Bellek, bireyselliğimizin yapı taşlarından biridir. Geçmiş, şimdi ve gelecek arasında kurulmuş bir köprüdür. Kimlik algısının, bir anlamda ruh sağlığının temelini oluşturan bilişsel bir süreçtir. Özünde uzlaşarak, uzlaştırarak çalışır. Dönüşüm ise belleğe yapılan bir müdahaledir. Ve bellek her türlü müdahaleye karşı kendini savunur. Önce günlük hayatımızın rutininin, sonra da belleğimizin kentle ilişkisinde çatlaklar oluşur. Yaşayanları ile ilişkisi zayıayan kent kişiliksizleşir. Dönüşüm yıkıcıdır. Uzlaşı ise karşılıklı bir kavrayışı, birbirini tamamlamayı içerir.
Mekâna Tutunma: Ah Duvarların Dili Olsa!
Geçmiş yaşantıları ve bilgileri akılda tutma ve hatırlama gücümüz olan bellek, kendiliğinden oluşmaz. Bağ kurmak ve bağlanmak ister. Eğer bağlanma olmazsa her bilgiyi yeniden öğrenmek zorunda kalırız. Bu da yaşamı çekilmez hale getirir. Bir kentin içinde yaşarken belleğimiz mekânlara bağlanır. İçinde barındığımız her yer yaşamımızın sessiz tanıklarıdır. Bu nedenle belleğimiz barınağımızdır. Yaşanmışlıktır. Bu nedenle belleğimizin vücuda gelmiş hali duvarlar, ah o duvarlar dile gelse!
O zaman neden dönüştürüyoruz?
Bir sistem olarak kent, insan aklının belki de en büyük başarılarından biridir. Bu başarının ardında bizi insan yapan; biçimini, işleyişi açıklayabildiğimiz ama içeriği biraz muğlâk kalan, belleğe işleyeceği malzemeyi veren duyarlılıklarımız saklıdır. Asıl başarımız ise, fiziksel olarak inşa ettiğimiz kenti, belleğimize kimliğimizi, bireyselliğimizi ve toplumsallığımızı oluşturan kodlarla işlememizdir. Kent… İster beğenin ister beğenmeyin, sizin ihtiyaçlarınız ile başkalarının arzları arasındaki o kadim ancak bir o kadar da “lanetli” ilişkinin yarattığı fazladan “değer”e borçludur varlığını.
Bugün kentin “artı değer”inin kaderi, Rönesans’ın ticaret zengini kentlerinin şımarık dukalarının ya da hiçliğin üzerine St. Petesburg’u inşa ettiren Deli Petro gibi muktedirlerin iki dudağı arasında değil. Sunacak daha çok şeyi oldukça pazar fiziksel, ekonomik ve sosyal olarak büyümeye devam ediyor. Üstüne bir de aktörleri çoğalıyor. Ancak, değeri üretenler ile tüketenler arasındaki uçurum hala orada, hala derin. Uçurumun kenarında çoğunlukla toprakla bağını kesmeden kentin yolunu tutan, kentlileşerek değil atalarının hayatta kalmak için geliştirdiklerini kullanarak yaşamını sürdürmeye çalışanlar yer alıyor. Kuşkusuz, bu sürgit yaşam kentin içinde eğreti kalmaya mahkûm. Ele avuca, kurala yönetmeliğe gelmeyen sosyal ve fiziksel var oluş gem tutmaz, zamanın ruhuna uymaz. Ve doku uyuşmazlığı başlar... Kent bir “yağ lekesi” gibi yayılır. Fiziksel sınırlarını aşmaya, küresel pazar ile bütünleşmeye çalışırken, içinde hatta çekirdeğinde bir yerlerde boşluklar oluşmaya başlar. Önce en dışarıda kalanların kendilerine yer açmak için işgalleri başlar. İşgal edilen alanları terk eden “merkezdekiler” giderken ekonomilerini, kültürel ve sosyal birikimlerini de götürür. Sonunda mekân el değiştirir. Doku değişmiştir bire kere. Oysa kentin, kontrol edemediği, yenileyemediği, pazarda değere dönüştürmediği hiçbir şeye tahammülü yok. Bu dönüşüm salt bir “değer” katma, alışveriş, son yılların gözde kavramı ile “mutenalaştırma” süreci olarak işlediğinde sonuç yaldızlı paketi ve renkli kurdelesi ile kentin artı değerini tüketmeye meraklı kesimlerin “beğenisine” sunulmuş mimari oyuncaklar olmanın ötesine geçemiyor. Kent parçasının hala dönüşmemiş ilişki ve yaşam biçimli sakinlerini de kentli yapamıyor. Tam aksine onları az ileriye, bir sonraki dönüşüme öteliyor, kenti eksiltiyor.
Peki, gerçekten dokunulması gereken ekonomik, sosyal ve mekânsal olarak erozyona uğramış kent parçalarını, yine kent için ekonomik, sosyal ve mekânsal artı değer üretebilecek şekilde yenilemek, dönüştürmek mümkün müdür?
Bu sorunun cevabını, dönüşümün ekonomik yüzünün önümüzde açtığı tuzaklara düşmeden, aramalıyız.
Bunun için bazı ön kabullerimizin olması gerekiyor. Bunların ilki dönüşümü bir alışveriş olarak değil, bir uzlaşma olarak ele almak olarak ifade edilebilir. İkincisi ise, bu uzlaşının dönüşecek kent parçasının “değeri” ve “biçimi” üzerine değil, kentsel yaşamın karakteri, içeriğine dair olması gerektiğidir. Bu içerik, bizim kentli belleğimizi oluşturur.
Uzlaşan Bellek, Yaşayan Kent…
Kentin, kentlinin ve kentin geleceği, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, ancak kenti var eden akıl ile onu yaşanabilir kılan duyarlılık, içerik üzerinde uzlaşabilir ancak. Bunun en öğretici örneklerinden biri Ankara’da, koca bir tarihin yanında bir de taşları, toprağı, neredeyse duvarlarını paylaşarak birbirilerini yaşatmayı başaran Agustus Tapınağı ile Hacı Bayram Camii’dir. Kuralları ya da biçimleri benzeştiği için değil, insanın evrendeki yalnızlık ve çaresizliği ile mücadelesinin farklı yüzleri olarak, insana dair olmaları ile yan yana ve ayaktalar hala. Diğer yandan, ikisini de yaşatmaya yönelik gösterilen çabaların farklılaştığı noktada belleğin nasıl çarpıtıldığı ve sürekliliğine zarar verildiğini de görebiliyoruz. Son yıllarda Hacı Bayram-ı Veli Camii’ne yapılan eklemelerin eski malzemeleri taklit etmeye soyunması, daha doğrusu “eskiymiş” gibi davranması yukarıda tarif etmeye çalıştığımız bozulmuş belleğinin yansımaları. Oysa Agustus Tapınağı’nı ayakta tutmaya çalışan çelik kollar ve ayaklar, tarihin yükünü bugünün gücü ile vakur bir şekilde taşımaktadır. Tapınağın taşlarına, 2000 yıl öncesinin becerisi ve aklına benzemeye çalışarak değil, biçime değil, akla saygı göstererek bu günün teknolojisinin olanakları ile yapılan bir saygı duruşudur. İnsanlığın ortak belleğinde biriken ortak bilgi ve duyarlılıklarla inşa edilmeyenler ise sürekli artan bir gerilim yaratır medeniyetin taşları üzerinde.
Gerilimin Boşalma Noktası: Uzlaşmadan Dönüşüm ve Gezi Parkı…
“Gezi” kentsel belleğin, uzlaşan, uzlaştıran kilit taşlara yapılan baskı ile gerilen toplumsal bağların bir zemberek yayı gibi boşalmasıdır. Bir kent hareketidir. Kentli olma mücadelesidir. Ve belki de uzlaşıdan uzak olan dönüşüme başkaldırıdır. İstanbul Film Festivali’ne tam 28 yıl ev sahipliği yapan Emek Sineması’nın 22 Mayıs’ta halkın her türlü itirazına karşın yıkılması, Gezi Parkı fitilini ateşlemiş olabilir. Kendiliğinden ve içten bir tepki ile insanlar toplanır Emek Sineması’nın önünde. Çünkü o gün, orada sökülen, yerle bir edilen sinemanın koltukları, duvarları değildir. Tarumar edilen bellektir… Yerinin İstiklal Caddesi, Gezi Parkı, Taksim Meydanı, Kuğulu Park ya da Kennedy Caddesi olmasının bir önemi kalmamıştır. Yaşanan başlangıçta sadece “yan yanalıktır”. “Sosyal Devlet” vaatleri kamuajı ile konutu, sağlığı, eğitimi istediği gibi dönüştüren muktedirin yeniden kurgulamaya çalıştığı “belleği” sindiremeyen tüm ötekileştirilenlerin yan yanalığıdır.
Gezi Parkı’ndan Bir Uzlaşı Çıkabilir mi?
Ötekiler kendileri gibi durmaya devam edebilirse belki. Erişilebilirlik, saygınlık ve gasp edilen hakları için gezinen engellileri ilk defa yürekten kucaklanıyor. Bilginin çoğaldığı ve giderek daha değerli olduğu kavranıyor. Ve kitap okunuyor. Kitabın kentlinin gücü olduğunu, her an ve her durumda, metroda, vapurda, durakta, parkta, eylemde okunabileceğini ispatlıyor, özgürlüğün, düşünmenin ve kentin üreten değeri olmanın simgesi olduğunu anımsatıyor. İlk defa kent yaşayanlarınca sahipleniyor. Belleği ve kültürünü savunmak için insanlar bedenlerini siper ediyor. Kentin sokakları, muktedir tarafından anlaşılmamaktan dertlilerin uzlaşısı haline geliyor.
Gezi’de çırpılan kanatlar ODTÜ’de fırtına çıkartır mı?
Niyetler ve umutlar bir yana, Gezi’yi yaratan refleks, her seferinde aynı yere dokununca ortaya çıkmıyor. O refleksi yeniden benzer biçimlerde ortaya çıkartmaya çalışmak da o duyarlılıklara haksızlık. Elimizde bir çekiç varken her şeyi çivi olarak görmeye benzer. ODTÜ ve yollar üzerinden oluşturulmaya çalışılan toplumsal muhalefet, böyle bir çekiç çivi ilişkisinde sakatlanıyor. Ortaya konan, çoğu zaman bedenleri siper ederek, muhalefet, muktedirin baskının yaratacağı reeksi arıyor. Gerilimi Gezi boşalttı zaten. Geriye kalanlardan ne üretilebilir tahmin etmek zor. Olumsuz olan bir şeyin, örneğin muktedirin uygulayacağı şiddetin, üzerine olumlu bir şey inşa etmek ise daha zor. Buradaki dönüşümün dinamiklerini ve uzlaşma noktalarını kendi özgül koşulları içinde aramak gerek. Mücadelenin aksını ise kendine has bir aidiyet ve bellek yaratmış olan ODTÜ yerleşkesi üzerinden değil, 100.yıl ve Karakusunlar’a yaklaşmakta olan dönüşüme bakarak tarif etmek, en çok da üniversite ile kent arasındaki uzlaşmayı aramak açısından önemlidir.
Yorumlar (0)