Behçet Necatigil’i, 23 Mayıs 2013’te, hiç hesapta yokken ölüveren babam Mustafa Şerif Onaran’dan bilirim, severim. Babam cerrahtı, ozandı, yazardı, insanlardan beslenirdi. Vaktiyle TRT radyosunda “İçimizden Biri” diye bir program yapmıştı. Ne kadar sürdü bilmiyorum. İnternette bulunamayacak kadar eski. Arşivlerden araştırmalı.
§§§
İlk gençliğimden beri Çankaya’da mahalleden tanıdığım bir arkadaşla karşılaştım geçenlerde. Hadi adına Ali diyelim. Ben yıllarca uzak kalmıştım ama o hep Ankara’da, farklı semtlerde oturmuştu. Dördüncü ölüm yıl dönümü yaklaşırken babam Mustafa Şerif Onaran’ı da anarak, Ankara’nın gayriresmî gazetesi Solfasol’e “İçimizden Biri” köşesini tanıştırmaya karar verdiğim, Hazan’ın öyküsünü yazdığım Mayıs sayısından sonra ikinci konuyu düşündüğüm sıralarda Ali’yle sokakta karşılaşıverince, “işte içimizden biri daha” dedim. Biraz Ankara deneyimlerini konuşalım, ses kaydı alayım istedim, o da kabul etti.
Ali, annemi, babamı tanırdı. Severlerdi birbirlerini. İçtenlikle selâmlaşırlardı. Ben Ali’yi de ailesini de yakından tanımazdım, nerde oturduklarını bilmezdim, ama arada karşılaştıkça havadan sudan konuşurduk. İkimiz de emekli olduğumuz halde çalışmayı sürdürüyorduk. İkimizin de yetişkin çocukları vardı – onun iki, benim bir kızımız üniversiteyi bitirmişlerdi, gurbettelerdi. Hayata bakışlarımız da benzer gibiydi; en azından benzer konulardan yakınıyorduk. Arada karşılaştıkça, “zaman ne kadar da hızlı geçiyor” diyorduk.
Aldığım antropoloji eğitimi gereği, “istersen kendi adını kullanalım istersen mahlas,” dediğimde, “benim için bir sakıncası yok,” dedi, “kendi ismimle olsun daha iyi, niye olmasın?” Dedi demesine ama, tam konuşmaya başlayacakken kısık sesle sordu: “Çoluk çocuğa bir şey olur mu bu gazetelerde çıkıyor falan diye?” Bir anda gülümsemesi dondu yüzünde, “şöyle söyleyeyim,” dedi, “bizimkiler devlet memuru olacak kişiler. Birisi öğretmen.
Bu konuştuklarımızdan gelecekte sorgu morgu çıkacaksa tabii ki kullanılmak istemem. Yani, ben oraya isim verince, yarın fetöcü metöcü diyeceklerse, benim çoluğuma çocuğuma bir şey olacaksa, geleceğimi düşünürüm. Kendim için değil ha, neslim için.”Tekrar tekrar“ benim, ailemin, çocuklarımın hiç sakıncalı bir durumu yok,” diyordu ama Ali kaygılıydı. “Peki o zaman, takma isim kullanalım,” dedim, “mahlasın ne olsun?” “Tayyip olsun,” dedi gülerek, “şimdi geçer akçe o.”
Ankara’nın değişik kesitlerini tanıdığı için Ali’nin Ankara’sını – Ankaralarını– konuşmak istiyordum ama bir türlü sadede gelemiyorduk. Önce, “sadece Ankara’yı değil, genelde Türkiye’yi konuşmak lâzım. Yaşadıklarımız bir tek Ankara’nın değil, Türkiye’nin sorunu,” dedi. Sonra, konuşulması gerekenin Çankaya değil, “kırsal kesimler, varoşlar” olduğunu söyledi:“Tabii Çankaya ile, ne bileyim Hüseyin
Gazi, Şentepe, Çinçin, İskitler bir değil”. Sonra yine durakladı. “Ses kaydı da, görüntü de istemem,”
...
Kalbi kara insanlar oturdu.
Gündelik korkuların çökerttiği evlerde O fıkara insanlar oturdu.
...
Behçet Necatigil
dedi. İçine korku düşmüştü bir kez. Beni kırmak istemiyordu ama konuşmaktan da vazgeçmişti. “Ülkenin, memleketin halini biliyorsun,” dedi, “ben kendime güvenemiyorum. Çevrem yok, arkam yok. Bir takım insanlar bunu okuyunca lâf çıkarsa, beni, ailemi koruyacak kimse yok.” Televizyonda haberleri izlerken, eşle dostla konuşurken söylenmenin ötesinde ne siyasetle ilgisi vardı Ali’nin, ne çekineceği, sakınacağı bir bağlantısı. Demek “korku imparatorluğu” buymuş.
“Rahmetlinin zamanında hiç çekinmeden konuşurdum,” dedi, “ama artık zaman değişti.” Daha çok üzmek istemedim, “anlıyorum,” dedim, “haklısın.”
§§§
O yoluna gitti, ben Necatigil’in Evler’ine: Vurulmuş vurgunların yücelttiği evlerde / Kalbi kara insanlar oturdu. / Gündelik korkuların çökerttiği evlerde / O fıkara insanlar oturdu.
Yorumlar (0)