Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya
Merhaba Yaşar Kemal

İstanbul ayaz. Kış güneşi batmak üzere. Çapa-Tıp Fakültesi’nin girişindeyiz. Yanımda liseden arkadaşım Merve var. Bana yabancı ve soğuk gelen hastaneye girerken tedirgin oluyorum. İçimi bir huzursuzluk kaplıyor. Merve ise beyaz önlüğünün içinde bir o kadar rahat. Bu sene tıptan mezun olduktan sonra ömrü hastanelerde geçecek, durumuna şimdiden alışmış...

Biraz sonra girişte, Zülfü Livaneli’yi duyuyoruz. Gür sesi hastanenin gürültüsünü bastırıyor, koridoru inletiyor. Ustayı görmeye gelen bir ziyaretçiyi uğurluyor kapıda. Üzgün değil; aksine umut dolu bir sesi var. Sanki karşısındakine güzel, mutlu bir şeyler anlatıyor gibi... Yanına gidip de sormak istiyorum: “Her şey yolunda değil mi? Yakında çıkacak mı hastaneden? Belki bir roman daha yazar ya da belki röportaja geri döner?” Ama ya iyi değil derse... Yanıtlardan korkuyorum. Tüm bunları sormak yerine ağzımdan başka bir şey çıkıyor: “Geçmiş olsun”...

Çapa’nın eski, çökecekmiş gibi duran merdivenlerinden yavaş yavaş aşağı iniyoruz. Yoğun bakım en alt katta. Yaşar Kemal’in bu köhne duvarlı, mütevazı devlet hastanesinde tedavi görmesi eminim ki kendi tembihi. Yazılarında, romanlarında halkın yanında olan Yaşar Kemal, burada da halkın tam içinde. Tüm çıplaklığıyla bize bir hikaye anlatmak istiyor.

Uzun, upuzun, sonsuza giden bir koridorun sonundaki odada yatıyor. Kapısında güvenlik var. İçeri girmemize izin vermiyorlar. Son günlerde yanına yalnız hayat arkadaşı Ayşe Hanım’ın girmesine izin veriyorlarmış. Merve anlamadığım bir dille doktor arkadaşlarıyla konuşuyor. Sonra da bana dönüp “ Üzülme, bu halde görsen daha çok üzülecektin” diyor. İçimden bir şeyler kopup gidiyor...

Kapıda, taburenin üzerinde duran deftere bir şeyler yazmak için elime alıyorum. Güvenlik anlatmaya başlıyor:

“Çukurova’dan gelen de var, Ankara’dan gelen siyasetçiler de... Ziyaretçileri hep geri çevirdik ama defterler dolup taştı.” Bu esnada defterde yazılanlara gözüm takılıyor: “Hiç ‘Bey’ lafını kabullenmezdin, hep ‘Ağabey’ dedirtirdin kendine”

İndiğimiz merdivenleri, tekrar çıkmaya başlıyoruz. Bu esnada Ayşe Hanım da diğer taraftan merdiven korkuluklarına tutunarak aşağı iniyor. Arkasından birkaç kez sesleniyoruz duymuyor. Biraz sonra dalgın kafasını kaldırıp bize bakıyor, göz göze geliyoruz. Gözlerinde yorgunluk ve hüzün var... Uzun uzun bakıyor bize ya da bana uzun geliyor. Zaman kavramı bir an yok oluyor. Hayatım boyunca unutamayacağım bir an bu. Ayşe Hanım çaresizce, giden hayat arkadaşının ardından bakıyor...

Hastaneden çıkarken artık emin oluyorum. Asla “merhaba” diyemeyeceğim Yaşar Kemal’e...

 

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış