Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Müzik Üzerine

Önce şu özdeyişi hatırlayalım: “Şu tür müzik, bu tür müzik yoktur; iyi müzik, kötü müzik vardır.”

Müzik Üzerine

Demek oluyor ki “teksesli müzik” ile “çoksesli müzik” ayrımı, müziğin düzeyi bakımından kabul edilebilir bir ölçüt değildir. Böyle bir ayrım, bütün halk müziklerini, hatta Avrupa müzik kültüründe yer alan teksesli müzikleri küçümsemek anlamına gelir: Örneğin, J. S. Bach’ın keman için bestelediği “partita”lar tekseslidir, ama müzikal değeri bakımından tartışılmaz.

Günümüzde birçok ülkede yaşayan teksesli halk müzikleri, değerli bir geleneği temsil ederler. Bizim halk müziğimiz de 12. yüzyıldan başlayarak Anadolu müzik geleneğinin ürünüdür ve halk şiiriyle yoğrulup günümüze kadar gelmiştir. Bu kültür mirasının değerini bilmiyorsak, günümüzün hiçbir yönden değer taşımayan popüler müzik çeşitlerinin etkisi, bizi de aldı götürdü demektir. Çokseslilik konusunda en başta belirtilmesi gereken, bu müzik tekniğinin “Rönesans Aydınlanması” ile gelişmiş olmasıdır. Rönesans, Avrupa kültüründe ortaçağ düzeninin çözülüp, yeniçağı oluşturacak ilke ve düşüncelerin belirmeye başladığı dönemdir.

Böylece, ana rengi dinsel olan ortaçağ kültürünün yerine, bir “sistemler çokluğu” geçmiştir. Bunun müzik sanatına yansıması, çoksesli tekniklerin geliştirilmesiyle gerçekleşmiştir. 16. yüzyılın sonlarında opera sanatının doğuşunu, hayatın sahnede yansıtılarak müzik desteğinde irdelenmesi olarak görmüyor muyuz? Yeri geldiği için belirtelim: “Demokrasi” kavramı da aslında çokseslilik değil midir? Aydınlanma, Rönesans çağıyla sınırlı kalmamıştır. Avrupa kültürü, Rönesans’ı izleyen birkaç yüzyıl içinde yeniden köklü değişimlere yönelmiş, Fransız Devrimi’ne yol açan Alman ve Fransız Aydınlanması, bütün insanların eşit ve özgür olduğunu, adaletli bir düzen içinde kardeşçe yaşaması gerektiğini öngörmüştür. Müzik sanatında “Klasik dönem”, 18. yüzyıl aydınlanmasının bu sanata yansımasıdır. Dönemin bestecilerinden Mozart, yeni bir yaratma sevincini temsil etmiş, Beethoven ise Devrim’in ilkelerine duyduğu bağlılığı, yaratıcı çalışmalarının mayası olarak görmüştür. 18. Yüzyıl Aydınlanması’nın getirdiği yeni değerlerin, toplumları her yönden geliştirdiği ortaya çıkınca, birçok ülkede bu değerleri benimseme yolunda akımlar doğmuştur.

Bizde de 19. yüzyıldan başlayarak böyle bir benimseme süreci yaşanmış, cumhuriyetimizin kuruluş temellerinde Fransız Aydınlanma Felsefesi’nden yararlanılmıştır. 19. yüzyılda çoksesli müziğe yalnızca saray çevresinde gösterilen yakınlık, cumhuriyetin kuruluş döneminde atılımcı bir sürece girmiştir: Bugün temel eğitimde müzik dersi adına diz vurarak usûl tutma yerine, çağdaş anlayışla bestelenen çocuk şarkılarını söyletiyorsak, bu eğitim anlayışını cumhuriyetin kuruluş dönemindeki atılımlar sayesinde gerçekleştirdiğimizi bilmeliyiz.

Günümüzde birçok kentimizdeki konservatuvarlar, senfoni orkestraları, opera ve bale kurumları, temelde birer aydınlanma kurumu olarak toplum yaşamına katılmışlardır.

Ama şimdi okurlarımıza acı bir haber vermek durumundayım: İktidarın hazırladığı bir yasa tasarısıyla 22 ilde etkinliğini sürdüren devlet tiyatrolarının, 6 ilde birimleri bulunan devlet opera-balesinin ve yine 6 ilimizde düzenli konserler veren senfoni orkestralarımızın kaldırılması öngörülmektedir. Evrensel kültür değerlerinin yurdumuzda nereye doğru yöneldiğini anlamak için başka göstergeye gerek var mı?

 

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış