç belediyedeki yaklaşım farklılıkları nasıldı?
Bu belediyeler farklı partilere mensup olsalar da partilerini temsil ettiklerini düşünmüyorum. Belki Akdeniz Belediyesi, partisinin (DBP) genel programını yansıtan bir bakışa örnek olmuş sayılabilir. Özellikle mahalle evleri ve cinsel eşitlikçi uygulamaları partinin yerel yönetimler bakışını yansıtıyordu. Kentte yaşayan farklı kültürleri bir araya getirmek için sarf edilen çaba ve geliştirilen projeler de aynı şekilde değerlendirilebilir. Artık bu belediyenin bir kaymakam tarafından yönetiliyor oluşu tüm bu emeklerin boşa gittiğini görmemize de sebep oluyor ne yazık ki.
Seferhisar’da da belediye başkanının kent konseyini ve genel olarak sivil toplum oluşumlarını önemsediğini gözlemledik. Belediye kent sakinlerinin bir araya gelmesi için de üretici pazarı, kooperatifler ve diğer ürün pazarlama imkanları yaratmaya çaba sarf ediyor.
Terme’de ise hükümetin termik santral kurma girişimine direnmiş ve bunda başarılı olmuş bir belediye yönetimi görüyoruz. Belediye başkanı işkurun geçici istihdam imkanlarını genç ve dinamik uzmanlardan yana kullanmış. O ekibin başını çektiği projelere halkın ilgi ve desteği alınmaya çalışılıyor.
Bu tecrübelerin farklılığı katılım olgusunun hazır modellerin kurgulanması ile hayata geçirilemeyeceğinin en güzel göstergesi. Her yerellik kendi beşeri, ekonomik ve kültürel özelliklerini göz önünde tutarak kendi pratiğini geliştirmeli. Yoksa bir yasak savmaktan öteye gidilemiyor. Kent konseylerin de zorunlu hale getirilip, tek tip bir yapının dayatılması ne yazık ki bu durumun yaygınlaşmasına hizmet etmiş oldu.
Katılım dediğimizde neyi anlıyorsunuz? Oy kullanmanın ötesinde, aktif yurttaşlık bağlamında katılım kavramı nasıl şekilleniyor?
Katılım en basit ifade ile yurttaşı ilgilendiren politikaların kurgulanmasında onların da söz hakkına sahip olması anlamına gelir. Ben bunu kabaca Tercih, Temas, Tarif, Tatbik ve Tetkik eylemlerini işaret eden 6T ile kısaltması ile ifade etmeyi yeğliyorum. Yurttaşlar Tercihlerini yöneticiler ve uzmanlar ile Temas içinde Tarif edebilmeli, bu tarifleri mümkünse Tatbik edebilmeli, kendisinin ya
da kamusal aktörlerin hayata geçirdiği politikaları Tetkik edebilmeli.
Oy kullanmak evet bir tercih beyanıdır ama bu tercih günümüz sorunları ve değişkenlerinin ışığında güncel olamayacak genişlikte bir vekalet anlamına geldiği için iki sandık arasında da tercihlerin güncellenmesine ihtiyaç var.
Raporunuzda yurttaş katılımı bilgilendirme, danışma, dahil etme, birlikte hareket etme ve muktedir kılma gibi farklı yöntem ve kapsamlarla gerçekleşebilir diyorsunuz. Mümkünse bir örnek ya da farklı farklı örnekler üzerinden bu süreçleri anlatabilir misiniz?
Bu dört katılım yöntemi, ilgili yazındaki kategorileşmelerin basitleştirilmesi aslında. Katılımın ilk şartı, katılıma konu olan olgunun ilgili kesimlerin bilgisine sunulması anlamına geliyor. Bilmediğimiz, haberdar olmadığımız bir konu hakkında katılım iradesini ortaya koymamız mümkün değil. Özellikle taşra kentlerinde yerel basının güçsüzlüğü burnumuzun dibindeki gelişmelerden haberdar olmamıza bile izin vermeyebiliyor. Dolayısıyla, önce yaşadığımız çevrede ne olup bittiğini hızlı ve kapsamlı bir şekilde bilmeye ihtiyacımız var. Tüm yaşam çevremizi ilgilendiren imar planlarından haberdar olmamız bile o kadar zor ki. Bir de bu bilginin teknik bir dille, anlaşılmaz biçimde kalması da bir zorluk. Bu bilginin gündelik dile tercüme edilmesi, herkesin anlayacağı bir dille sunulması çok önemli.
İkinci yöntem olan danışma, bilgisi sunulan politikaya dair ilgili kesimlerin düşüncelerin alınması anlamına gelir. Fakat dile getirilen düşünce ve tercihlerin bağlayıcılığı yoktur. Çevre Etki Değerlendirme süreçlerinin zorunlu bileşeni olan halk toplantıları buna örnek olabilir. Ne kadar itiraz, tepki olsa dahi halk toplantısına dayanarak iptal edilen bir proje hatırlamıyorum örneğin ben. Kaldı ki, bu tecrübeler sonucu müstakbel danışma mekanizmaları da, nasıl olsa bir etkisi olmayacağı düşüncesi ile insanların ilgisini çekmez hale geliyor.
Dahil etmeden kastedilen ise ilgili kararların ilgili kesimlerin eğilimleriyle uyumlu bir şekilde alınması anlamına geliyor. Türkiye’den en azından son zamanlarda çok olmasa da bazı okul aile birliklerinin bu düzeyde okul yönetimlerine katılabildiğini gözlüyorum. Merkezi hükümetin okulların kaynak ve personellerini daraltması, okul müdürlerini okul aile birliklerinin maddi katkılarına çok ihtiyaç duyar hale getirdi. Okulların en temel fiziksel bakımları, temizlikleri, donanımları bile velilerin katkıları ile yapılır oldu. Bir yandan da, okulların doğrudan bağış almasına karşı ortaya koyan resmi retorik, idarecilerin velilerin katkısını almak için okul aile birlikleri üzerinden hareket etmesini zaruri kıldı.
Birlikte hareket etme tam da bizim müşterekler siyasetinin hedeflediği aşama. Kamu politika süreçlerini biz beş aşamada tarif ederiz: gündem, değerlendirme, karar, uygulama ve denetim. Bir sorun önce gündeme gelir. Sonra o soruna yönelik çözümler arasında ideal çözüm benimsenir, resmi bir karara dönüştürülür (yasa, plan, bütçe vb.), hayata geçirilir ve sonunda da uygulamanın karara uygunluğu ve yararı denetlenir, değerlendirilir. Birlikte hareket tüm bu aşamalarda ilgili kesimlerin söz sahibi olması demektir. Buna Türkiye’den örnek vermek hayli güç. Değil sıradan vatandaşların, resmi siyasal vekillerin bile politika süreçlerinde
ne kadar etkili olduklarını düşünecek olursak, katılımcı değil, temsile dayanan karar organlarının bile bu aşamadan hayli uzak olduklarını görebiliriz. Belediye meclis üyelerinin belediye başkanı,
ilçe/il belediye başkanlarının il/büyükşehir belediye başkanları; onların da merkezi hükümet karşısındaki; milletvekillerinin hükümet karşısında, hükümetin cumhurbaşkanı karşısındaki konumunu düşündüğümüzde bu kategoriye örnek vermenin ne kadar zor olduğunu görebiliriz.
Birlikte harekete örnek veremesek de, ilginçtir muktedir kılmaya referans olarak kullanabileceğimiz kısa süreli ama çok kıymetli bir örneğimiz var:
Gezi Komünü. Tahsis edilmeyen, izin verilmeyen bir oluşum da olsa 2013 Haziranında Gezi Parkı’nın evsahipliğini yaptığı tecrübe tam da böyle bir muktedir olma haliydi. Revirinden, kitaplığına, kütüphanesinden aş evine, bostanına, televizyonuna kadar her anlamda tamamen vatandaşların kendilerinin tesis ettiği bir yaşam tecrübesi inşa edildi. Bu kadar insanın binde biri bile bir bilet kuyruğunda birbirine girerken, tüm o süreçte kaydadeğer bir asayiş sorunu yaşanmadı. Ivan Illich’in şenlikli toplumunu teneffüs ettik o süreçte. Bir ütopya, tecrübe oldu. Ne yazık ki, onu bir nostaljiye dönüştürmekte de geç kalmadık ama neyse o başka bir tartışma konusu...
Katılım konusunda dünyada nasıl bir yaklaşım var? Yeni uygulamalardan örnekler verebilir misiniz?
Üç tür katılım uygulamasının özellikle revaçta olduğunu gözlüyorum. Öncelikle bizdeki mahalle gibi yerel altı düzeylerdeki katılım öne çıkıyor. Belediye karar organları ile ilişkiye sokulan, belli bir bütçeye sahip, projeler geliştirebilen, belediyenin politikalarına müdahil olabilen ve kendileri faaliyetler düzenleyebilen bir ölçek olarak mahalleler gitgide önem kazanıyor.
"Anlamlı bir niceliğe ve temsil niteliğine sahip olmayan katılımcı grubu oluşmadığı sürece de bu katılım mecraları ya var olan iktidar örüntülerini tekrar üretiyorlar ya da iktidar oyununda yer alan ya da almaya hevesli aktörler tarafından kolayca araçsallaştırılabiliyorlar. Böylesi tecrübeler de halihazırda ilgi gösterenlerin bu platformlardan uzaklaşmasına yol açıyor"
Diğer yandan katılımcı bütçe uygulamaları da Latin Amerika’dan sonra Avrupa’da da oldukça yaygınlaştı. Yerel yönetim bütçelerinin bir kısmının halkın istek ve tercihleri doğrultusunda planlamasına dayalı bu sistem halkın doğrudan kent politikaları konusunda söz sahibi olmasını sağlıyor. Türkiye’de bildiğim kadarıyla bu pratik sadece Çanakkale’de deneyimlendi.
Son olarak yurttaş jürilerinden bahsedebiliriz. Amerikan yargı sistemindeki jüri uygulamasının benzeri bu sefer kamusal konulara yönelik olarak hayata geçiriliyor. Üzerinde net bir uzlaşı olmayan proje ya da politika hakkında tamamen rastgele ama belli kotalara riayet edilerek bir jüri kuruluyor. İlgili taraftar ya da muhalif gruplar, farklı uzmanlar ve proje müellifleri ile kamu yöneticileri bu jüriye kendi yaklaşımlarını aktarıyorlar. Tüm tarafların bakışını dinleyen jüri bunlara dayanarak bir karara varıyor ve süreç sonrasında bu karara bağlı olarak gelişiyor.
Katılımın çıkmazlarından söz ediyorsunuz raporda bunlara kısaca değinmeniz mümkün mü?
Örneğin farklı grupların direnç göstermesi, katılım için zamanın gerekliliği, belli bir eğitim seviyesi üzerindekilerin daha etkin olması...kent konseylerinde ortaya çıkan siyasaldan ayrı olarak sosyal hiyerarşi....
Özellikle kent konseyleri bağlamında düşünce,
büyük bir kesimin bu katılım mecralarına ilgisiz olduğunu gözlüyoruz. Bu ilgisizliğin en önemli sebebi bilgilerinin olmaması. Kent konseyinin varlığı, anlamı, işlevi ve işleyişinden çok geniş kesimlerin haberdar olduğunu söylemek zor.
Bilgisi olup da ilgi göstermeyen kesimleri de birkaç gruba ayırabiliriz. Muhalif, örgütlü kesimlerin konseylerle ilgilenmesi istisnaidir mesela. Çünkü bu alanları neoliberal yönetişim modelinin anlamsız, yararsız hatta işbirlikçi mekanları olarak görüp, uzak dururlar. Tam da bu uzak duruş, bu ihtimalin güçlenmesine sebep olur ya neyse.
Böylesi bir siyasi yargı taşımasa da, buraları belediye başkanların arka bahçesi görüp de uzak duran kesimler de az değildir. Bir de katılmak istediği halde bunun için imkanlara sahip olmayan kesimlerden bahsedebiliriz. Nereden baksanız
bir maliyeti vardır katılımın. Zaman ve para ayırıp gideceksiniz; katılımınızın anlam taşıması için gündemdeki konulara dair fikriniz olacak, bunlar ifade edecek medeni cesarete sahip olacaksınız, diğer katılımcılarla işbirliğine gidebilecek sosyalleşme becerileriniz olacak vs. Anlamlı bir niceliğe ve temsil niteliğine sahip olmayan katılımcı grubu oluşmadığı sürece de bu katılım mecraları ya var olan iktidar örüntülerini tekrar üretiyorlar ya da iktidar oyununda yer alan ya da almaya hevesli aktörler tarafından kolayca araçsallaştırılabiliyorlar. Böylesi tecrübeler de halihazırda ilgi gösterenlerin bu platformlardan uzaklaşmasına yol açıyor.
Bütün bu ahval ve şerait bizi yine yerelde müşterek bir iklimin yaratılması sorununa getiriyor.
(söyleşinin 2. parçası Eylül Solfasol'unda)
Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV) tarafından yürütülen ve Friedrich Naumann Vakfı tarafından desteklenen Sürdürülebilir Kentleri Desteklemek projesinin çıktısı olan “Sürdürülebilir Kentler Yerel Müşterekler Siyaseti İçin e-Katılım”ı raporuna
http://tesev.org.tr/wp-content/ uploads/2016/12/Sk.Rapor.TUR.pdf
adresinden ulaşabilirsiniz.
Yorumlar (0)