Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Neşet Öldü Bellenmesin!

Söz arayan kendine, yerde gökte, yedi iklim car köşede, ister gurbet elde, ister öz yurdunda beri gelsin.

Neşet Öldü Bellenmesin!

Ben benden ayrılayım, olayım senden İkilik girmesin bir tane olsun-(Neşet Ertaş)

Söz arayan kendine, yerde gökte, yedi iklim car köşede, ister gurbet elde, ister öz yurdunda beri gelsin.

Hayatı güzelleştirmek muradıyla bunca zaman dile gelen, iki cihanda yer etsin diye de uçuşmayıp yazıya dökülen ve bundan böyle sonsuza değin göğe bırakılacak tüm sözlere nail olmak isteyen kim ise bu, senin türkülerinin kapısına gelsin.

Senin, o her biri başka bir sonsuzluğa akıp duran, masmavi çağlayanlarının dinginliğine halel getirmeden, kapı tokmağını öyle döve döve değil de usul usul çalarak gelsin ama. Usul usul… Kimse, gürültü patırtıyla ürkütmesin sürgü’nün ardı sıra her biri inciymişçesine, narin birer ömürmüşçesine dizili duran sözcükleri.

Yüreğinde dolmak bilmeyen boşluğu kendine mürşit eyleyebilenlerin, ruhunun fırtınaları ile ahbaplık edebilenlerin ve kafasının içi durmaz bir debdebeyle bulanarak durulanların sükûnetiyle ulaşılabilinsin onlara. Kalbini, yara almış tüm “hayvan” yanına rağmen, halkına doğrultmaktan vazgeçmemişlerin, benliğin dipsiz kuyusunda kaybolmayanların sabrıyla aşk edilsin türkülerinle.

Gök kubbeye atılan tüm çığlıkların sessizliğinde kalabilenlerin atmosferinde asılı kalsın onlar. İcap ettiğinde yağmur yaş olup aksınlar kara olmayan bir buluttan aşağı.

Derdinde, efkârında kalmanın mutluluk trenini kaçırmak olmadığını, mutluluğun yakalanacak bir şey olmadığını bilenlerin, ulaşamasa da zirvesi her ne ise ona, yine de vehmetmeyenlerin sadeliğinde el değilsin onlara.

Uğuldamaksızın, şöyle, ay ışığından başka kendine kafa tutanın olmadığı bir alacakaranlığın tınısıyla gidilsin. Gürültüsüzce.

Her gürültü bir kibir içereceğinden, bozkır önce kibri kül edeceğinden kimse gelmesin enaniyetle yamacına onların. Önce ben diyenlerin, aşkını başka başka aşklardan hep yüce görenlerin ve derdini başka dertlere galebe çaldıranların eli uzanamasın onlara. Her daim bencileyin diyenlerin küllerine bulanmasın toprak yok yere. Pahanın kadrini bilen, başkasında kıymet gören alabilsin ancak eline de sımsıkı sarsın onları. Vermesin yaban ellere ellere. Vermesin…

Bozkır, anadan üryanlık hali gibidir insanın. Ve insan dediğin çıplakken utanır en çok. Çünkü insan dediğin çıplakken kibirsizdir en çok. Toprakla çıplakken hemhal olunur bir de en çok. Öyleyse, “insan mahcup doğar, mahcup ölür” diye bellemeyen hiçbir zevat, gelmesin medet aramaya, bozkırın o sapsarı enginliğine gizlenmiş türkülerinin önü sıra. Gelip de küretmesin, her birinin, üzerine bin bir emekle dikildiği toprağı kendi kendine. Yormasın bir kez daha, yorgunu. Yormasın…

Yakarak, kılıçtan geçirerek kendi gibi “yerleşik” olmayanları, güzelim bir tarihi yok etmeye çalışan, vakanüvislerine göçer-esmer bir gerçekliği yok yazdıranlar gibi, utançtan kaçım kaçım kaçanlar sığınamasın onlara. Utanmayı bilmeyenlere yüz göstermesinler.

Başına dört köşeli kasket geçirerek kendi teninden daha açıkların önünde, utanmamayı görmek istemeyenlerin yeri buradır diyenler buyursun huzurlarına. Utanmayanlardan hicap duyanlar kurulsunlar başköşeye.

Cana kıymaktan, farklıyı hakir görmekten utananların yurdudur belleyenler sürsün yüzlerini türkülerine. Aynı inançtan değil diye, Kırşehir’in etrafını kuşatıp Babaileri kılıçtan kırıp geçirerek, nice nice hayatı karanlık bir dehlize çevirenlerin adına utanmayı bilenlerin gururuna nail olabilenlere nefes olsun türkülerin senin. Bu şerefi tadamayanlara haram olsun hart olsun her sözcüğün.

 Zorluklar karşısında çıpa olup da onlara, çıkamasınlar düzlüğe. Umarsızlığa bulansınlar.

Susuz sanılıp da etrafında okyanus yok sanılmasın o Malya Ovasının. Dört tarafı, altın sarısı buğday başağıyla çevrili mahcubiyet adasının... Üzerinde oluk oluk akıtılan kana inat, her kurnasından akıp taşan aydınlık sularıyla büyüsün çocuklarımız. Ne oradan ne buradan ama adadan olanlara, Adalılara yurt olsun en evvel, tüm türkülerin.

Tarih unutuldu da Neşet öldü bellenmesin!

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış