Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

“Masanın Sağ Köşesi” / Gökhun Baltacı Söyleşisi*

“Masanın Sağ Köşesi” / Gökhun Baltacı Söyleşisi*

Özgür Ceren Can: Kimsin sen anlatsana biraz?

Gökhun Baltacı: 1989 doğumluyum. Doğma büyüme Ankaralıyım. 100.Yıl’da Çamlık Sitesi’nde doğdum. Ailem başka yere taşındı ama ben hala aynı evdeyim. Ankara’dan çok çıkan bir adam değilim. 1998 Dünya Kupası varken bizimkiler boşanmıştı. Ben maç izliyordum babam evden giderken. Babamın genelde televizyona baktığını, annemin de yemek pişirdiğini hatırlıyorum. Ben de ödevlerden kaçardım. Sokakta olmayı oyun oynamayı çok severdim. Çocuklar evlerine gittiğinde ben bizim bekçilere yanlar, onlarla dururdum.

ÖCC: Çocukken resim yapar mıydın?

GB: Anaokulu öğretmeni annemle babamı çağırmış, “Bu çocuğun renk seçimleri bayağı iyi, ileride yönlendirin.” demiş. Bizimkilerle de “Resim okuma, eczacılık oku.”
gibi bir diyalog olmadı, hep desteklediler. Odamı çok boyadığımı hatırlıyorum, ona müsaade ederlerdi. Ama ilköğretim zamanında hiç resim yapmazdım. Altıncı sınıftan sonra Fransızca dersinde çok sıkıldığım için çizim yapmaya başladım.

ÖCC: Sanat eğitimi almakla ilgili kararı ne zaman verdin?

GB: Annem Güzel Sanatlar Lisesi diye bir yer varmış, oradan haber verdi. Sonra orayı kazanamadım ve 100. Yıl’da Kılıçaslan Lisesi var orada Türkçe-Sosyal okudum. Düz liseden mezun olduğum için keyfim yerinde. Bir sürü tip görüyorsun. Cahit Malçok kursunda Güzel Sanatlar Fakültesi’ne hazırlandım. Ben Eskişehir’de okumak istedim. Orada baskı sanatlarını kazandım ama hazırlık zorunluydu.Yarım dönemde üç uyarı aldım. Sonra oradan ayrılıp, Hacettepe’ye hazırlanmak için

geri geldim. Hemen bir sonraki yıl Resim Bölümü’nü yedekten kazandım.

ÖCC: Biraz öğrencilik yıllarını anlatsana.

GB: İlköğretim ve liseden falan “Acaba ben geri zekalı mıyım?” diye mezun oldum. Sonunda gerçekten kendime dair bir eğitimin merkezine geldiğimi orada anladım. Hocalarla tanıştık, diğer resim yapanlarla falan. Sonunda tek mevzu resim ve sanat kalmıştı. Coğrafya, matematik bunlardan kurtulduğuma çok sevinmiştim.

ÖCC: Sanatla ilgili fikirlerin nasıl gelişti?

GB: Dershaneye gidiyorduk. Orada Aşkın Hoca vardı, edebiyat hocamdı. Bana bir iki film, müzik ve kitap önerdiğini hatırlıyorum. Buffalo '66, Leonard Cohen’in “Dance Me to The End of Love”ın klibi ile Tom Waits’in Temptation’ı... Bunları gördükten sonra – entelektüel bir birikim, oturtacak bir zemin de yok – çok hoşuma gittiğini hatırlıyorum. Sonra yavaş yavaş Led Zeppelin, King Crimson müziklerini edinmeye başladım. Filmlere başladım, kitaplara başladım.

ÖCC: Biraz Ankara’dan bahsedelim. Bu kentin karakteri var mı sence?

GB: Ankara çok sıfırda, harika bir noktada... Ben
koyu Ankaracıyımdır. Ankara sıfır derken, “yaşam yok” ya da bunun gibi bir şey değil. Zeki Demirkubuz’un “Yeraltı”... Bana göre en iyi çekilecek yer Ankara’ydı. Delirmek için de mükemmel bir kent. Biraz durgun, biraz sert, mesafeli, saygılı belki... Ankara’nın dışında artık dünyada başka büyük bir bela var. Son on yıldır uzun cam boklar (bkz. Baudrillard) gelmeye başladı. Bütün yapıların ve kültürün; avm, rezidans, iş blokları falan yükselen ve adını koyamadığımız o korkunç şeyde öğütüldüğünü görüyorsun. O senin kentinle bir streç film gibi araya giriyor. Mesela orada ne olduğunu hiç... Her geçişinde bakıyorsun, ismini de koyamıyorsun. Korkutucu da. Arabam yok. O yüzden hep toplu

taşımadayım. Resimleri ya da fikirleri ya da müzikleri dinlerken... Bunların hepsini toplu taşımada ya da yürürken hallediyorum. Yürümeyi de çok seviyorum. Az çok sınırlı bir yaşamım var; barlar, yemek yediğim yerler, atölyem, ev hep aynı. Benim için güvenli bir yer Ankara.

ÖCC: En sevmediğin yer neresi?

GB: Ulus galiba... Ulus’un tarihi ayrı ama şu anki biçimi ayrı... Bir de AŞTİ kesinlikle. Bosch’un bir resmi vardır (Dünyevi Zevkler Bahçesi, 16. yy. ) üç parça tek parçası cehennemdir, bence AŞTİ orasıdır.

ÖCC: Seni üretmeye teşvik eden şey kentten kaynaklanıyor mu? Ya da ne oranda kaynaklanıyor?

GB: Bu yeni gelen hareketli ve hareketsiz camlar haricinde çok böyle senin gözünü oyalayan, aman aman civcivli bir şeyler olmadığı için kendi içinde düşüncelerinde kalabiliyorsun. Çok oyalanmadan.

ÖCC: Biraz şu endişe bozukluğundan bahsedelim mi? Neden oluyor sence?

GB: Bir kitapta okumuştum da şimdi hangisi hatırlamıyorum. Kaygı ve korku birbirlerinden farklı şeylerdir. Buradan bir köpek sürüsü geçer ve bir korku mekanizması doğaldır. Ama kaygı belli bir neden bulamayacağın... Bir atmosfer gibi bir hava durumu gibi... Her yerde olan ama hiç görünmeyen bir şey gibi... Göbek adım kaygı diyebilirim. Dört yıldır psikoterapi görüyorum. Şimdi biraz daha beynimin nasıl çalıştığını az çok biliyorum. Ama bir kaygının net kökenini bulamıyorum.

ÖCC: Çalışıyor musun bir yerde profesyonel olarak?

GB: Bazen duvar resmi işleri geliyor. Emre var arkadaşım onunla beraber... Garsonluk yaptım barlarda.

ÖCC: Sanatsal üretimini devam ettirmek için bir katkısı oluyor mu bunların?

GB: Duvar resmi net bir gelir vermeyen bir şey. Yoğunluğuna bağlı. Onun tabii ki desteği oluyor ama... Şimdi yüksek lisanstayım. Akademide devam etmeyi düşünüyorum. Oraya gelene kadar ailemden de destek alıyorum. Bazen resimler satıyor.

ÖCC: Sadece resim mi yapıyorsun? Başka medyalar kullanıyor musun?

GB: Sanırım benim çalışma biçimim şöyle: tek bir malzeme seçip onunla güreş gibi. Onu çözmeye çalışıyorum. Başka malzemelere çok açılmak istemiyorum. Yaklaşık iki yıl önce pastel boyalar başladı. Bu psikoterapi yaklaşık dört yıldır devam ediyor. Her yıl içerisinde yaklaşık üç haftalık bir doktorun izin süreci var. İki yıl öncesinde o üç haftalık arada ben evde infilak ettiğimi hatırlıyorum. Ve pastel boyaya başlamaya

karar verdim. Pastel boya ile çok uğraşan birilerinin olmadığını gördüm. Bu da beni biraz daha cezbetti. Biraz kendime de benzettiğim bir malzeme. Biraz kaba ama hâkim olursan inceliklerini çıkaran bir malzeme. Pastel boyaya hâkim olmak zaman alıyor.

ÖCC: “Masanın Sağ Köşesi” ilk pastel resim sergin. Pastel boyanın renkleri çok çığırtkan. Bu renkler geçmişle hesaplaşma olanağı mı sağlıyor?

GB: Geçmişle ilgili hikâyeler ya da taarruz durumun varsa pastel boya çok uygun bir malzeme. Zaten çocuk boyası diye geçiyor. Renklerin bu kadar baskın olması da benim amacıma hizmet ediyor evet.

ÖCC: Çok maskülen bir adamsın. Resimlerde de bir erkeklik vurgusu var, toplumsal cinsiyet bağlamında. Fakat o erkekliğe zıt çok renklilik de var, bununla ilgili ne söyleyeceksin?

GB: Ben kendi resimlerimde aman aman erkeksilik hissetmiyorum. Belki benim dışımda gelişiyor olabilir. Varsayalım ki öyle, bu çok renklilik çeşitliliğe ya da inceliğe karşılık geliyor. Bu da zaten senin zıtlığını oluşturuyor ve trafoya dönüşüyor. Ve bu trafodan resim geliyor bana göre. Yani bir gerilim hattından... Kendi adıma konuşayım. “Hmm biraz da mavi sürelim.” falan gibi resim yapmıyorsun. Midenden çıkıyor bunlar ve çok ciddi güreşler dönüyor.

ÖCC: Resimlerde aile mevhumunu tartışıyor musun? GB: Ben resme şöyle oturuyorum çoğunlukla: yüzde

altmışını kafamda kuruyorum sahnenin, sonra resmi inşa etmeye başlıyorsun. Bazılarında resim kendini yaptırıyor, mesela orası kesinlikle bunu istiyor falan. Ve onu bozmuyorsun. Resim bittikten sonra bu kime gitti, aileye mi erkliğe mi gitti bunların üzerinde çok düşünmüyorum. Daha çok kafamdaki yeni bulduğum hikâyenin tam anlamıyla kafamda kurduğum gibi çıkmasını düşünüyorum.

ÖCC: Resimde kullandığın imgeler üzerine biraz konuşalım. Mesela “gece” ne ifade ediyor senin için?

GB: Gece benim için hem çok keyifli hem de zor bir şey. Geceyi çok seviyorum. Alman Romantiklerin resimleri... Bana göre geceyi en iyi anlatan resimler o dönem. Daha böyle orman içlerinde, tenha ovalık yerlerde, akşamüstü mü gece mi... Böyle pis bir renk... İnsanı huzursuz eden bir renk kullanırlar. Bir de Schubert’in "Gute Nacht" şarkısı vardır. Bu benim en sevdiğim şarkılardan biri.

Neredeyse iki üç gecede bir ben bunu dinlerim.

ÖCC: Resimlerindeki kadın imgesi ile ilgili ne söyleyebilirsin?

GB: Resimlerde önce hikâyeyi oturtman gerekiyor. Ondan sonra kadın, erkek, çocuk, masa, köpek, makas... Hepsinin hikâyenin amacına hizmet etmesi lazım. O yüzden kadın imgesinin çok özerk bir durumu yok.

ÖCC: Kadın ne ifade ediyor sana?

GB: Kadın... Bela ifade ediyor. Bir kadınla ilişki...
Asıl yaşam ritmin bozuluyor. Bu hem alttan alta çok istediğimiz bir şey hem de yeni bir huzursuzluk geliyor. Başımız belada.

ÖCC: Hem geceden hem de kadından bahsederken “huzursuzluk” kelimesini kullandığının altını çiziyorum.

GB: Evet, güzel... Bela kızım, belasınız. 

ÖCC: Oyuncaklar var resimlerinde?

GB: Üçtekerli bisiklet var, mesela benim favori oyuncaklarımdan biriydi. İki tekerliye geçiyorsun, yandan destekli. O yandaki iki teker baba oto portresi gibi böyle. Bence oyuncaklar dünyadaki en şahane nesnelerden. Kendi dönemimdeki eski oyuncakları beğeniyorum. Şimdi telefonlardaki oyunlar, bilgisayar oyunları vesaire bunların hiçbiri, hiçbir şekilde yanına yaklaşamaz bile. Oyunla bir alakası bile yok.

ÖCC: Resimlerde kullandığın hayvan imgeleri var: boğa, horoz, köpek, kuzu...

GB: Kuzu bana göre şirinlik veren bir hayvan değil. Daha belalı bir hayvan... Sanırım karşılaştığımız yerlerle alakalı. Siyah köpekler kaygı atağı gibi, biriyle boğuşurken diğeri geliyor. Horozlar erkeklik... Bir resim var onu annem satın aldı. Bir odanın içinde annesine sıkıca sarılmış bir erkek çocuğu var. Ve odanın köşesine bunları sıkıştırmış horozlar var. İşte erkeklik burada! Horozlardan gelen bir tehdit olarak... Durdukları yerin yanındaki duvarda asılı bir tuvalde bir makas var. O makası neden koydum hala bilmiyorum. Ama öyle hissettim.

ÖCC: Peki oda? İç mekân senin çok kullandığın bir şey. Odaya ilişkin nesneler; masa, sandalye, yatak...

GB: Bana göre resimlere dönüp baktığında böyle bir sahne gerçek hayatta çok zor olabilir. Yani horozlar neden odanın içerisinde? Neden onları sıkıştırmışlar? Bütün bu tanıklık eden nesneler, horozların bir anne ve çocuğu sıkıştırabileceğine daha da ikna eder. O yüzden sürrealist bir şeye benzemez.

ÖCC: Doğup büyüdüğün ve hala yaşadığın yerin aynı olmasının...

GB: Bence kesinlikle bununla bir ilişkisi var.
ÖCC: Senin için ev ve oda kentten yalıtıldığın korunaklı

bir sığınak alanı mı?

GB: O gününüze göre değişir. En büyük bozgunu da orada yaşayabilirsin, huzur ve refahı da... Riskli bir şey, seni hem içeriye işkenceleyen hem de dışarıdan yalıtan bir mekanizma ev.

ÖCC: Bu seriyi çalıştın, sonra sergileme fikri nasıl doğdu?

GB: Pasteller sivilce patlaması gibi. Her gün kendiliğinden mutlaka yeni bir resim yapıyordum. Derken bunlar birikmeye başladı. Bunları internete yüklüyordum. Orda görüp Galeri Nev temasa geçti. Sonra sergi fikri doğdu.

ÖCC: Sergilerken bir küratöryel müdahale oldu mu sana?

GB: Sergileme biçimine ben karar vermedim. Onu galeri kendisi hallediyor. Çivilerle çaktılar. İlk duyduğumda “haydiii” falan oldum. Çünkü insan kafasında çerçeveli falan hayal ediyor. Sonra çok bir şey hissetmedim.

ÖCC: İlk sergini önemli bir galeride açtın. Bir taraftan sokakla da çok ilişkili birisin. Nasıl bir deneyimdi senin için?

GB: Sokakla da çok ilişkili bir adamım. Onun dışında Füsun Hoca ile bir sürü projeye de girdik. Mesela onunla yaptığımız bir projede, Sincan Cezaevi’nde çocuk ve genç infaz kurumunda ders verdik. Tüm bunlar biraz daha geniş bir yelpaze oluşturuyor tabii. Şimdi galeride sergi açıldı. Buna tam hâkim olmadığım için kesin
şeyler söyleyemem. Belki on yıl sonra şu şöyle bu böyle diyebilirim. Resim yapıyorsun, bu resimlerin bir yerde sergilenmesi ya da satılması lazım. Bütün dünyanın girdiği çıkmazı da böyle... Açılış kalabalığı hem benim için hem resimler için uygun değil. Mesela ben açılıştan sonra tek başıma tekrar gittim gezdim, o zaman iyiydi. Bir çocuğun odasına izinsiz girilmiş gibiydi. Duvarlar, bombardıman, çok yoğun renkler...

ÖCC: Satış oldu mu? Ne düşünüyorsun sanat piyasası hakkında?

GB: Oldu. Resmin başka birine gitmesi korkutuyor adamı. Benim için çok özel olan resim de satıldı mesela. Bazen şey düşünüyorum ilerde yaşlanırsam eğer,
bir şişe viski alıp, resmi bir hafta ödünç alıp, böyle karşısında... Saçma sapan şeyler düşünüyorsun. Ama ilerlediğin yola baktığında, bütün bu resimlerin sende kalması da çok sağlıksız bir şey. Böyle olması gerekiyor, resmin devredilmesi. Satılması hem korkutan hem hoşuna giden bir şey... İyi hissettiren bir şey, demek ki beğeniliyor, birilerinin hoşuna gitmiş. Resimle bir ilişki kuramayanların eline gitmesi beni üzerdi ama böyle bir şey yaşamadım.

ÖCC: Bundan sonrası için planın ne?
GB: Samimiyetle resim yapmaya devam etmek...

Mutlaka pastelle devam etmeyi düşünüyorum. Yüksek lisans öğrenimindeyim. Olursa hoca olmayı isterim.

ÖCC: Bir sanatçı olarak, galeri mekânı dışında kentte hangi platformlarda kendini ifade etmeyi düşünürsün?

GB: Kamusal alanda yaparız. Sokakla ilgili disiplinler arası bir çalıştay, bir proje de olabilir, sokağa illegal müdahale de olabilir. Bunun bir formatı yok. Baudrillard şöyle bir şeyden bahseder; eskiden sanat eseri karşısında duygulanma vardı ancak günümüzde baştan çıkartma ve ayartma mevcuttur. Sanırım benim durmak istediğim yer eski kısım, üç tekerlekli bisiklet. Yanan bir üç tekerlekli bisiklet, bana göre harika bir manzara.

*Gökhun’un sevdiği bazı şeyler: Mavi, mor, vişne
reçeli, bira, Schubert, King Crimson, Tindersticks, Joy Division, John Berger, Hermann Hesse, Jean Baudrillard, Nietzsche, Max Beckmann, Kirchner, Arnold Böcklin, saklambaç.

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış