Osmanlı’nın Avrupa yakasındaki toprak kayıpları 1830’larda Yunanistan ve Sırbistan’ın kopuşuyla başlayıp Bulgaristan, Romanya, Karadağ gibi beldelerin elden çıkmasıyla 1912’lere kadar sürdü. Oralarda yaşayan Müslümanlar ya Anadolu’ya göçmüşler ya da göç ettirilmişlerdi. Bu yaşananlara karşı misilleme olacak ki bu kez de Anadolu’nun yerleşik Hıristiyan halkı olan Ermeniler ile Rumlar yurtlarından dışarıya zorla çıkartılıp göçe zorlandılar. 1914’e gelindiğinde ise İttihat Terakki Cuntası, hiç gereği yokken ülkeyi maceraya sürükleyip Almanya’nın yanında savaşa soktu. En fazla dört ay sürer denilen Birinci Emperyalistler arası Paylaşım Savaşı tam dört yıl sürmüş, arkasında yüz binlerce öksüz, yetim, sakat ile gözlerinin yaşı hiç kurumayan dul kadınlar bırakmıştı.
Bu göçlerden nasibini alan şehirlerden biri de Ankara’ydı. Kırım Tatarları, Ulucanlar Cezaevi’nin altındaki Şükriye Mahallesine iskân edilmişti. Bosna’daki yurtları bırakanlar için cezaevinin karşısına düşen Boşnak Mahallesi kuruldu. Arnavut göçmenler ise Aktaş’a yerleştiler. Erzurum, Bayburt, Gümüşhane illerinden gelenler Altındağ, Atıfbey civarını mesken tutmuştu. İşte, Boşnak Selim’ler, Arnavut Rıza’lar, Kürt Yusuf’lar, Atıfbeyli Boz Ziya’larla Tatar Bekir gibi kabadayıların doğup büyüdükleri yerler bu yoksul mahalleler olmuştu. Daha 35’lerini bile görmeden, genç yaşta birbirlerini kırıp öldüren o kabadayıların değişmeyen adresleri ise daima Ulucanlar cezaevi oldu. Elbette sadece onlar değildi soğuk ve karanlık hapishanenin misafirleri; Ahmed Arif, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Feride Çiçekoğlu, Sevgi Soysal, Leyla Zana, Yılmaz Güney, Fakir Baykurt, Adnan Cemgil, Muzaffer Erdost gibi daha onlarca aydın, yazar, şair de buraya sık sık getirildiler.
Eski devirlerde kenti doğudan batıya bağlayan, doğudan gelen kervanların Ankara’ya giriş yaptığı Ulucanlar Çarşısı daracık bir sokaktı. İki yakası Demircilikle çilingirlik zanaatını icra edenlerle doluydu. Koyun pazarından girildiğinde çarşının sağ tarafı demircilere, solu da çilingir ve sobacılara ayrılmıştı. Yine çarşının sağ tarafında bir koridordan geçilerek ulaşılan ufak bir mescit vardı. Koridorun sağ kolunda yan yana dizili, üzerleri ayetli yeşil örtülerle kaplanmış, başuçlarında yeşil kavukları olan iki ya da üç lahit vardı. Bu lahitlerin önündeki demir parmaklıklara türlü çeşit bezler bağlanırdı fakat o lahitlerin altında yatan Ulu canların kimler olduğunu kimseler bilmiyordu. Sokak 1950’li yıllardan itibaren genişletilerek Ulucanlar Caddesi ne dönüştürüldü.
Cezaevinin bulunduğu alan daha önceleri mezarlıktı. Buraya 1920 yılında bir askeri depo inşa edilmişti. Cumhuriyet sonrası kurulan İstiklal Mahkemelerinde hüküm giyenler için Ankara’da büyük bir hapishane gerekiyordu. O sırada şehri planlayan Alman şehir planlamacı Carl Christoph Lörcher, 1920’de inşa edilip askeriyenin silah deposu olarak kullanılan, aynı zamanda ordu için at yetiştirilen Ulucanlara gelip binayı gezdikten sonra hapishanenin bu alana yapılmasını uygun gördü
1925 yılında açılan mahpushaneye ‘Cebeci Tevkifhanesi’ dendi. Açıldığı 1925 yılından başlayıp 2006’da mahkûmların Sincan F tipi cezaevine sevk edilişine kadar geçen 81 yıl boyunca burası, insanların içine hapsolduğu, idam edildiği, ana babaların kapısında günlerce haber beklediği soğuk ve karanlık bir hapishane oldu. İlk adından sonraki yıllarda sırayla Cebeci Umumi Hapishanesi, Ankara Hapishanesi, Ankara Cebeci Sivil Cezaevi, Ankara Merkez Kapalı Cezaevi ve Ulucanlar Cezaevi gibi değişik adlar alsa da içinde yaşananlar hiç değişmedi.
Cezaevi’nin “Sübyan koğuşu” denen çocuk koğuşunda 1970’lerde korkunç şeyler yaşandı. Mahkûmlar arasındaki eli kanlı mafya ağalarının bir eli yağda bir eli baldaydı. Çocukların koğuşunda ise soba yanmıyor, pencerelerin kırık camları yenilenmiyordu. Yeterince ekmek de verilmiyordu onlara. Geceleyin, camlardan sızan keskin ayazlar gibi korkunç suratlı gardiyanlar da kapılardan süzülüp giriyordu sübyan koğuşuna; Çocukları zar zor ısıttıkları yataklarından alıyor, karanlık işlerden hüküm giymiş adamların yatağına götürüyorlardı. Yoksul mahallelerde tacizi, uyuşturucuyu daha el kadarken öğrenmiş bu çocuklar sübyancıların seks kölesi olmuşlardı.Zaten avlu temizliği, kar küreme, getir- götür gibi bütün angarya işler çocuk mahkumlara yaptırılırdı.
Çocukların, demir parmaklıklardan minik ellerini gökyüzüne doğru açıp “kurtar bizi allahım!” feryatlarına tanık olan Yılmaz Güney “ Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz” adlı romanını burada sekizinci koğuşta yazacaktı. Burayla ilgili yapılan Duvar filminin o sahnesindeki çocuğun, ““Burası dokuzuncu koğuş benim canım abicim, penceresi yoktur camları kırık, sobası yoktur. Bacası tütmez. Gardiyan Cafer Allah’ımız, cezaevi müdürü peygamberimizdir,” haykırışı unutulmayacaktı. Sonunda çocuklar “Artık yeter!” deyip her şeyi göze aldılar; 1976 yılında isyan çıkardılar.
1925’te inşa edilen hapishanenin ilk misafirlerinden birisi Halikarnas Balıkçısı idi.1925 yılında, Resimli Hafta dergisinde yazdığı bir yazı nedeniyle İstanbul Üsküdar’daki evinden alınıp Ankara’ya trenle getirilmiş, Zekeriya Sertel ile birlikte İstiklal Mahkemesi’nde idamdan yargılanmıştı. Mahkeme sonucu Bodruma sürgün edilmiş "kalebentlik” cezası almış, Ankara’dan Bodruma, masrafını çekmek zorunda kaldığı jandarmalar ile beraber iki aydan fazla süren, zorlu yolculuktan sonra varabilmişti. Cevat Şakir, daha doğru dürüst yolu bile olmayan bakir Bodrum’u görür görmez aşık olmuş, bir daha da geri dönmemişti. Kendisi Mavi Sürgün adlı kitabında anlatıyordu buraya ilk getirildiği anları.
Tam seksen bir yıl açık kalan Ulucanlar’ın havalandırma saatinde, beton avluya çıkan mahkûmlar, gökyüzünden başka ‘manzara’ göremezlerdi. Koğuşlarında balık istifi yatarlardı. Oysa tanınmış politikacılar, eski bakanlar ile Başbakanlardan tutuklanan olduğunda onlar, iki katlı küçük, Çankaya manzaralı koğuşta kalıyorlardı. Manzarası yanında tuvaleti de içinde bulunduğundan olsa gerek mahkûmlar bu koğuşa HİLTON diyorlardı.
Onlarca kişinin idam edildiği darağacı ise, “Görüş yeri”nin yanındaki “Ulu Kavak” denilen ağacın altına kurulurdu. Bu cezaevinde Yılmaz Güney’le 13,5 ay birlikte kalan Avni Bektaş, “Cezaevi Arkadaşım Yılmaz güney” adlı kitabında Güney’in, Deniz Gezmiş’le arkadaşlarının idam edildikleri o avluya “Katliam Alanı” adını verdiğini yazar ve şunları söyler, “ Yılmaz Güney, en çok ziyaretçisi gelenlerin başındaydı. Bu nedenle günde birkaç kez bu katliam alanından ve o servi kavağın önünden geçmek zorunda kalırdı. Her ziyaret dönüşünde müthiş duygulanır, ‘Oradan her geçişimde Deniz’leri görür gibi oluyorum’ diyerek üzüntüsünü belirtirdi.
Uçurtmayı Vurmasınlar adlı filmin çekildiği romanı yazan Feride Çiçekoğlu’ da Ulucanlar ’da yatmış filmdeki çocuk ve annesiyle burada beraber kalmıştı. Film İstanbul’da bir başka cezaevinde çekilmişti.
Cezaevi boşaltılıp mahkûmlar Sincan F tipi cezaevine taşındıktan sonra buranın yıkılması gündeme geldi. Barolar Birliği ve Mimarlar Odasının itirazları sonucu Cezaevi yıkılmaktan kurtuldu.
Haziran 2011 den beri de "Ulucanlar Cezaevi Müzesi" Pazartesi günü dışında her gün ziyaretçilerini kabul ediyor.
Yorumlar (0)